Abla
“Aynur Hanım?”
“Buyurun?”
İçerideki çocukların gürültüsü o kadar yüksekti ki kadının sesini zorlukla duymuş, hatta zilin sesini nasıl duyduğuna da şaşırmıştım. Dönmeyi ve başka zaman tekrar gelmeyi düşünmüştüm ama Muhammed’e sözüm vardı bir kere, erteleme şansım yoktu. Kimliği biraz kapatarak gösterdim.
“Ben Adil, Savcı Adil Hakkatapan. Kız kardeşiniz…” derken bir kahkaha attı, sözüm de yarım kaldı.
“Geleceğinizi biliyordum fakat, ne yalan söyleyeyim, bu kadar erken beklemiyordum. Buyurun, geçin içeri. Buyurun. Şuradan da bir terlik vereyim. Hah, oldu. Gelin, salon bu yanda. Ayhan, Aydilge, Aykut. Kesin sesinizi, girin odalarınıza, misafirimiz var. Sesiniz çıkarsa canınıza okurum!”
Ayhan, Aydilge, Aykut, Ayten, Aynur… Sanki bir ay tarikatının içine düşmüş gibi hissetmiştim. Dedenin eviyle kıyas götürmese de zevkli ve pahalı döşenmiş bu salonun baş köşesindeki koltuğa oturtuldum. Aynur hemen iki bardak çayla geldi, birini yanımdaki sehpanın üstüne koyup karşıma oturdu ve sormaktan ziyade sorgular gözlerle yüzüme baktı.
“Haberimi babanız vermiştir sanıyorum” diye sordum gizlemesi zor bir merakla.
“Gelişinizi kimin haber verdiğinin önemi var mı?”
“Haklısınız. Neden burada olduğumu bildiğinize göre kendiniz anlatmak mı istersiniz yoksa benim merak ettiğim şeyleri sormamı mı tercih edersiniz?”
“Ne anlatayım kuzum? Kardeşim fakirliğe dayanamamış, sonunda asmış kendini. Kocası laftan anlamaz, kendisi laftan anlamaz, bir dinlemez iki dinlemez üç dinlemez… Sonunda hiç istemeyeceğimiz bir şeyi yapmış. Ne anlatayım?”
“Neden ölmeyi, hem de böyle ölmeyi tercih edebileceğini düşündüğünüzü anlatabilirsiniz örneğin?”
“İnsan bir defa kafaya taktı mı şöylesi böylesi olur mu? Böyle kolay gelmiştir, böylesini seçmiştir. Siz bir şeyi kafaya koyunca öyle mi olsun böyle mi olsun mu dersiniz, olsun da nasıl olursa olsun mu?”
Çok rahattı konuşurken. Babasından bile rahattı. Kardeşini kaybetmiş değil marketten aldığı çay bardağını poşetlemeyi unutmuş biri gibiydi.
“Peki, neden intihar etmek istemiştir sizce?”
“Kardeşim küçük yaşından beri dengesizdi. Git gel akıllı, bir şeyi istedi mi hemen yapan, önünü ardını hiç düşünmeyen biriydi. Atmıştır kafası bir şeye, asmıştır kendini. Öyle uzun uzun düşünmemiştir. Belki aldığı domatesi beğenmemiştir, belki kocasıyla kavga etmiştir, belki çocuğu kötü not almıştır… İlkinde başaramamıştı, ikincide başarmış işte. Belki başka da denemiştir ama biz bilmiyoruzdur. Belli mi?”
“Daha önce de mi intihara teşebbüs etti?”
“Tabi? E, daha bunu bile bilmiyorsunuz Savcı Bey. İki sene filan önceydi. Babamla tartışmış, akşamına eczaneden uyku hapları alıp hepsini yutmuş tek seferde. Yeğenim farkına varıp hastaneye yetiştirmese bu kadar bile yaşamayacaktı.”
Neden herkes birbirinden farklı, alakasız, hatta zıt şeyler söylüyordu?
“Bu bilgiyi teyit edebilir miyiz?”
“Tabi? Hadi bana inanmadınız, hiç başkasına sormakla da uğraşmayın. Çapa’da vardır kayıtlar hala. Gidin isteyin, kendiniz görün.”
Kendinden çok emindi fakat içimde anlamsız bir kuşku vardı.
“Sizce neden bu konudan kimse bahsetmemiştir?”
“Bilmem. Bana ne ki hem? İnsanların zihnini okumak sizin işiniz, benim değil.”
Aynı anda hem o kadar sert hem o kadar açıktı ki kendisiyle konuşmak hoşuma gitmeye başlamıştı.
“Çapa dediniz. Gününü saatini hatırlıyor musunuz?”
“Dur bakayım… Yine böyle bir araydı, Eylül Ekim civarı. Tam gününü hatırlamıyorum ama akşamdı. Ben sekizde haberi aldım, ona göre siz bir tahminde bulunun.”
“Kardeşiniz hastaneden evine döndü. Değil mi?”
“Evet. Gidecek başka yeri yoktu zaten. Ben de birkaç gün baktım ona. Hem, hoş, hangimizin gidecek başka yeri var ki?”
“Babanız hala hayatta?”
“İkisinin arası pek iyi değildi. Babamın gönlü geniştir ama bir defa kızdı mı da gazabından Allah korusun. Kardeşimin kaçıp evlendiğini biliyorsunuzdur herhalde. Orada bir tersledi, sonra da hiç düzelmediler. Babam yine de atmadı, sahip çıktı ama bana on yaptıysa ona bir yaptı. Varlık içinde yokluk çekti kızcağız. Bir ara ‘sen benim paramı çaldın, malımı çaldın’ dedi babam. Yok dedi, reddetti kız ama boşa. Huyudur babamın, bir şeye inandı mı doğru odur, imkanı yok ki aksine inansın. Kardeşim de bunu bile bile yok dedi de var demedi. Öyledir dese de olmazdı ya, bu türlü hiç olmadı.”
“İkinizin arasında bir sorun var mıydı?”
“Yok. Babamla nasıl uğraşacağımı öğrendim ben. Kaya gibidir, kaya gibi olmak gerekir ona. Kardeşim yumuşak mizaçlıydı, sorunları da bundan doğdu. Dinsize imansız gerek.”
“Ben kardeşinizle olan ilişkinizi kastetmiştim.”
“Ha. İyiydik, ben öyle sanıyordum en azından. Hiç sorunsuz değildik, insan kendiyle bile sorunlar yaşar. Kardeşleri de bilirsiniz, iki gün küs dursa üçüncü gün barışırlar. Biz de öyleydik. Hayat koşturmacası, çocuklar, eşler, dışarıdaki işler derken arada boşlardık belki birbirimizi, ama çok sürmezdi. Nesi olsa gelirdi bana: Mutluluk, mutsuzluk, huzur, hüzün… Sonunda gelmedi, gelmeyince ne yaptığı belli.”
“Kafam karıştı şu an. Yakındık ve aramız iyiydi diyorsunuz fakat intihar etmesini de normal görüyorsunuz?”
“Siz yakın olduğunuz herkesin yapmalarını istemediğiniz şeyleri yapmamalarını sağlayabiliyor musunuz? Görüyorum ki parmağınızda yüzük var. Eşiniz her sözünüzü dinliyor mu? Diyelim dinliyor, siz onun her sözünü dinliyor musunuz?”
“Güzel yerden yakaladınız fakat aklıma yatmayan bir şey var. İntihar kolay alınan bir karar değildir ve hemen tümü yakınlarında kendilerini dinleyecek insan eksikliği çeker. Siz kardeşinizi dinlediğinizi, derdini dinleyip derman aradığınızı söylüyorsunuz. Burada bir çelişki yok mu?”
“Ben, onun bana anlattığı kadarını bilirim ancak. Benden gizlediği şeyler varsa ben ne yapabilirim? Siz söyleyin, insan kardeşinin derdiyle dertlenmez mi? Sorunu olduğunda elinden geldiği kadarını yapmaz mı? Ben, kendi bilgim sınırlarında elimden geleni yaptım. Allah değilim ki her şeyi çözecek gücüm olsun?”
“Bir keşkeniz yok yani?”
Babasından genetik miras olduğu belli o sakinliğinin içinde gözlerinden bir anlık bir şey geçti, adını koyamadığım. Hüzün, öfke, nefret, sevinç… Hepsi birdendi sanki. Tümü tek bir anda.
“Allah bile insanı yarattığına pişman olmuş da ölümlü kılmış. Keşkesiz kimse olur mu?”
Uykuda olsam Rıfat Efendinin konuştuğuna yemin edebilirdim.
“Kardeşimin anlattığı kadarı dediniz. Anlatır mıydı? Yani siz mi alırdınız lafı ağzından yoksa kendisi mi konuşurdu?”
“Konuşurdu, anlatırdı. İyisini de anlatırdı, kötüsünü de anlatırdı. Başkalarına susardı çok, ondan bana her şeyini söylerdi. Güvenirdi bana. Bu dünyada güvenin hakkını vermeye çalışmak kadar ağır bir yük yoktur. Ne eşime, ne ana babama, ne çocuklarıma… Kimseye ona olduğum kadar açık ve sorumlu olmadım. Çocukluğunuzda böyle büyüyünce sonra da böyle gidiyor.”
“Bu kadar yakınlık sonrası fazla sakin değil misiniz?”
“Ağlamanın bir işe yarasa ağlardım. Ağladım, bir şey değişmedi. Ben de bıraktım.”
Çok netti. Haddinden fazla. Duygularını kontrol etmek büyük bir meziyettir fakat bu kadarı?
Kardeşi hakkında daha neler diyeceği üç aşağı beş yukarı belliydi, ben de daha hızlı gitmeye karar verdim.
“Diyelim ki kardeşiniz intihar etmedi” derken birden araya girip “etti” dedi.
“Nereden biliyorsunuz?”
“Doktor, polis, savcı… Hepsi yalan söylemedi ya?”
“Diyelim ki söylediler ve kardeşiniz intihar etmedi” deyip cümleyi burada bıraktım. Ne demek istediğimi anlamıştı. Yüzünde ilk defa bir his göründü: Korku, hatta dehşet. Rahat rahat oturduğu yerinde ilk defa hareket etti, gözleri birden çakmak çakmak yanmaya başladı.
“Elinizde delil var mı?”
“Korktunuz?”
“Kırk yıllık kardeşimin kendini öldürmediğini, birisinin onu öldürdüğünü söylüyorsunuz. Bunu normal bir şey gibi görmemi mi bekliyorsunuz?”
“Bunu beklemiyorum tabi fakat yüzünüzde korku okunuyor?”
“Kardeşimi benim öldürdüğümü ima etmeye çalışıyorsanız doğrudan söyleyebilirsiniz.”
“Hayır, bunu kastetmiyorum fakat sizin de şüpheli olduğunuzu inkar edecek değilim.”
“Ne cüretle!” dedi fakat bir harekette bulunmadı. Sakin kalmıştı, sakince devam ettim.
“Kardeşinizle alacak verecek sorununuz olduğunu duydum?”
Güldü. Sinirle güldü. Elinden gelse bunu diyeni bir kaşık suda boğacak gibiydi.
“Vardı, vardı tabi” dedi sinirle. “Babamla da konuştunuz mu? Konuşmadıysanız konuşacaksınız. Trilyonluk adamdır. Kıza bir defa kızdı diye varlık içinde yokluk çektirdi. Sorun görün, bankada ne kadar parası olduğunu bile bilmez. Bir eli yağda bir eli balda yaşarken kıza kök söktürdü. Evine temizliğe çağırır, eline üç beş kuruş tutuştururdu. Ben de ondan kardeşimin hakkını alır, eline sayardım. Evet, sorunumuz vardı. ‘Sana da borçlandım abla’ dedikçe cinleri tepeme çıkarırdı. Ben on verirdim, yemez dokuzunu tutup geri vermeye çalışırdı. Bunaydı kavgalarımız. Öğrendiniz, mutlu oldunuz mu”?
Siniri gerçekti, peki anlattıkları?
“Şahidiniz var mı?”
“Siz kardeşinizle bölüşürken yanınıza şahit alır mısınız?”
“Benim kardeşim yok fakat dediğinizi anlıyorum” dedim. Anlıyordum da. Peki, neden herkes başka bir şey anlatıyordu?
“Sizden daha fazla saklamayacağım. Kardeşinizin intihar etmediğini biliyoruz. Sizce bunu kim yapmış olabilir?”
İçinde bir ateş yanıyordu. Bunca zaman kendisini tutmuştu ama bendi yıkmıştım. Alevli gözlerinin akı kızarmıştı fakat duruşu değişmemişti.
“Bu soruya cevap vermemi beklemeyin. Yalnız…”
“Yalnız?”
Ürkütücü bir hal aldığını sanırım itiraf etmem gerekir.
“Yoluma çıkmayın. Kardeşimi benden alan babam olsa tanımam.”
“Böyle dediğinize göre aklınıza gelen birisi veya birileri var. Paylaşmak istemez misiniz?”
“Paylaşacak olsam söylerdim sanıyorum. Başka sorunuz?”
Yine mi evden kovulacaktım?
“Son bir soru. Babanız nasıl zengin oldu?”
“Bilmiyorum. İhtiyarın ne yaptığını asla bilmedim zaten. Daha başka sorunuz?”
Ayağa kalktım, “siz kovmadan ben çıkayım” dedim fakat oturduğu yerde durmaya devam etti. Onun bana soruları vardı, anlamıştım ve geri oturdum.
“Babamla konuştunuz mu?”
“Konuştum, pek bir şey söylemedi.”
“Evlendi de sözümü dinlemedi diye maval okumuştur sinsi bunak. Evden onun yüzünden kaçtığını, senelerce ilaçlarla yarı uyur yarı uyanık gezdiğini, onu mutlu etmek için mutsuz olmaya razı geldiğini söylememiştir. Değil mi?”
“Yok. Böyle şeyler söylemedi” dedim tavrındaki değişikliği ilgiyle izleyip. Sadece bir cümlenin insanlar üzerinde tesiri ne büyük olabiliyordu böyle!
“Annemle ilgili?”
“Ayaktaydı birden öldü dedi. Onun da mı öldürüldüğünü düşünüyorsunuz?”
“Bilmiyorum. Bu kadar kısa sürede ikisini birden kaybedince insanın aklına her şey geliyor. Peki, sizce kardeşim öldürüldüyse annem de mi öldürülmüştür?”
İşte bu, beklemediğim bir soruydu. Evet, bu fikir zihnimden geçmişti fakat üstüne düşünecek vaktim olmamıştı henüz. “Yanıtlaması zor bir soru” dedim biraz da zaman kazanmak için.
“İnsanlar ölür. Biz bir şey yapmasak da ölürler. Yaşlılar sıra sıra ölürler, gençler ara sıra ölürler ama ölürler” dedim, bir anda kendime yabancılaştım. Rıfat Efendi miydi bu konuşan? “Bakacağız, araştıracağız, öğreneceğiz. Eğer bundan şüphelenmek için sebepleriniz varsa lütfen benimle de paylaşın” dedim kendimi toparlayıp fakat yeterince saçmalamış olsam gerek, sadece ilgisiz görünmedi, ayağa da kalktı. Yolun sonuna geldik demekti bu. Kapıda son sözünü söyledi:
Her kimse benden önce bulun Savcı Bey. Yoksa bir daha bulamazsınız.