You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Hiç Kimse Cinayeti

Baba

Aynur’un apartmanından çıkar çıkmaz ses kayıt aletine “ablayla müdür arasındaki ilişkiyi araştır” diye notumu aldım ve son adrese, babaya, abladan başka herkesin birinci şüphelisine doğru yola koyuldum. Tüm parmakların onu göstermesinden normal bir şey yoktu, nihayetinde zulme dayanamayıp evi terk eden eşini öldürüp tahrik indirimi alan, müebbet yemesi gerekirken 3-5 yılda aramıza karışan namus ve onur ehli katiller kol geziyordu aramızda.

Ben? Ben ablada takılı kalmıştım. Acısı gerçekti, hem de Muhammed’inkinden de gerçek. Ne olduğunu bilmediğim bir şey biliyordu. Peki, neden bunu gizliyordu? Konuştuğum dört kişinin dördü de bir şeyler gizliyordu, içlerinde doğruyu anlatan kimsenin olduğundan da şüpheliydim. Öyle ya, birisi Ayten’in para aldığını söylüyordu, diğeri zorla para verdiğini. Birisi sessiz suskun olduğunu diyordu, diğeri konuşkan olduğunu. Birisi hasta diyordu, diğeri sağlıklı. Hangisine inanacaktım? Bence hepsi yalan söylüyordu. Peki, herkesin yalan söylediği bir yerde doğruya nasıl ulaşılır?

Düğümün babada çözülmesini bekliyordum başta fakat dedede bir şeyler vardı. Aynur da üstü kapalı bunu dememiş miydi? Babası… Ondan mı şüpheleniyordu yoksa babasının bir şeyler bildiğini mi düşünüyordu?

Bu sorularla eve ulaştım.

“Buyur?”

“Ben Savcı Adil Hakkatapan. Biraz konuşabilir miyiz?”

“Dalga mı geçiyorsun?”

“Anlamadım?”

“Nerede görülmüş lan savcının ayağa gittiği? Savcı cesedin bile ayağına gitmez. Kimsin sen? Ne istiyorsun?”

“Yanlış anladınız. İzninizle” deyip yavaşça ceketimin cebinden kimliğimi çıkardım. “Savcı adım. Savcı Adil. Soyadım da Hakkatapan. Avukatım.”

“Benden ne istiyorsun?”

“Eşinizin cinayeti hakkında konuşmak.”

Kaşları çatıldı. Rahatsızlığı nedendi? İhtiyar olarak kayda geçip kapanmış dosyanın tekrar açılmış olması mı yoksa eşinin cinayete kurban gittiğini öğrenmesi mi? Sahi, biliyor muydu bunu? Kendisi miydi katil, herkesin düşündüğü gibi?

“Benim karım intihar etti. Üç gün tuttular beni, bir şey bulamayınca saldılar. Şimdi yine başa döndük de beni mi suçluyorsunuz?”

Korku. Evet, korku vardı yüzünde fakat bu, ablanınkinden farklıydı. Onunki tekrar nezarete alınma, içeride kalma korkusuydu. Nasılını bilmiyordum fakat bundan emindim. Bazen hislerimiz yok gösterir, bazen de hislerimize yol gösteririz ya, o anda hislerim yok gösteriyordu.

“Hayır, yanlış anladınız. İzin verin biraz konuşalım. İçeri girebilir miyim?”

“Hayır.”

Çok net bir cevap vermişti.

“Tamam o halde, kapıda konuşalım. Ben…” derken “bir dakika” deyip kapıyı kapattı ve içeri girdi. Sap gibi kalmıştım. Neyse ki çok sürmeden kapı açıldı. Üstüne bir ceket almıştı. Yüzüme bakmadan yanımdan geçti ve “gel benimle” dedi. Hayır deme şansım yoktu, bilinmeze doğru kendisini takip ettim. Sokağın köşesini dönerken, nedendir bilmem arkaya, binaya baktım ve camda Muhammed’i gördüm. Ağzı kıpırdıyordu. Ne demişti ki acaba?

Hiç konuşmadan yürüyorduk. Önce sola, sonra sağa, tekrar sağa ve sonunda bir daha sola döndük ve bir deponun önünde durduk. Cebinden anahtarlığını çıkardı, bir dizi anahtarın içinden doğru olanı bulup kepenkleri kaldırıp kapıyı açtı ve kenarda durarak “buyur” dedi.

Korktum, evet. Bu kirli sakallı, benden daha uzun ve yapılı, gözleri şahin gözleri gibi bakan, ince telli ve kısa kesilmiş saçları kafasını zorla örten, sol şakağında başının geri kalanından bağımsız bir beyaz örtü bulunan, beyaza çalan krem rengi ceketinin cebinde ne olduğunu bilmediğim adamın mahalle arasında bir depoya, hem de henüz akşam olmamışken kepengi inmiş durumda bulunan, yani atıl, daha fenası pis işler için kullanılan ve dışarıdan içerisi görünmeyen, içeriden dışarı sesin çıkacağı belirsiz depoya çağırması durumunda siz korkmaz mıydınız?

Korkunun ecele faydası yoktu ve, bu satırları yazabilmemden anlayacağınız üzere, depodan salimen çıktım fakat orada duyduğum bir cümle, soruşturmanın seyrini tamamen değiştirdi.

Zevahiri kurtarmak için başım ve omuzlarım dik şekilde, mekânın sahibinin yüzüne bakmadan, çekincemi de belli etmemek için önden sağı solu kolaçan etmeden, içeri girdim. Anlattıklarımdan içeride işkence aletleri bulduğumu sanabilirsiniz fakat bir marangozhaneydi bu. Elbette işkence etmek isteyen içerideki aletlerle de ederdi ya, şehrin ortasında böyle bir iş için bu kadar prodüksiyon yapılacak da değildi herhalde.

Ortadaki geniş ve uzun tezgâhın sol çaprazında, tuvalet olduğunu sandığım küçük bölmenin kapısının diğer yanında bulunan çekyata oturdum, o da tezgâhın ucunu temizleyip kenarına dayandı.

Başlıyorduk. Peki, nereden başlamalıydı? Herkesin birinci zanlısı kendisiydi, herkesin kendince sebebi vardı. Hayat bir polisiye roman olsa en az şüphe duyacağım kişi kendisi olurdu ama hayat bir roman değildi.

“Babasının bir bok yediğini anladınız mı sonunda?”

Ben düşünürken o konuşmuş, hem de direkt kitabın ortasından konuşmuştu. Yine babaydı karşıma çıkan, öyle mi? Ya da ben ablanın sözlerinden bunu anlamıştım, o da bunu söylemişti. Babayı araştırmamız gerektiğini zaten biliyordum, artık hepten emindim.

“Babasının ne yaptığını düşünüyorsunuz?”

“Ne bileyim ben? Kendi mi öldürdü, birini mi tuttu, zorla intihar mı ettirdi… Ne yaptığını bilmiyorum ama onun parmağı var bu işte. Eminim.”

“Neden böyle düşünüyorsunuz?”

“Neden mi? Senin o hayvan hakkında hiçbir fikrin var mı?”

“Söyleyin ki olsun.”

“Söyleyeyim, iyi dinle. Yirmi senedir bir gün huzur vermedi bize. Karım beni severdi ben karımı. Her gün, her Allah’ın günü aramızı bozmak, bizi birbirimize düşürmek, evliliğimizi bitirmek, onun benden nefret etmesini sağlamak için elinden geleni yaptı. Sonunda hasta etti, ilaçlara başlattı. Ruh gibi geziyordu kadın. Sonunda ne yaptı ne etti, evden kaçırttı. Hem de çocuklarımı da alarak. Düşünebiliyor musun? Dön Allah dön, aradım durdum. Buldum da sonunda. Babası doldurmuştur dedim, yoksa o gitmez dedim, ben konuşmadım da oğlumu yolladım. Ona da yok demiş. Kadın dediğin evinde gerek. Bu sefer ben gittim, dil döktüm. Yok dedi, olmaz dedi de gelmedi. Takip ettim sonra, evini buldum. Gittim orada da yalvardım ama gelmedi. O babası olacak namussuz artık aklına nasıl girdiyse…”

“Anlattığınız hikâyeye göre kayınpederiniz kızını öldürmeye uğraşmıyor, onu sizden ayırmaya uğraşıyor” diyerek araya girdim.

“Dur, ben de onu anlatıyorum işte. Bu herif iki sene önce filan da böyle darladı kızı. Ama nasıl darlamak! Evlatlıktan reddederim, daha da yüzüne bakmam, kardeşinden de ayırırım, çocukları da alır giderim… Demediği laf kalmadı. İki üç gün geçti geçmedi, nereden estiyse kalktım eve gittim dükkânı kapatıp. Anam bir baktım kadın yatakta yatıyor ama nefesi var yok. Hemen ambülansı aradım, hastaneye zor yetiştirdik. İlaç almış, midesini yıkadılar. Ertesi gün de hastanede geçti tabi. Balla börekle besledim tekrar iyi olana kadar, babasıyla görüşmesini de yasak ettim. Öyle öyle toparlandı biraz. Hadi ben cahil adamım anlamam. Sen okumuş adamsın, sen söyle: Cinayete teşebbüs değil midir bu?”

Hikâyeyi biraz evvel dinlemiştim ama bu versiyonu çok farklıydı. Hani Muhammed’di annesini bulan? Hem babanın adı bile geçmemişti. Herkes bir şey anlatıyordu biri birini tutmayan. İnanmak istediklerini mi anlatıyorlardı yoksa bildiklerini mi?

“Yani eşinizi hastaneye siz yetiştirdiniz?”

“Ben başka bir şey mi dedim?”

“Yo, Hayır. Bu dinlediğim bir hikâye, sadece aktörler farklı.”

“Evinde hastalanan birini evinden başka kim hastaneye götürür?”

İstesem bu kadar güzel orta yapamazdı.

“Mesela oğlunuz.”

“Muhammed mi? Sokak köşelerinden topluyorum herifi. Ne ara eve gelecek de anasını görecek? Yoksa böyle yalan mı söyledi?”

“Hayır, hayır, Muhammed bir şey demedi. Kendiyle konuşmadım bile.”

Birden bakışları değişti ama bir şey demedi. Muhammed’le konuştuğumu biliyor muydu? Yoksa o muydu oğlunu bana gönderen? Nasıl bir oyundu bu, herkesin başka bir şey anlattığı?

“Eşinizle aranız iyiydi diyorsunuz” dedim beni incelemesini bölerek. “Neden evden kaçtı o halde”?

Yüzünde, nasıl denir, bir tebessüm belirdi. Acıyla mı gülüyordu yoksa sözüm kendisine komik mi gelmişti çözemedim o anda.

“Evden kaçtığını kim söyledi?”

“Merhumenin cesedi başka bir evde bulundu. Misafirliğe gittiği yerde mi öldürüldü?”

“Ben öyle bir şey mi söyledim avukat?” dedi gücenmiş bir şekilde. “Evden kaçmak dedin, ağır bir laf bu. Bir süre başka bir yerde yaşamaya gitti”.

“Neden peki?”

Esmeralda görmüş Quasimodo gibi ağzını açıp kapattı ve iki büklüm oldu. İçinde gerçek bir acı olduğuna emindim. Evet, acı duyuyordu. Hani bazı acıların sesi kokusu olur ya, sesini duymadımsa da kokusunu hissettim. “Onu sorma” dedi alt dudağını ısırmasının yarattığı pelteklikle. Eşeleyecek bir şey daha çıkmıştı. Herkes kadının evden kaçtığını söylüyordu, kendisi ise aksini iddia ediyordu. Zaten herkes bir şey diyordu, kendisi ise tümünün aksini.

“Bunu sormak zorundayım. Biliyorsunuz evden kaçan kadınların birinci cinayet zanlısı eşleridir. Dosya yeniden açıldığına göre yine ilk siz şüpheli olacaksınız. Gerçeği söyleyin ki sizi de koruyabilirim.”

“Onu sorma dedim avukat. İstediğini sor ama onu sorma. Anlatamam. Evden kaçmadı, bir bunu bil yeter.”

“Benim bunu bilmem bir işe yaramaz. Hikayedeki en önemli düğümlerin biri bu. Başkası katil olsa bile…” derken adımı öyle bir hiddetle böldü ki aniden titredim.

“Ben karımı öldürecek kadar aşağılık bir hayvan mıyım?!” diye bağırdı. Bir günde bu kadar çok bağırılmak da biraz fazlaydı ama!

“Öyle demek istemedim” dedim kendimi hafifçe geri çekip. “Hani, düşünecekler…”

“Kim ne düşünürse düşünsün! Aldılar beni, sorguladılar o kadar. Her şeyi anlattım. Aradılar taradılar, ne buldular? Hiçbir şey. Bulamazlar çünkü yok! Anlıyor musun, yok!”

Abla gibi kendisinin hisleri de gerçek gibiydi. Hayır hayır, gibisi fazla. Gerçekti. Fakat bu, onun da bir şeyler gizlediği gerçeğini değiştirmiyordu. Eşi evden kaçmıştı, bu “bana güven” demekle göz ardı edilecek bir şey değildi.

“Yanlış anlıyorsunuz. Sizin diyeceğiniz her şey, sonunda eşinizi kimin öldürdüğünü bulmamıza ve adaletin tecelli etmesine yarayacak. Sizin katil olmamanız ortada bir katil olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yardım edin ve kim olduğunu bulalım.”

“Kim mi” dedi öfkeyle karışık bir gülüşle. “Kim, öyle mi? Söyledim size: Babası olacak o hayvan. Kızın kendini öldürmesi için her şeyi yaptı, baktı olmuyor, kendisi öldürdü. Katil arıyorsanız oraya bakın.”

“Sizi sevmemesinden başka bu sözlerinize sebep olan bir konu var mı?”

“Olmaz mı hiç! Bu herifin ne iş yaptığını biliyor musunuz?”

“Hayır.”

“Öğren, sonra kendin anlarsın.”

Cümlesinin bitişiyle dükkânın kapısının açılması bir oldu. Bir müşteriydi gelen. Marangozların hala para kazandığı, insanların el emeğine daha fazla değer verdiği günlerdi. Müşteri “müsaitseniz” dedi, Ali, Ayten’in eşi beni umursamadan başını salladı. Gidip gitmemek arasında kararsız kaldım, soracak sorularım olduğu için durmaya karar verdim. Müşteri gül ağacından güzel bir vitrin istedi, ölçüler alındı, fiyatta anlaşıldı ve on beş dakikalık aradan sonra yine baş başa kaldık.

“Eşinizin öldürüldüğünden nasıl emin oldunuz?”

“Kendini öldürmek için bir nedeni yoktu da ondan.”

“Evden geçici bir süre ayrılmıştı” dedim kaçma kelimesini kullanmamak için. “Bu arada bir şeyler olmuş olamaz mı”?

“Üç günde ne olabilir?”

“Ben de bilmiyorum. Hayatta her şey olabilir.”

“Ben de seni burada şu anda öldürebilirim” dedi. Hayır, bu bir tehdit değildi, bir ihtimalin dile getirilmesiydi.

“Tıpkı benim sizi öldürebileceğim gibi” dedim cüssesinden artık korkmadığımı belli etmek için. Eşini öldürme ihtimalinden bahsettiğimde gözü dönen adam, bu sözümü önemsemedi.

“Öyle ya? Tepemize dinozor düşebilir, İsrafil suru üfleyebilir, bir araba dükkâna girebilir… Bir insan da üç beş günde kendini öldürecek hale gelmez.”

Gelir miydi? Aslında gelirdi. Bir büyük şok yeterli olurdu ama bu, tepemize dinozorun düşmesiyle aynı oranda olasıydı belki de.

“Polise bunu anlattınız mı?”

“Yok. Beni saldılar, sonra davayı kapatmışlar. Benim aklıma kimsenin öldüreceği gelmedi o zaman. Sonradan düşündüm, dedim babası yapmamışsa kesin birine yaptırmıştır. Dava bitince polise gitmeye de gerek görmedim.”

“Neden?”

“O dururken benim peşime düşen benim lafımı mı dinler?”

“Kayınpederinizle ilişkiniz… Görüşüyor musunuz?”

“Yok. Şeytan görsün onun yüzünü.”

Çok netti. Yalan söylemek için gereken o milisaniyeyi harcamamıştı.

“Baldızınız?”

“Hanımdan sonra onu iki kere gördüm. Eve gelmiş, Muhammed’i görmeye. Ben gelince apar topar kalktı gitti.”

“Cenaze?”

“Yok. Cenazede görmedim.”

“Selamlaşmadınız anlamında mı yoksa denk gelmediniz gibi mi?”

“Yok yok. Cenazede yoktu, vardıysa da ben görmedim.”

Buyurun bir gizem daha.

“Kardeşler yakın mıydılar?”

“Aralarında bir sorun yoktu. Görüşürlerdi sık sık.”

“Eşinizin evden neden ayrıldığını da bilir miydi?”

“Hayır.”

Cevap kesindi, üstelemedim.

“Çocuklarıyla arası?”

“Anne nasıl olunurun dersini bile verirdi. Ben onun anneliği kadar iyi bir baba olamadım, şimdi bir de anne olmam lazım” deyip başını ellerinin arasına aldı. Ya çok iyi bir aktördü ya da…

“Anlıyorum. Benim annem ben çocukken öldü, öksüzlüğü iyi bilirim. Üvey anne getirmedi babam, belki o olsa daha farklı olurdum” deyip oltayı attım.

“O defter Ayten’le kapandı avukat. Ben bir kere sevdim. İtiraf mı istiyorsun? Al sana itiraf: Çocuklarım için ölmem gerekse saniye durmaz ölürüm ama onları bile Ayten kadar sevemedim.”

İlk firesini mi vermişti yoksa doğruyu mu söylüyordu? Görecektik.

“Yanına taşındığı kişi, tanıyor musunuz?”

“Yok. Yani ismini cismini bilirim ama tanıyorum diyemem.”

“Ondan şüphe duydunuz mu?”

“Hayır. Duymam mı gerekirdi?”

“Bilmem. Sonuçta bir katil var ve bunun yakın birisi olması çok olası.”

“Babasından başkasına baktığın her saniyene yazık avukat” dedi birden soğuyan bir sesle. “Seni de kandırmadan ne olduğunu anladın anladın. Anlamadın”…

“Anlamazsam sizin peşinize düşerim. Değil mi?”

“İstediğin kadar düş. Altını kuyumcuda ararsın, çöplükte değil.”

Konuşmayı bitirmek istediği belliydi. Benim de o anlık sorularım bitmişti. Vakit, söylenenleri toparlayıp bir hikaye çıkarma vaktiydi. Ayağa kalkıp selam verdim. Elini uzattı ve el sıkıştık, “insan mı kesiyorlar burada” diye düşündüğüm dükkândan çıktım ve Rıfat Efendiye dek yürüdüm. Keyfi yerindeydi, konuşası da vardı ama benim zihnimi toparlamam gerekti. Yemek yedik, o arada Havva anamız hakkında birkaç hikaye dinledim ve eve dönüp kayıtlardan notlar almaya başladım. Büyük günün sabahında not almayı bitirdim, işlerime devam ettim ve Muhammed’i bekledim. Sağ olsun o da geç gelmedi ve ikinci tur başladı.