Dede
İstanbul’un en güzel yanı, hayır Ankara’ya gidişi değil, Suriçi’nden çıkmadan hayatı idame ettirebilmektir. Bunu, bir gazla Ortaklar’a taşındıktan sonra öğrenmiş olmamsa kaderin acı bir cilvesi.
Saat dokuzu az geçe evden çıktım, ona doğru dedenin oturduğu binanın önündeydim. Yolda planımı hazırlamıştım fakat bir sorun vardı: Kapıyı açan yoktu. On dakika kadar bekledim, tam ümidimi kesmiş geri dönmüştüm ki “ne vardı” diye soran dede, merdivenlerin başından, kapısının önünde dikilen bana seslendi. İki elinde iki poşet, öğlene kalmadan birine kahvaltılık birine ekmek koyup dönmüştü.
Yüzünde garip bir ifade vardı. Beklemediği birini kapısında bulmanın şaşkınlığı değildi, hayır. Yüzünün çizgileri, “ben hain bir insanım” diye bağırıyordu. Başka hiçbir şeye gerek yoktu, sadece yüzüne bakarak Rıfat Efendiye ne kadar güveniyorsam ona o kadar güvenmemem gerektiğini anlayabilirdim.
“Biraz konuşmamız lazım” dedim sırtımı dikleştirip.
“Ne hakkında?”
“Kızınız.”
“Hangisi?”
İşte bu beklemediğim bir soruydu. Teyzeyle ilgili de konuşacak şeyler vardı demek ki.
“Küçük kızınız. İntihar eden.”
Sanki yüzünden bir bulut geçmişti. Ne düşündü? Bilmiyorum. Ses etmeden yanıma gelip anahtarını çıkardı, kapıyı açıp içeriyi gösterdi.
Ev gayet zengin döşenmişti. Dışarıdan sıradan bir apartman dairesi gibi görünen bu evin içi, yavru olarak anılmayacak derecede bir saraydı. Son model bir televizyonun iki yanında antika gümüş mumluklar vardı. Yine antika olduğunu sandığım sehpanın üstünde gümüş işlemeli porselen tabaklar ve çatal bıçak takımı vardı. Duvarda, kendisi olduğunu sandığım bir kişinin tam boy bir resmi asılıydı. Vitrinde çeşit çeşit madalyon sergileniyordu – kimi altın, kimi gümüş. İpek gibi parlayan perdelere bakarken zihnimi okumuş gibi “evet ipektir” dedi. “Koltuk örtüleri de öyle. Otur, rahattır. Çay demlenmiştir, koyup geleyim”.
Dediği gibiydi, gördüğüm en rahat koltuklardı bunlar. Büyük resmin iki yanında asılı, daha ufak fakat çok daha usta işi olan iki resmi inceledim o gelene dek. Zevk sahibi değildi belki fakat zenginliği muhakkaktı.
Elinde porselen bir çaydanlık ve yine porselen iki bardakla geldi.
“Çin mi?”
“Tabi.”
“Zevk sahibi bir insansınız.”
Düşünmediğini, hatta düşündüğünün tam tersini gözünü kırpmadan söyleyebilmek, doğrunun peşinde koşanların en önemli silahıdır çünkü rakibi bununla kuşanmıştır. O ise çok önemsemedi, “biriktirdik işte bir şeyler” deyip geçti.
“Yo, öyle demeyin. Ben de biraz bilirim bu işleri, şu takımın hakkını vermek kolay değil.”
Kurduğum cümlenin saçmalığını düşünürken hafiften kabarıp “estağfurullah” dedi.
Çok kısa sürede ikinci açık.
“Sanırım ben sizin hakkınızı verdikçe siz alçak gönüllü bu şekilde sözlerime karşı çıkacaksınız, vaktinizi çok da almamak için dilerseniz konuya gireyim?”
Okumak cehaleti alır, eşeklik baki kalır demişler ya, bu adamda da aynısıydı. Bunca zenginliğe rağmen çayını öyle höpürdeterek içti ki belki komşular bile duydu. Fincanı yerine koyunca eliyle “başla” der gibi bir hareket yaptı. Cebimdeki ses kayıt aletini çalıştırıp başladım.
“Öncelikle başınız sağ olsun. Evlat acısı zor olmalı, dualarımızda düşmanımıza bile vermesin dendiğine göre.”
Cümlenin devamını getirmesini bekledim ama umurunda değildi. Bu kadar mı sevmiyordu kızını? Hani affetmişti geç de olsa? Hem hiçbir şey değilse bir Allah rahmet eylesin denirdi. Denmez miydi? Böyle değil miydi bizim kültür? Hadi diyelim o da olmadı. El kadar bebekliğini bildiği birinden bahsediyordum. Böyle boş bakmak mümkün müydü gerçekten?
Zihnimden nelerin geçtiğinin farkında olsa gerek, “Allah verdi Allah aldı. Hepimiz ona döneceğiz” deyip kestirip attı. En azından ne demesi gerektiğini biliyordu – söylemek içinden gelmese de. Peki, neden?
“Anladığım kadarıyla aranız iyi değilmiş? Birkaç bir şey duydum, aslını sizden dinlemek isterim.”
“Ne anlatayım istiyorsun? Sanki zulmetmişiz gibi kocaya kaçtı, gidip hemen çocuk yaptı. Ben de mecbur dedim, kızımdır dedim affettim. Paramız yok dedi, kocasına iş verdimse de adam çalışmadı. Yine ses etmedim. Aydan aya karınlarını doyuracak parayı verdim çocukların hatırına. Bu da yetmemiş olacak, bir baktım evimden hırsızlık yapıyor. Söyledim, inkâr etti. İtiraf et, affedeceğim dedim, yine inkâr etti. Ne yapaydım? Sessiz mi kalaydım? Hırsızlığa göz mü yumsaydım?”
“Karınlarını doyuracak parayı veriyordum dediniz. Hırsızlık yapması için bir sebebi var mıydı ki?”
“Para bu, hiçbir şeye benzemez. Kuzudan kurt çıkarır, diriyi ölüye sardırır. Neden yaptığını ben bilmem, önemi de yok. Adam olup itiraf etseydi yine bir nebze, ama bir de reddedince…”
Evet? Reddedince? Farkına vardı ki devam etmedi. Ne yapmıştı? Kovdu mu? Dövdü mü? Sormak beyhude çaba olacaktı, yalan söyleyeceği muhakkaktı. Ben de sonraya bıraktım bunun cevabını. O, çekinmiş olacak, devam etti.
“Öldürecek halim yok. Para kıymetlidir ama uğruna adam öldürülmez. Ne yaptığım seni ilgilendirmez, şuncacığını bildin, yeter.”
“Sizin gibi birinin bir insanı öldürmesini beklemek… Mümkünatı var mıdır? Lütfen beni yanlış anlamayın. Ben sadece sizden bilgi almaya geldim. Sizi bir zanlı olarak görecek kadar aklımı kaçırmış değilim ya?”
Tam o anda garip bir şey oldu. Elindeki bardağı bıraktı, başını hafiften eğip kısık gözleriyle “kimsin sen” diye sordu. Beklemiyor değildim tabi ama bu kadar geç beklemediğimi tahmin etmek zor olmasa gerek. Ne yapmalıydım? Alttan alsam tepeme çıkacağı garantiydi. Üste çıkmaya çalışsam bu defa çatışacaktık. Sonunda ne alacaktım peki?
Allah’tan başka kimsenin sayısını bilmediği bilmem kaç salisede zihnimden onca soru ve senaryo geçti. Kendisini pek bekletmeden, zira beklese yüzünün değişiminin aşikar olacağı apaçıktı, biraz sesimi yükseltip biraz da dikleşerek, pek bilinçli olmadan ama hepten farkındalığımın dışında da olmadan, bu kendini çok büyük gören adama “haddimi bilirim” diyen, belki de dünyanın en ulu, en aşmış, en bilge ve en soylu kişisini hatırlatmayı bir görev şiar edindim.
“Ben kızınızın avukatıyım. Pisi pisine öldürülmüş, cinayeti de sanki bayağı bir intiharmış gibi gösterilen o zavallı kadının ardında kalan hatırasının namusunu kurtarmakla görevlendirilmiş bir kişiyim.”
Geri adım atmasını bekliyor değildim. Ne beklediğim de belli değildi zaten. Bana bakıp güldü.
“Savcı intihar dedi. O zaman neredeydin?”
“Adalet geç kaldı mı adalet değildir ama hiç olmamasından yeğdir. Görevim geç tebliğ edildi, ben de görevimi yapıyorum.”
“Kimmiş o tebliğ eden?”
“Benden bir isim çıkmayacağını bilmenizi beklerim.”
Yine güldü. Bu da onun taktiğiydi demek ki.
“Bak delikanlı. Kapımda dikilirken buldum seni. Nedir dedim, söyledin, ikiletmeden içeri aldım ve seninle lokmamı paylaştım. Korkacak bir şeyim olsa kapıdan kovardım seni, sen de bir kelime edemezdin. Hadi yaşıma hürmeti geçtin, aramızdaki sınıf farkını da boş verdin. Büyüklük bende kalsın deyip ses etmedim diyelim. Yediğin lokmanın hatırı vardır. İznimle evime girdin, ancak iznimle çıkarsın. Düzgün bak, düzgün konuş, düzgün gör. Beni, kızımın katili olmakla suçlayacak adamın alnını karışlarım.”
Tiradına kendi silahıyla cevap verdim ama tehdidini de gördüm. Yaşı hızlı hareket etmesine engeldi engel olmasına ama zarar vermek için parmağının ucunu hareket ettirmesi de yeterdi. Blöf olduğunu biliyordum aslında ama garip bir ikircik kaplamıştı bünyemi: Kızının katili değilse benimle işi olmazdı ama ya oyduysa aradığım kişi? Orada olduğumu bilen yoktu, Emel Sayın gibi halıya sarılmama bakardı bütün iş.
“Söylediğim gibi, sizden bilgi almak için geldim. Kapıya polis yığıp lafı ağzınızdan kerpetenle almak istesem onu da yapmayı bilirim. Sizin bana insanca yaklaşmanız gibi ben de size insanca yaklaşıyorum, böyle de kalmamız en güzeli.”
Blöfünü görmüş, etik üstünlüğü de elime geçirmeye çalışmıştım pek çocukça. O ise bu numaramı yiyecek değildi fakat çok büyük bir hata yaptı.
“Ne zamandır polis avukatlara yardım ediyor? Bunca yıldır ben hiç denk gelmedim?”
Allah yüzüme bakmış olacaktı ki büyük, hem de pek büyük bir pot kırmıştı şov yapacağım derken. Atılan okla söylenen söz demiş ya, tam da sözünün bittiği an, hislerin cisim bulup görünür olduğu o anlardan birini yaşadım: “Ben ne bok yedim” diye düşündüğünü görmek için göze bile gerek yoktu. Fakat hayır, bunu deşecek değildim – henüz. Başladığım yolda ilerlemek en doğrusuydu. Duymazdan, bilmezden geldim.
“Kızınız hakkında araştırmam devam ediyor. Sizden önce kendisini tanıyan kimi kimselerle konuştum, herkes farklı bir şey dedi. Siz nasıl anlatırsınız kızınızı? Mutlu, mutsuz, optimist, pesimist, konuşkan, ketum… Söyleyeceğiniz her kelime çok kıymetli, onu sizden iyi anlatacak kimse olamaz.”
Rahatlamış gibiydi. Anlık tepkisine anlık tepki vermem işe yaramıştı. Az önceki gerginliğimizi unutmadan fakat üstünde de durmadan devam ettik.
“Mutlu değildi, yok. Hırsızlık yapan mutlu olur mu? Dertliydi, derdi neydi bilmem. Bir olurdu çok konuşurdu, bir olurdu ağzından laf alamazdın. Git gelliydi, yüzünde güller açan günün ertesi gözünden yaş dökülmeden saat geçmezdi. O derdi, dedim ya nedir bilmem, o yapıyordu bir şeyler ama…”
“Hastaydı mı demek istiyorsunuz?”
“Marazı olmayan böyle işe girer mi? Ben anlamadım çok zaman. Ne zaman yakaladım, ondan sonra oldu olan. Söyledim inkar etti ya bir kere, itiraf da zor geldi herhalde.”
“Ne zaman yakaladınız kendisini?”
“Anası öldükten birkaç gün sonra. Tam gününü bilmeye gerek var mıdır?”
“Bu kadarı yeterli” deyip konuyu anneye çevirip çevirmemek konusunda düşündüm, kızdan devam etmeyi uygun buldum.
“Peki bu hırsızlık olayından önce? O zaman nasıldı?”
“Bazı bir tatlı olurdu ki bilemezdin şeker midir bal mıdır. Konuşur, öter bıcır bıcır. Anlatır dururdu sen dinle dinleme. Her şeyi de anlatırdı. Çocuğu o gün sınavında beş almış, arkadaşı geçen gün kısır yapmış, kocası eve lahana diye kabak almış… Her şeyi. Bir dinler, iki dinler, üçte bırakırdın sonunda ama o da öyle mutlu olurdu.”
“Son zamanlarda, bu hırsızlık olayından başka bir değişiklik fark ettiniz mi kendisinde?”
“Yok. Ayten aynı Ayten’di. Vardıysa bir derdi, demedi bana. Bir gün geldiler, dediler ki başın sağ olsun kızın öldü. Ne öldü, ne zaman öldü, neden öldü… Sormanın anlamı var mı? Dün vardı bugün yok. Bugün varız yarın yokuz. Yaşlılar sıra sıra gençler ara sıra demişler, o aradan sırasını savdı kurtuldu. Kalan bizim işimiz ne olacak, biz kendi derdimize yanalım.”
“Nasıl öldüğünü söylediler mi?”
“Öldürdüler dedin ya? Nasıl olduğunun önemi var mı daha?”
“Ben yine de söyleyeyim: Evine bir dost olarak geldi katil. Kapısını çaldı, içeri buyur edildi ve ağırlandı. Bir su istedi belki sonra, belki bir lokma ekmek belki başka bir şey. Kendisine iyi davranan, kendisini misafir eden, belki kendisini dost sanan bu kimseye arkasını döndü kızınız bir an, o anda katil saldırdı. Ellerini boynuna geçirdi, sıktı, sıktı, sıktı… Canı bedenini terk edene dek sıktı. Sonra aldı cansız bedeni, sanki intihar etmiş gibi astı bıraktı öylece. İşte, kızınız böyle öldü.”
Kendimce biraz dramatik bir hava katarak dedeyi etkilemek istemiştim ama pek işe yaramış görünmüyordu.
“Ama öyle öldü ama böyle. Giden geri dönmüyor ya?”
“Dönsün ister miydiniz?”
“İstemez mi insan?”
“Pek öyle görünmediniz de…”
“Sana şov yapacak halim yok ya?”
“Ondan değil de… Siz de haklısınız. Herkes başka türlü gösterir içini. Sizce kim yapmış olabilir?”
“Kaç milyon insan var dünyada. Biri değilse diğeri yapmıştır.”
“Hiçbir tahmininiz yok mu? Her şeyi anlatırdı dediniz. Bir kişi, bir yer, bir olay?”
“Yok dedim ya? Olsa neyini saklayayım? Adalete saygım yoksa kızıma sevgim var. Aklıma gelen bir şey olsa neyse.”
“Eşine ne dersiniz?”
“Şeytan görsün yüzünü. Ne olduysa ondan oldu. Yirmi sene geçti ama derdi geçmedi. Tuttu kandırdı benim saf kızımı, bak şimdi sonu ne oldu…”
Öfkesi belliydi. Peki, neden suçlamamıştı kocayı?
“O öldürmüş olamaz mı?”
“O saf kızları kandırır, başka da bir şey yapamaz. İnsan kesmeyi geçtim ekmek bile kesemez. Yok, o olmaz. Olamaz. Onda erkekliğin binde biri yoktur, o yapamaz.”
“Peki, şüphe duyduğunuz kimse var mı? Yapmıştır diye değil de hani, ne bileyim, sevmezdi, kavga ederdi, ayrı düşerdi gibi?”
“Yok. Onun derdi bir benimleydi sonradan, bir de anasıyla ta doğumdan. Sor başka herkese, nasıl tatlı nasıl iyi olduğunu anlatır. Doğrudur da zaten. Cemali herkese, celali çıktı mı bize, budur dediğim. Böyle kızı kim, ne diye öldürsün?”
“Cinayet olduğundan eminiz. Cesetten cinayete geldik, cinayetten katile gitmeye çalışıyoruz şimdi. Hiçbir şey gelmez mi aklınıza, yardım etmesi olası?”
Tekrar tekrar aynı şeyi sormamdan sıkıldığı belli, az önceki boş bulunmuşluğu yüzünden kendini tuttuğu ondan da aşikâr, biraz da dişlerini sıkarak konuştu.
“Bilsem bildiğimi neye söylemeyeyim, desene hele?”
“Estağfurullah. Hani aklınıza gelmez bir an, sonra hiç beklemezken çıkar gelir bir köşeden. Öyle bir şey olursa diye. Anladım, ısrarın gereği yok. İzninizle birkaç başka şey sormak istiyorum, belki oralardan bir şeyler bulabiliriz. Vaktiniz vardır biraz daha, değil mi?”
Saatine baktı göz ucuyla, “devam et” der gibi başını salladı.
“Kardeşiyle ilişkisi nasıldı?”
“Onu geç. Başka sorun var mı?”
“Eşiniz de yeni vefat etmiş, başınız sağ olsun. O nasıl oldu?”
“Kalp krizi. Oturuyordu evde, birden sallanıp yıkıldı. Aradık ambulansı ama onlar gelene kadar çoktan ölmüş. Mukadderat, yapacak bir şey yok.”
“Allah rahmet eylesin. Bir hastalığı bir şeyi var mıydı?”
“Yaşlı kadın, olmaz mı? Sen de bu yaşa gel de gör, sağlık nasıl ham hayal!”
“Kalbi var mıydı?”
“Olmasa kalpten gider miydi?”
Gitmez miydi hiç? Giderdi gitmesine ama buna girmek gereksizdi o anda.
“Siz yanındaydım dediniz. Hiçbir iz, hiçbir işaret var mıydı gün içinde?”
Başını düşürüp gözlerini kaldırarak baktı.
“Sen ne diyorsun? Öldürdün mü diyorsun?”
“Haşa! Sizi suçlamak aklımın ucundan geçmedi geçmez. Sadece anlamaya çalışıyorum.”
Gözünü dikmiş bakmaya devam ediyordu, “öyle olsun” der gibi başını sallayıp konuştu.
“Ben dışarıdaydım o gün. Sabahtan işlerim vardı, çıkmıştım. Ben geldim, yarım saat geçti geçmedi ki yıkıldı öyle.”
“Otopsi yapılmadı, değil mi?”
“Kalp krizinin otopsisi mi olurmuş?”
Sert kaya olmanın da haddi olmalı değil miydi? Sona, en önemli yere gelmiştim artık.
“Önceki eşiniz…”
“Onu karıştırma!”
“Çocuğunuz olmuş muydu?”
“Karıştırma dedim. Çık. Çık git!” deyip hiddetle kalktı, kendisinden beklemeyeceğim bir güçle kolumdan tutup beni de kaldırdı. Gücü yetse belki savurup atacak, belki kapıya kadar sürükleyecekti ama gözü kesmedi herhalde. “Bırakın, yolumu biliyorum” deyip iyi günler diledim, arkamı dönüp kapıya gittim ve çıktım.
Öğrenmek istediğim her şeyi öğrenmemiştim belki ama ummadığım bir şeyi vermişti: Evet, daha önce evlenmişti ve evet, o eşinden çocukları vardı. Peki, bu konuda bu kadar sinirlenmesinin sebebi neydi?
Görecektik. Belki kızı bir ipucu verirdi.