Cuma
“Tekrar hoş geldin Muhammed” dedim Kâmil abinin odasının kapısını kapatırken. Önceki sefere göre daha hayat dolu gibi görünmüştü – en azından bana. O otururken Kâmil abi odanın perdelerini çekti ve masa lambasını yaktı. Amacının ne olduğunu anlamış ve ürkmüștüm. Muhammed, başına ne geleceğinden habersiz, Kâmil abinin “bak bu Japon çayıdır, koca millet zekasını bu çaya borçludur” deyip önüne ittiği çayı koklamakla meşguldü.
“Ne yaptın, okula geri döndün mü?”
Üstünde üniforması vardı. İster bizi kandırmak için giymiş olsun ister gerçekten okuldan çıkıp gelmiş, vereceği cevap belliydi. Kâmil abi de bir cevap aramıyordu zaten. Önce “sanığı” rahatlatacak, sonra işine başlayacaktı.
“Döndüm” dedi Muhammed, ekşimiş bir yüzle. Kâmil abinin bayıldığı, zaten sadece kendisinin bayıldığı bu sütle karışık hamsi buğulamalı yeşil çayı sevmeyenler kulübüne bir kişi daha eklenmişti.
“Ne oldu, beğenmedin mi?” dedi Kâmil abi gülerek. “Üzülme, tek değilsin. Bak, Savcı abin de sevmez bunu. E, ne demiş Napolyon? Herkes kendinde olmayan için savaşır. Bende zeka eksik demek ki, böyle tamamlıyorum. Sizde de böyle bir eksik olsa severdiniz “.
Beklediğimden çok daha yumuşak yapmıştı açılışı. Bu, beklediğimden de sert devam edeceği anlamına geliyordu.
“Kardeşlerin nasıl?” diye ben sordum bu defa.
“İyiler, bir sıkıntı yok. Şey… Kola alabilir miyim?” diye sordu önündeki bardağı ileri iterek.
“Kola olmaz, reşit değilsin henüz. Sıcak limonata verelim? Veya oralet?”
“Oralet olur. Elmalı var mı?”
“Yoksa da buluruz koçum” dedi Kâmil abi ve içeri seslendi. Ben, bunca yaşımda ilk defa o gün dükkânda elmalı oralet olduğunu öğrendim.
“Kahveye de gidiyor musun?”
“E… Yok.”
“Yeme beni şimdi Muhammed. Burada biz bizeyiz. Kahveye takılmayan adam oralet içmez. Babanla mı gidiyorsun arkadaşlarınla mı?”
“Babamla.”
“Bak hala yalan söylüyorsun” dedi Kâmil abi, gülümsemeye devam ederek. Az önceki hayat dolu Muhammed gitmiş, geçen günkü çocuk geri gelmişti birden. Yalanlar içinde en çok doğru söyleyen olduğunu düşünüp senaryomu ona göre kurmuşken tüm tezim bir anda yerle bir olmuştu bile. Odada üç kişiydik ve yalnızca birimizde özgüven kalmıştı. Kâmil abi, neler öğrendiğimi sorma ihtiyacı bile hissetmeden beni de alt etmişti şimdiden.
Oralet geldi, Kâmil abi maçasını fondipleyip kolasını doldurdu; bir bardak da bana, hem de ben istemeden uzattı.
Başlıyorduk.
“Ben mi sorayım sen mi anlatırsın?” diye, biraz da üstten konuştum.
“Sen sor.”
“Sen bilirsin. Annenle babanın arası nasıldı?”
“Salak mısın” diye sorarcasına baktı ve “iyi değildi. Annem evden kaçtı, iyi olsa kaçar mıydı” diye sordu.
“Bilmem. Annenin evden ayrıldığını biliyoruz ama ayrılmak başka, kaçmak başka. Babam diyorsun, annemi döverdi. Halbuki bunu senden başka söyleyen yok. Teyzen, deden, annenin ev arkadaşı… Bu işte bir terslik yok mu?”
“Onlar bizim evde ne olup bittiğini ne bilsin?” dedi gözlerini kaçırarak. Öyle ya, kadın kör, sağır ve dilsizdi. Kime nasıl anlatacaktı bunu?
“Öyle düşününce… Haklısın” dedim oyunu sürdürmek için. “Baban neresine vururdu annenin”?
“Tokat atardı, başını iterdi.”
“Yumruk tekme filan atmazdı yani?”
“Yok.”
“Haliyle başka bir şeyle de vurmazdı? Ne bileyim, kemer ayakkabı filan?”
“Yok.”
“Sağa sola tabak çanak fırlatır mıydı?”
“Bir iki kere yaptı” dedi bir es verip. Yumruğa tekmeye yok diyen çocuk buna neden evet demişti ki?
“Sizin yanınızda mı yapardı?” diye sordu Kâmil abi.
“Yani… Bir iki kere oldu, benim yanımda. Kardeşlerim yoktu. Başka zaman yapmıyordu belki.”
“Benden başka tek şahit var ve o da toprağın altında diyorsun. Anladım” dedi Kâmil abi buz gibi bir sesle. Doğru söylemediği belliydi ya, neden babasına iftira attığını anlamıyordum.
“Biraz ileri saralım şimdi. Baban annenin yerini bulmuş, seni gönderdi. Değil mi?”
“Evet.”
“Baban, annenin evini bildiğini söylüyor?”
“Biliyordu, beni gönderdi işte?”
“Öyle değil. Annen evden ayrıldığında nereye gittiğini biliyor diyorum.”
“Bana söylemedi o zaman.”
“Sonradan neden söylemiş olabilir sence?”
Yalan, usturuplu söylenip unutulmadığı sürece güçlü bir silahtır. Usturuplu yalan için de gerçeğe vakıf olup onun küçük bir kısmını, geri kalan şeyleri de göz önüne alarak ve yeni hikâyenin yoldan çok değil bir parça çıkmasını, bu sayede yeni yalanlara ihtiyaç duyulduğunda, ki bir yalan her zaman yeni yalanları doğurur, sağlayıp onlara hareket alanı bırakmak gerekir. Muhammed iyi bir yalancı değildi. Yaşı gereği olmasına ihtiyacı da yoktu – fakat konumu gereği iyi bir yalancı olması elzemdi.
“Benim o zaman konuşmamı istemiştir demek ki. Ne bileyim, ona sorun.”
Mantıklı bir cevap. Değil mi?
“O zaman soruyu biraz değiştirelim. Neden o güne kadar konuşmanı istememiştir sence? Öyle ya, kaç ay boyunca eşinin nerede olduğunu biliyor. Eşinin çocuğunu sevdiğini de biliyor. Senin kendisini eve döndürmeyi başaracağını umuyorsa bunu daha önceden yapması gerekmez mi?”
“Ben sizden annemin katilini bulmanız istemeye geldim, siz beni sorguluyorsunuz!”
İyi yalancı sıkışmaz. Sıkıştı mı bir şekilde? Önceki yalanlarının bıraktığı hareket alanında kıvrılıp düştüğü açmazdan çıkar.
“Annenin katilini bulmamız istiyorsan bize yardım edeceksin Muhammed. Baksana, hiç yardımcı olmuyorsun. Neden korkuyorsun?”
Konuşan, tahmin edeceğiniz üzere, Kâmil abiydi. Ben neden yalan söylediğini sorardım, korktuğunu söylemek aklımın ucundan bile geçmezdi.
“Hayır korkmuyorum” dedi hiç düşünmeden. O kadar olsun tanımıştık, korkmuyordu gerçekten demek ki.
“Buna birazdan gelelim” deyip Kâmil abinin devam etmesine izin vermedim. “Bir sorunun cevabını çok merak ediyorum. Lütfen iyi düşün ve öyle cevap ver”.
“Tamam.”
“Annen hastaneye kaldırıldığı zamanı hatırlıyor musun?”
“Evet.”
“Onu kim bulmuştu?”
“Ben buldum.”
“Peki, sonra annene kim baktı? Tekrar iyi olana dek?”
“Babam.”
Doğruyu mu söylüyordu yoksa yine yalan mıydı? En önemlisi de, eğer yalan söylüyorduysa hangi sözü yalandı? Kendisinin bulduğu mu yoksa babasının baktığı mı? O ana dek konuştuklarını düşününce yalan söylüyorsa kendisinin bulduğu yalan olmalıydı. Peki, neden bu kadar küçük ve önemsiz bir konuda bunu yapsındı?
“Baban kendisinin bulduğunu söylüyor?” diye sordum. Tereddüt ederek “belki de öyledir, ben bu türlü hatırlıyorum. Ama evde o baktı” dedi.
Ama evde o baktı… Demek ki teyze doğruyu söylemiyordu. Yalandan notlarımı karıştırdım ve “özür dilerim, yanlış hatırlamışım. Annenin nerede olduğunu baban da bilmiyormuş” dedim. Özgüvenle “ben size doğruları anlatıyorum ama bana inanmıyorsunuz” dedi. Feykimi Kâmil abi yemişti, içimden güldüm. Dilini çözmek için ona inandığımı göstermem gerekiyordu. O andan sonra iyi polis kötü polis oynayacaktık.
“İnanıyorum sana. Yoksa neden seninle konuşmak isteyelim? Şimdi… Annenle teyzen yakınlardı. Değil mi?”
“Evet.”
“Neden annen hastayken baban kendisine yalnız baktı? Neden teyzen yardıma gelmedi?”
“Geldi. Hastaneden çıkınca akşama kadar bizdeydi.”
“Sonra?”
“Sonra evine gitti.”
“Burada bir yanlışlık olmalı. Hayır, hayır, sen yalan söylemiyorsun. İnsan sevdiği kardeşi hastayken yanında olmaz mı? Teyzen sence neden gelmedi?”
“Bilmem. Ona sorsanıza bunu?”
“Sordum, kardeşime ben baktım dedi. Sen yalan söylemediğine göre o söylüyor. Neden söylüyor olabilir?”
Düşündü, “bilmiyorum. Belki vicdan azabı çekmiştir” dedi.
“Öyle olsa annenin yanında olurdu, sonradan yalan söylemezdi. Bakalım, bunu da bulacağız.”
“Çok mu önemli?”
“Bir keresinde bir davada” diye Kâmil abi girdi araya, varlığını hatırlatarak. “Müvekkilim cinayetle suçlanıyordu. Tüm deliller de kendisi aleyhineydi. Karar duruşmasından önceki gün bir detay dikkatimi çekti. Kimsenin önemsemediği, benim bile atladığım. Kaç ay önce söylenmiş bir söz… Otuz sene yiyecek müvekkilim beraat etti, onu suçlayan kişiyse onun yerine hapse girdi. Önemsiz deme, her şey önemli bizim için. Şimdi, sence önemsiz olabilecek ama aklına gelen, belki araştırmanın seyrini değiştirecek hiçbir şey var mı? Annenle teyzen arasında maddi ilişki de varmış, öyle demiştin. Para vermiş de alamamış hani. Bunun gibi ama bundan daha önemsiz görülebilecek bir şeyler?”
“Böyle sorunca aklıma gelmiyor. Severdiler birbirlerini. Dedemi de severdiler, dedem de onları severdi. Bazen kavga ederlerdi ama önemsiz şeylerdi. Herkes kavga eder ki zaten. Etmez mi?”
“Hepsi birbirini severdi ama baban onları sevmezdi. Onlar da babanı sevmezdi. Değil mi?”
İlk defa bir soruya cevap vermedi. Babasıyla olan sorunları, onu cinayetten hapse yollamaya çalışacak kadar büyük olan bir ergenle karşı karşıyaydık. Babasının kendisini de dövdüğünü söylememişti, halbuki çok basit ve daha inandırıcı bir yalan olurdu bu. Gurur muydu buna engel olan yoksa başka bir şey mi?
“Annene dönelim tekrar. Konuşmayı sever miydi? Dinler miydi seni, sorar mıydı nasılsın, ne yaptın diye? Anlatır mıydı sana gününün nasıl geçtiğini, neler düşündüğünü?”
“Sorardı, anlatırdı. Severdi konuşmayı.”
“Hah, bak işte. Buradan devam edelim. Neler yapardı? Nasıl geçerdi bir günü?”
“İşte yemek yapardı, kardeşlerime bakardı. Ders vermeye giderdi. Televizyonda gördüğü şeylerin resmini yapardı. Böyle.”
“O evde yokken kardeşlerine kim bakardı?”
“Yanında olurdular hep. Bırakmazdı tek başına.”
Müdür demek böyle tanımıştı çocukları.
“Orada annen ders verirken yine birilerinin yanında olmaları gerekir. Kiminle olurdular, biliyor musun?”
“Bilmiyorum.”
Ben biliyordum artık.
“Peki, Muhammed, şimdi bir daha iyi düşünmeni istiyorum. Annenin yaptığı resimler, neredeler? Biz göremedik.”
“Yapıp dağıtırdı insanlara. Evde tutmazdı pek. Birkaç tane de satmıştı, çok övünürdü bununla. Ben de ressamım, bak para veriyorlar derdi.”
“Kimlere verirdi? Dedene, teyzene verir miydi mesela?”
“Verirdi. Arkadaşlarına da, benim arkadaşlarımın annelerine, herkese verirdi.”
“Dedenin salonundaki resmi de annen mi yaptı?”
“Hangisini?”
“Herhangi birini.”
“Evet. Dedemin resmi vardı, onu annem yapmıştı.”
Sandığımdan da yetenekli çıkmıştı kadın.
“Şimdi sana hikâyeyi kendi dilimden özetleyeyim” dedim Kâmil abiye de biraz bilgi vermek, hem de Muhammed’e soluk aldırmak için.
“Annen hakkında söylenen hemen hiçbir şey birbirini tutmuyor. Dedenin dediğini teyzen, teyzenin dediğini ev arkadaşı doğrulamıyor. Bize gelen sensin, ondan senin sözlerini esas alacağım. Eğer hatırında yanlış kalan bir şey varsa şimdi söylemeni istiyorum ki anneni öldüreni bulabilelim. Tamam?”
“Tamam.”
“Annen vaktinde evden kaçıp babanla evlenmiş ve deden o zamandan beridir bu evliliğe karşı. Sana, ilk çocuklarına onun adını vermişler belki işler biraz düzelir diye. Görüyoruz ki düzelmemiş. Deden bu evliliğe hala, bunca sene sonra hala karşı. İkisinin ayrılması için çok dil dökmüş ama bir işe yaramamış. Bu, dedeni şüphelilerden biri yapıyor.”
“Dedem öyle şey yapmaz!”
“Dur, dur. Sakin ol hele. Deden yaptı demedim, şüpheli dedim. Bizim işimiz böyledir. Suçluyu bulana dek herkes suçludur. Anlıyorsun ya? Herkes.”
“Öldürecek olsa neden bu kadar beklesin? Yapar, birinin üstüne atardı.”
“Kimin üstüne atardı? Babanın mı mesela?”
Sessizliği yeterli cevaptı.
“Devam edelim. Teyzenle aralarında maddi sorunlar olmuş. Hali vakti yerinde olsa da teyzen de yapmış olabilir” deyip kısa bir es verdim, ondansa akis gelmedi. “Baban, evden kaçmasını gururuna yedirememiş olabilir, bu da kendisini şüpheli yapar. Beraber yaşadığı ev arkadaşı… Aralarında bir sorun görünmese de asla göz ardı edemeyiz. Ve son olarak…” deyip yüzüne baktım, o da bana baktı.
“Son olarak sen, Muhammed. Annenin evden kaçmasından, babandan da fazla rahatsız oldun. Sonra gittin anneni buldun, babanı gönderdin. Baktın olmuyor, sen öldürdün.”
Gözlerine, uydurduğum hikayenin doğru olduğunu düşünüyormuşum gibi ciddi ve sert şekilde bakıyordum. Korkmuş muydu? Hayır, korku yoktu yüzünde – fakat kaygı da yoktu. Sanki o an polis girip kendini tutuklasa, karşı çıkmadan kollarını uzatacak gibiydi.
“E?” dedim sessizliğini bozmak için.
“Ben yapsam neden size geleyim?”
“Suçlular da çeşit çeşit. Kimisi bilinmek ister, kimisi bulunmak. Senin bunlardan olmadığın ne belli?”
“Ben yapmadığımı biliyorum. Boşuna zaman harcarsınız benimle uğraşıp. Siz bilirsiniz.”
Siz derken birden bana siz demeye mi başlamıştı yoksa ikimize mi hitap ediyordu bilmiyordum. Onu da anlardık. Göz ucuyla Kâmil abiye baktım. Söyleyecek bir şeyi yoktu. “Ekleyeceğin bir şey var mı?” diye sordum.
“Babama bakın. Neden onun masum olduğunu düşünüyorsunuz bilmiyorum ama şüpheli o. Ben bulamadım, belki siz bulursunuz. Selametle” deyip birden ayağa kalktı, Kâmil abiye yönelip elini sıktı, zoraki bana da hoşça kal dedi ve çıktı. O ana dek görmediğimiz bir hareketti bu, ikimizin de ağzını açık bırakmıştı.
“Ne diyorsun” diye sordu Kâmil abi, kapanan kapının ardından içinden ona kadar sayacak kadar bekledikten sonra.
“Biz neden barodan iş alıyoruz ki hala, sanki müşterimiz yok” dedim sinirle. Kaç yıllık dükkân, üç kuruş paraya mı bakıyordu sanki?
“Birazı zevk, birazı da sadakamız. Hep almak olmaz, vermek de lazım. Hadi iki kola doldur, benimki sarı seninki siyah” dedi. Sarı kola sade viski demekti. “Babasını önümüze atıyor, dedesini koruyor. Neden? Ergenlikten mi yoksa gerçekten babasının annesini öldürdüğünü mü düşünüyor” diye sordum bardakları doldururken.
“Ya da dedesinden şüpheleniyor ve aklınca onu korumak için babasının başını yakıyor” diye ekledi Kâmil abi.
“Onu da düşündüm” dedim bardağını önüne koyarken. “Dede sağlam ayakkabı değil, burası muhakkak. Peki, kızını öldürür mü? Bu sorunun cevabı bende yok. Öldürür desem neden daha önce yapmadı diye soruyorum, öldürmez desem yalan söylediğimden eminim. Göreceğiz”.
“Teyze neden yalan söyledi peki?” diye sordu Kâmil abi. Hangisini kastediyordu ki acaba?
“Para yüzünden insanlar birbirini öldürür ama elden alınıp verilecek, evdeki fakirliği azaltmayacak kadar para yüzünden de öldürür mü? Hem zaten, baksana, teyzenin hali vakti yerinde. Desen ki borç verdi, geri alamadı da sıkıntıya girdi, öyle bir şey de yok. Sıradan, milyonlarla paylaştıkları boş hayatlarına devam eden insanlar bunlar. Cinayetin ciddi bir sebebi olmalı.”
“İşte bu!” diye bağırdı birden Kâmil abi. Korkup yerimde sıçradım bir an, o da benimle beraber zıplamıştı. “Ulan ben de diyorum bir şey eksik, bir şey yanlış. Çıktı bir şey aklımızdan ama ne? Bu işte ya. Bu. Bunların hepsi hayatlarına aynen devam ediyor. Azrail gelip kapını çalmış gitmiş, hayatına olduğu gibi devam edebilir misin? Fakat bunlar ediyor. Hepsi hem de. Nasıl ediyorlar”?
“Nasıl?”
“Bunun cevabını bulduğumuzda katili de bulacağız. Bak” diyordu ki telefonu çaldı. Ekrana baktı, bana baktı, tekrar ekrana baktı, bana bakıp “hadi git, neden hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor hepsi birden, bul. Çıkarken kapıyı da çek” dedi, telefonu tutmayan eliyle kışkışladı ve toplantımız bazı teknik sorunlar nedeniyle sona erdi. Ben de soruşturma dosyasını koltuğumun altına alıp hafta sonunu, yeteneğinden sual olunmaz polis ve savcılarımızın neler bulup neler kaçırdığını hatmederek harcamak üzere dükkândan çıkıp evin yolunu tuttum.