Hukukla azıcık ilgilenmişseniz başlıktaki sözü muhakkak duymuşsunuzdur: Usul esasa mukaddemdir; yani iş yapma şekli/yolu/yöntemi, iş yapma amacından daha önce gelir.
Neden böyle bir şey var? Neden hukuk alanında, tıpkı hayatın tüm diğer alanlarında olduğu gibi, bir şeyin nasıl yapıldığı neden yapıldığından daha önce gelir? Bunu, önce pek kısaca ahlak felsefesindeki iki baskın görüşe baktıktan sonra cevaplayalım.
Erek ve Eylem
Samuel Jackson abimizin oynadığı Unthinkable isimli 2010 yapımı bir film var, IMDb sayfasına buradan ulaşabilirsiniz. İzlemediyseniz izleyin diyemem, çok bir şey kaybetmiş değilsiniz.
Film, standart Amerika güzellemelerini bir kenara koyduğumuzda şu soru etrafında dönüyor: Bir yerlere bomba koyduğunu kendi ağzıyla söylemiş birisinden, bombaların öldüreceği masumları kurtarmak için işkenceyle itiraf alınabilir mi, alınamaz mı? Yani, başka bir şekilde sorarsak, ereğimiz eylemlerimizi meşru kılar mı yoksa kılmaz mı?
Başka türlü bir soruyla konuyu genişletelim: Diyelim ki Anadolu toprağı bir anda muhteşem bir hal aldı, ne çöp versek yiyip yutuyor. Dünyadaki çöp sorununu ortadan kaldırmak için dünyanın bütün çöpünü Anadolu’ya yığabilir miyiz? “Şimdi zaten çöp ithal ediyoruz” diyebilirsiniz ama biraz daha geniş düşünün: Tüm çöpler bizim başımıza kalacak ama dünyanın geri kalanında zerrece çöp sorunu kalmayacak. Soru bu şekilde.
Hadi daha düz tarafından ve en klasiğinden son bir soru olsun: Bir tren makasa yaklaşıyor. Trenin kendi gideceği yolda raylarda on kişi var, makasın diğer tarafındaysa bir kişi. Bu kimselerin hiçbirine sesinizi duyurma şansınız yok, onlar da treni görmüyor. Ne yapmalısınız? Hiçbir şeye dokunmadan on kişinin ölmesini mi izlemelisiniz, dokuz fazla kişiyi kurtarmak için makası çekip treni diğer raylara yönlendirmeli ve bir kişiyi mi öldürmelisiniz?
Faydacılık ve Prensipler: Mill ve Kant
Gördüğünüz üzere hayatta iki şey var: Eylemlerimiz ve niyetlerimiz. Biz hangisinden sorumluyuz? Etiğin bu alanı bununla uğraşıyor. Mill (ve Bentham, ve dahası) diyor ki “iyi niyetle, iyi amaç için yapılmış eylemler iyidir”. Kant ise “senin niyetin seni, eylemlerin hepimizi bağlar. Bu yüzden eylemlerinden sorumlusun” diyor. Aradaki fark aslında bu kadar basit: Mill için esas, Kant için usul önemli. Mill, esas için usulü umursamamayı mazur görürken Kant, hiçbir esas için usulden vazgeçemeyiz diyor.
Mill faydacı (İng. utilitarian). Onun için sonunda istediğimiz şeye ulaşma ihtimali olsun, babamızı bile satmamızda sorun yok. Evimizde hastamız var mesela, ilaç lazım. Paramız da yok. Gidip eczacıyı öldürmemize çok da karşı çıkamıyor bu amca – daha doğrusu faydacı olup karşı çıkan da var, çıkmayan da. Bu herif böyle yıvışık, yavşak, güvenilmez, sinsi, annesinin eldivenle sevdiği, evlerden ırak biri.
Kant ise çok sert. Biz Almanlara duygusuz filan deriz ya, herifin etik felsefesi Almanlığın tam karşılığı. Sitede daha önce defalarca anlattım kendisini, sol veya sağdaki arama kutusuna Kant yazıp bulabilirsiniz. Ondan kısacık özetliyorum: Bu amcamız için eylemin sonucunun ne olacağı önemsiz, bizler eylemlerimizden sorumluyuz. Eylemin sonucunda mutsuz mu olacağım? Olsun. Prensipler mühimdir, gerisi önemsizdir. Prensiplerimiz yoksa biz neyiz ki?
Baştaki sorulara dönelim. Eğer ilk soruda “işkence yapacaksın tabi” deyip ikinci soruda “hadi oradan, Anadolu neden çöplük olsun” dediyseniz siz iflah olmaz bir faydacısınız. Fakat telaşlanmayın! Ülkemizdeki bilmem kaç milyon kişinin bir avucundan ayrı hepsi sizin gibi. Günlük hayatımızın bu kadar zehir olmasının bir sebebi de sizsiniz ya, “ben iyiyim de çevrem kötü” diyorsanız demeye devam edin. Prensipler mühimsiz ne de olsa. Yok, sorulara “işkence yapılmaz, kimsenin hayatı başkasınınki için mahvedilmez ve bilerek ve isteyerek bir cana, on canı kurtarmak için dahi olsa kastedilmez” dediyseniz hemen yarın en yakın Alman misyonuna gidip Alman pasaportunuzu alın. “Kant Königsbergliydi” derlerse hır çıkarın ama – Königsberg diye sizi Kaliningrad’a yollarlar, Rus pasaportuyla öylece bakarsınız sağa sola.
Ahlaktan Hukuka
Bizim millet faydacıdır, işkenceyi de mazur görür hırsızlığı da. Çalıyorsa benim paramı çalıyor atasözü, bal tutan parmağını yalar atasözü, çalıyor ama çalışıyor atasözü… bunu kanıtlar. Hukuksa, çok şükür ki, bizim ortalamamız gibi yıvışık, güvenilmez, pislik değil. Başka bir deyişle ortalama Türk olarak Millci, yani faydacı olsak da hukuk Kantçı. Türk hukuku değil, hukuk. Bu yüzdendir ki sadece cumhuriyet döneminde de değil, öncesinde de durum böyle: Ta 1800’ün ortasından az sonra, tanzimat rüzgarları eserken yazılan Mecelle’de farklı bir durum bulmuyoruz.
Kantçı ahlakı azıcık daha açalım. Bu amcamıza göre ikisi mühimli üç kurala göre yaşamamız gerekli. Birinci kural diyor ki sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san. Öyle davran ki herkesin aynı şekilde davranmasını isteyebil. Senin anana bacına yapılsa hoşuna gider mi? Tabi bu türlü söylemiyor ama Türk’üz, ekserimiz de faydacı o ki, faydacıcaya çevirdim işte. İkinci kuralda da diyor ki kimseyi kendi zevkin için kullanamazsın. Her insan değerlidir, hiçbir insana araç olarak bakmak olmaz. Hatta, kusura bakma ama yeenim, sen de insan olduğun için kendini de öyle mal gibi şeedemezsin yani. Üçüncü kural da diyor ki herkesin özgürlüğü başkasının özgürlüğünün başladığı yere kadardır. Nasıl ki bu cümle anlaşılmaz ve ekseriyetle manasızdır, Kant’ın üçüncü buyruğu da anlaşılmaz fakat manalıdır. Bizim tartışmamız için gereksiz, geçiyorum.
Bunlardan ne anladık? Hemen hukukçaya azıcık uyarlayalım: İnsan otonomdur, kendi karar verir. Başkasına davrandığı şekil kendisine davranılmasını doğru bulduğu şekildir ve diğer insanlara yaptıkları, kendisine yapılmasını kabul ettiği şeylerdir. Tabi böylece söylemiyor ya hukuk, dibinde bu var. Yoksa mesela; aslolan statükodur, aslolan borçsuzluk/suçsuzluktur, aksi ispat edilene dek herkes masumdur, ispat yükü iddia makamının sırtındadır… da dahil olmak üzere tonla hukuk kuralı neden var olsun, nasıl var olabilirdi?
İyi Ama Neden?
Başa dönelim. Aslında cevabı verdik ya, biraz daha açık şekilde de örneklerle tekrarlayalım.
Vaktinde kralın birine “tüm ailenin ölümünü göreceksin” diyen falcı asılmış, “tüm ailenden uzun yaşayacaksın” diyen falcı taltif edilmiş. Baktığımızda söz aynı söz, bu tantana neden? Ne diye asıyorsun adamı be mübarek? Çünkü usul esasa mukaddem. Esas, kralın uzun yaşaması, orada ama bunun söyleniş şekli, yani usul farklı. Günlük hayatta dahi böylesine önemli bu usul konusu.
Usul bir çeşit prosedürdür ve prosedürler, işlerin insan etkisinden olduğunca azade kılınıp standartlaştırılmasına yardım eder. Trafik mesela, her anı önceden prosedürlerce belirlenmiş bir şeydir. Nerede kim yol verir, kaç kilometre hıza çıkılabilir, nerede nasıl dönülür, hangi yola girilir ve girilmez… Hepsi bilinir. Uygulandığında Danimarka olunur, uygulanmadığında Türkiye. İkisinin de esası aynı, araca atlayıp bir yerden bir yere gitmek. Fakat usul, bayramda kimselerin ölüp ölmeyeceğini belirliyor.
Diyoruz ki mahkemede suçlu olduğu sabit görülene dek herkes masumdur. Yani asıl olan masumiyettir, araz olan suçluluktur. Diyelim ki bir polis, mahkemeden arama izni almadan kafasına esen bir eve girip içeride atom bombası buluyor. Ne olacak?
Birkaç Örnek
Ne olacak? Atom bombası güme gidecek çünkü konut dokunulmazlığı var, masumiyet karinesi de var. Kafasına esti, “burada suç var mı lan” diye eve girdi ve orada hukuk sınırları delik deşik edildi, hukukun ırzına geçildi. Sonunda gerçek bir suç bulunmuş olsa dahi temel ilkelerden feragat edilemez, bu yüzden de atom bombalı suçluya bir şey yapamayız. Eğer faydacı olsaydık “ama bak, bomba varmış” diyebilirdik ama soralım: Yarın başka masumun evine girilmesine sebep olacak bu bakış yüzünden evinde huzurla oturamayan kimselere ne diyeceğiz? Bomba patlamadan yakalamayı istiyoruz diye halkın huzurunu bozmayı mazur mu göreceğiz? Hakime gitsek arama iznini hemen alacağız zaten. Olur mu?
Başka ve çok bilinir, üstte de işlediğim bir örnek olsun. Diyelim ki dağda terörist yakaladık, aldık merkeze ve işkence ile itiraf aldık. Bu geçerli olur mu? Olmaz. Hani fıkra vardır ya, MİT’e ormanda ayı bul demişler de MİT kurt getirmiş, “bu ne” dediklerinde de kurt konuşmuş: Anam avradım olsun ki ben ayıyım. İşkence altında kurda ayıyım dedirtebiliriz. Pardon filminde var ya hani, “şimdi itiraf edin, mahkemede yalanlarsınız zaten” der komiser. Aynısı. Harbiden teröristten işkenceyle itiraf alabiliriz ya, masuma da işkence yapılmayacağı ne belli? Hadi masum da olmasın, doğru itiraf alacağımız ne belli? Kurt ayıyım diye yemin ediyor, yalan mı?
Daha başkası. Biri gitti, savcıya suç duyurusunda bulundu. Size tebligat yapılması lazım, savcının sizi çağırması lazım. Savcı sizi çağırmadan hakkınızda arama kararı çıkarırsa olmaz. Durduk yere polis sizi arayacak, hastaneye götürecek, sorgu morgu. Resmen size suçlu gibi davranılmıș olacak. Halbuki aslolan masumiyetti? Dahası, sizi polis alıkoydu. Kimse sizi keyfi olarak alıkoyamaz, bu suçtur. Suçlu olma ihtimaliniz yüzünden haklarınız kısıtlanamaz. Usulü atlarsanız esas direkt böylece yanar.
Usul, esası koruduğu gibi ve kadar, gördüğümüz üzere, hakları korur. Yanlış usul baştan haklara zarar verir. Sonunda, andığım üzere, suçlu olduğunuz bulunsa dahi temel ilkeler çiğnendiği için usul hatası yüzünden suçlu dahi suçsuz olur ve toplum huzurunu koruyacağız derken daha da bozarız.
Hülasa
Bizim insan olduğunun, insan olduğu için hakları olduğunun, bu hakların dokunulmaz olduğunun… farkında olmayan insanımız için usul önemsiz. Hele ki usulü takmadan yapılan soruşturma ve kovuşturmalar sonucunda sevmediğimiz kimseler zarar görüyorsa çok mutlu oluyoruz ve usulü boşverip sadece esasa bakıyoruz. Hukuksa, şükür ki, böyle işlemiyor. Evet, bu yüzden başka sorunlar doğuyor ama yarın o usulsüzlük yüzünden zarar gören masumlar olduğunda onlara pardon dememek için usulü takip etmek zorundayız. Aksi takdirde huzuru sağlayacağız derken hepten bozarız ve hukuk sadece huzuru bozmaya yarar.