You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Hiç Kimse Cinayeti

Akşam Yemeği

“Neymiş neymiş?” 

“Ya, Rıfat Efendi. Senin de aklın almadı, değil mi?” 

“Sen şunu baştan anlatsana hele” dedi ben masaya son tabağı koyarken. 

“Ne var ne yok anlattım Rıfat Efendi, eksiği gediği kalmadı ki?” 

“Olsun. Şimdi karnımız doymaya başlayacak, kafamız da doğru düzgün çalışacak. Bir daha dinlemekten zarar gelmez. Hem beşer şaşar, aklından geçen dilinden geçmedi belki. Anlat bir hele.” 

Anahit “Önce yiyelim o zaman, yemek vakti can sıkıcı şeyler olmaz” deyince Rıfat Efendi bir kahkaha patlatıp bana döndü, gözünü kırptı. “Evin reisini de görmüş olduk Savcı Bey” dedi ikinci bir kahkaha atmadan. 

“E, ben babalarımdan böyle öğrendim. Hanımı mutlu etmeden mutlu olunmaz.” 

“Değil mi ya? Hanımköyden güzel köy mü var?” 

“Ben bilmem hanımım bilir.” 

“Olmuş bu, olmuş. İki senede bihakkın eş olmuş. Maşallah” deyip Anahit’e döndü. “Sen sevmezsen diye pirzola da yaptırdım. İçeride, gördün mü”? 

“Gerdanı bulmuşum, pirzolaya ne hacet Rıfat Efendi?” deyip bir zamanların vejetaryen adayı eti kemiğinden öyle çekti ki Rıfat Efendinin bile ağzı açık kaldı. 

“Kaç saat durmuştu bunlar fırında?” 

“Sabahtan verdim, yarım saat önce aldım. Öğlende atsalar… Dört saati var hiç değilse.” 

“Lokum bu lokum. Dokunur dokunmaz dağılıyor, hay maşallah.” 

“Fotoğraflarını görünce ay canım, etine gelince vay budum. Var mı böyle iş Anahit Hanım?” 

“Sesini kes de yemeğini ye” der gibi baktı Rıfat Efendi. Sesimi kestim, yemeğimi yedim. Masa toplandı, bulaşıklar makineye dizildi, akşam kahvesi yapıldı ve koltuklara geçildi. 

“Haydi başla şimdi” dedi Rıfat Efendi. 

Tekrara düşmemek için cuma akşamına kadarki şu ana dek anlattıklarımı tekrarlamadan dosyayı okuduğumda gördüklerime geçiyorum. 

“Olay yeri fotoğraflarına bakan biri intihar olmadığını görür. İmkânı ihtimali yok. Birisi ‘fazla kurcalamayın’ demiş, emir artık nereden geldiyse savcı da polis de daha fazla üstüne gitmemiş. Kim olduğunu bilmiyorum ama ben kadının babasından şüpheleniyorum. Bir defa…” diyordum, “sen fikrini sonraya sakla da devam et” dedi Rıfat Efendi. 

“Eh, peki madem. Dosyadaki ifadeleri okudum. Hepsi üç aşağı beş yukarı daha sonra bana ne dedilerse aynısını demişler. Yalnız üç şey dikkatimi çekti.” 

“Ben de bunu bekliyordum” dedi Rıfat Efendi, koltuğunda öne kaykılıp kulaklarını dört açarak. 

“Birincisi, kadının babası polise verdiği ifadede hırsızlıktan hiç bahsetmiyor. Vakti değildi desen, sonradan neden vakti oldu ve bunu kimlere anlattı? Cevabı yok. Polise söylemek istemedi desen, peki, bana neden söyledi? Aklından çıktı, unuttun desen, yok, bu adamda hiçbir şeyi unutacak göz yok. Neden? Sonradan böyle bir yalan mı uydurdu ne olduğunu bilmediğim bir şeyleri gizlemek için yoksa başta gizleyip sonradan açık mı etti? Benim fikrim bana kalsın yine, devam edeyim. 

“İkincisi, kadının ablası, kardeşinin intihar ettiğinden emindi. Dosyadaki ifadesindeyse birinin onu öldürdüğünden emindi. Hangisi doğru? Baştan beri ortada bir cinayet olduğunu biliyor muydu? Biliyorduysa bana neden intihardan bahsetti? Bilmiyorduysa neden önce cinayet dedi, sonra intiharı kabullendi? Bu, öncekine kıyasla daha küçük bir sorun. Kardeşinin intiharına başta inanmamış, sonradan bunu kanıksamış olabilir. Öyle bakma Rıfat Efendi, bu fikir sayılmaz. En basitinden bir çıkarım sadece. 

“Üçüncüsü en ilginç olan. Kadının ev arkadaşı, ifadesinde kocasıyla aslında iyi anlaştığını, hatta en azından bir kere görüştüklerini ama bunu gizlediklerini, dışarıda denk gelip gördüğünü söylemiş. Bunu benden neden gizlesin? Hadi bir defa buluştular. Kadın evden kaçmış, adam bulmuş, eve dön diye konuştular. Peki, kocanın anlattıkları? Aralarında polisle bana tamamen aynı şeyleri anlatan tek kişi var, o da koca. Hangisine inanayım?” 

“Bence” dedi Anahit, “yalan söyleme ihtiyacı yok bu konuda. Aklına öyle gelmiş öyle söylemiş, böyle gelmiş böyle söylemiş. İfadelere güven olmaz, hepimiz biliyoruz”. 

“Yalan söylemeye ihtiyacı var mı bilmiyoruz ama ortada bir yalan olduğunu biliyoruz. Ve bu yalanların da doğruların da hepsi iki kişiyi öne çıkarıyor: Baba ve koca. Bu ikisinin birbirini suçlaması da şaşırtıcı olmasa gerek. 

“Burada, artık kendi fikrimi yine kendime saklamama gerek yok sanırım Rıfat Efendi, hedefe kimi koyacağımı çok düşündüm. Tamam, çok değilse de en azından biraz düşündüm. Ben, babanın masum olduğunu sanıyorum. Ya profesyonel bir yalancı ya da gerçekten canı yanmış ve üstüne haksızlığa uğramış bir eş. Fakat burada da sormadan duramıyorum: Eğer suçlu kadının babası olsaydı, polise ve savcıya sözü bu kadar geçen adam neden içeri attırıp kurtulmasındı?” 

“Babayla ilgili, neydi adı… Aman neydiyse, onunla ilgili bir şeyler daha demiştin. Tekrar et hele.” 

“Ha, doğru. Adı Muhammed. Kadın, yazık, babasının adını verince belki araları düzelir, dede de torunu sahiplenir diye umut etmiş. Ailede adı ayla başlamayan veya ay içermeyen tek kişi de o. Kızları Ayten ve Aynur, torunları Ayhan, Aydilge, Aykut, Ayfer ve Seray… Aynur’un, kadının kardeşinin eşinin adı bile Saldıray. Bunlar bir ay tarikatı filan mı? Var mı sende böyle bir bilgi?” 

“Tarihten anlat desen anlatayım, başka topraklardan söyle de söyleyeyim, hatta eski Türkler desen onlardan da çıkar ama bugün var mı desen aya güneşe tapan, benim bildiğim yok. Hem… Adı Muhammed, aya tapıyor. Sanmadım pek. Ama…” 

Yeni bir hikâyenin vakti değildi. Sümer’de ay tanrısının soyağacını dinleyecek durumum yoktu. Şükür ki o da hikâye anlattıysa da başka bir hikâye anlattı. 

“Ben daha çocuktum. Köydeydik, ilçeye çıkmamıştı babam rahmetlik. Köylü arasında bir inanç peyda oldu. Sabah kalkarlar güneşe selam, akşam olur aya selam. ‘Yaptığınız nedir, derdiniz işiniz gücünüz nedir’ diye sorduk. ‘Kitap demez mi güneş de ay da sizin için ayettir diye? Allah’ın ayetine saygı gösteriyoruz, umuyoruz ki Allah da bizi bağışlar’ dediler. Desen ki bunlar başka bir dindir, değil. Hepsi Müslüman. Sorsan köyün hocasına, hepsi dinden çıktı. Sonra öğrendik ki ta komşu şehirden bir şeyh çıkmış, onun müritlerinden biri de köyde akrabasına gelince öğrettiklerini yaymış. Babam rahmetlik ‘hadi güneşi anladım da ay dediğin karaktersiz kişiliksiz bir şey. Koca bir taş parçası, güneş olmasa ışığı yok. Onun neyine selam verirsiniz behey dürzüler’ dedi, uyandırdı milleti. Zaten senesi oldu olmadı, şeyhi de içeri aldılar, o hikâye de öylece kapandı gitti.” 

“Bu adam belki de bunlardan biridir mi diyorsun?” 

“Ben bir şey demiyorum. Sen sordun, ben söyledim. Anlat desen bende çok ama susmuyorsun diyorsunuz sonra.” 

“Öyle de demiyoruz Rıfat Efendi, aşk olsun. Ama, bak şimdi sen dedin ki aya tapan da hala var. O türlü yapmıyor da bu türlü yapıyor ama yapıyor. O ki bunlar var, bu adamın da bunlardan biri olması mümkün.” 

“Peki, bunun cinayetle alakası ne?” diye sordu Anahit. 

“Ben de onu düşünüyorum. Neden bilmem, çok aklıma takıldı bu konu. Aya kurban ettiler diyecek değilim ama sanki bir yerden buna bağlanacak gibi geliyor bana. Ay neden dededir? Kısa yanından cevabı var mı bunun?” 

“Ay atadır, ata babadır. Bizde anlamı değişince ay baba olmuş ay dede. Kısa yanından cevabı budur.” 

“Ay dede. Ay baba. Muhammed. Minarenin aleminde hilal, hilal ay. Ayten, Aynur, Ayfer, Aykut… Bu nasıl bir delilik?” 

“Kadını babası öldürmüş olabilir demiştin, değil mi?” 

“Hah, oraya dönelim. Kim yapmışsa bayağı kaliteli iş yapmış. Geride hiçbir iz yok – en azından dosyaya göre. Ne bir parmak izi ne bir doku. Hiçbir şey. Bir ufak sorun var ama: Baktım, sokağı izleyen iki güvenlik kamerası vardı. Dosyadaysa kamera kayıtlarından bahsedilmiyor. Buradaki düğüm hikâyeyi de çözecek düğüm: Kayıtlar var mıydı yok muydu? Yoksa ne ala. Peki, vardıysa? Savcı mı istemedi, polis mi sormadı yoksa olan alındı da yok edildi, insanlar da susturuldu mu? 

“Şimdi baktığımızda şunu görüyoruz: Öldürülen kadın sıradan bir kadın. Hiçbir özelliği yok. Öldürülmesinin de hiçbir mantıklı izahatı yok. Bir durum hariç: Bir şey biliyordu ve, bana sorarsanız, ne bildiğini bilmiyordu bile. O gün eve giden kimdiyse bunu bildiğini öğrendi, pazarlığa bile girişmeden ilk fırsatta öldürdü.” 

“İyi de neden intihar süsü verdi?” diye sordu Anahit. Ne bileydim ben! Her açıklamanın eksiği vardı, bunun eksiği de buydu. 

“Yani diyorsun ki babası gitti, kızı ne biliyordu bilinmez, öldürdü, çıktı. Yaşlıca dememiş miydin? Benden de büyük?” 

“Öyle Rıfat Efendi. Gençliği yok artık ama gücü yerinde. Senden iyi olmasın, etle beslenmiş hep. Çevikliğimi al benden, bire birde kim kimi indirir bilinmez.” 

“Ben anlamam, siz benden iyi bilirsiniz ya, bence bunun da açığı çok.” 

“Çoğuna çok ama bir yerden başlamak lazım. Babası kadını öldürdü dedik diye bunu kanıtlamaya çalışacak değiliz ya? Ama var o herifte bir şey. Bulacağım.” 

“Desene aklındaki hinliği” diyerek güldü Anahit. 

“Hinlik ki ne hinlik. Kâmil abinin bir arkadaşının arkadaşı var, ben de tanıştım. Nejdat. Fosso Nejdat.” 

“Şarkıdaki gibi mi?” diye sordu Rıfat Efendi. 

“Aynen öyle. Nasıl sevmişse şarkıyı, adı Necati ama hatırlayan yok. Fosso aşağı Nejdat yukarı. Bitirimlerden. Dosyası boyunu aşmış. Polise de çalışmış herhalde ki hala sokakta. Bu kadarını bilmiyorum tabi, tahmin. Dışarıda ne işi var yoksa?” 

“E, ne yapacaksın?” 

“Onun dilinden Kâmil abi anlar. Bir dükkândan bir çikolata filan çaldıracağız, kamera kaydını da delil olarak isteyeceğiz. Gidip dümdüz sormak olmaz, işkillendirmemeli. ‘Bu herif başka bir itirafta daha bulundu, var mı eski kayıtlar’ diye o zaman sorulur ama. Varsa ne âlâ, yoksa da polis o zaman soruşturdu mu diye ararız ağızlarını.” 

“Sen iyi alıştın hafiyeliğe” dedi Rıfat Efendi. Geçen iki senede, yalana ne hacet, yapmıştım kendi çapımda bir şeyler. Laf sokacak değildi zaten, takdirini gösteriyordu bu sözü. Hemen ayağa kalkıp reverans yaptım, hazır kalkmışken çayları doldurup geri oturdum. 

Anlatmaktan ben sıkılmıştım, dinlemekten onlar. Konu değişti, akşam öylece bitti, iki gün diğer işlerimle uğraştıktan sonra Çarşamba tekrar bu konuya döndüm.