Müdür
Müdürü yerinde bulduğumu belirtmeme gerek var mı?
Yalan söylememe gerek olmadığını düşünüp kendimi tanıttım, geliş sebebimi belirterek biraz konuşmak istedim.
“Eğer uzun sürmeyecekse, yarım saat sonra işim var da.”
Ne yüzünde korku vardı ne de lafımı ikiletti. Hemen listeden adını silecek değildim tabi. Kural kuraldı: Gerçek suçlu bulunana dek herkes suçludur.
“Yarım saat tutamayacağından emin olabilirsiniz, çok sorum da yok zaten.”
“Çay?”
“Hiç gereği yok, sağ olun. Ben…” derken “siz başlamadan” deyip sözümü böldü. “Soruşturma kapandı, intihar olarak kayda geçti diye duydum”?
“Doğru, öyle olmuş ama intihar olmadığına dair şüphelerimiz olduğu için tekrar bakıyoruz. Bu haberi kimden aldığınızı sorabilir miyim?”
“İsim vermem gerekir mi?”
Diş geçirmek lazımdı anlaşılan.
“Siz vermezseniz ben kendim de bulurum. Nasıl isterseniz.”
“Şey… Sevda Hanım. Ona sordum geçen gün, o söyledi.”
Vay vay vay… Bizim Sevda Hanım neler de yaparmış böyle?
“Şimdi kendisinin yanından geliyorum, bu konudan hiç bahsetmedi. Unutmuş olsa gerek.”
“Tabi, tabi ya. Yoksa saklanacak bir şey yok.”
“Değil mi? Şimdi, başından başlayalım. Ayten hanımla ne zaman tanıştınız?”
“Sanırım üç sene oluyor. Çocuklar için bir kursa gelmişti, öyle tanıştık. Konuşurken evde boş oturduğunu, bir işe yaramadığını söyleyip hayıflandı. Ben de kendisine burada yaşlılara okuma yazma dersi verebileceğini, böylece boş oturmaktan kurtulabileceğini söyledim. Biraz düşüneyim dedi, ertesi hafta gelip başladı.”
En sevdiğim insan türü: Sormamı beklemeden kendisi anlatan. Sevmiştim, ne yalan söyleyeyim?
“Üç senedir düzenli ders veriyor mu?”
“Evet. Kendisine sınıf açmadan buradaki arkadaşlarımızın biri hızlıca pedagoji öğretti, biraz da psikoloji. Sonra başladı. İlk geldiğinde dönem sonuydu, yeni yılla beraber kendisine bir sınıf açtık. Öğrencileri çok mutluydu, sınıfını iki yaptık. Siz soracaksınız, ben söyleyeyim, başta gönüllü olarak başladı ama bir gün utana sıkıla yanıma geldi ve maddi sorunları olduğunu, ücret alabilip alamayacağını sordu. Hemen kadro ayarladık, az da olsa bir geliri oldu böylece. Son iki dönemdir de resim dersi veriyordu çocuklara. İki dediğim, birisi bu dönem işte. Başladı ama…”
“Anlıyorum. Ben sormadan anlattığınız için de teşekkür ediyorum. Şimdi biraz özele inelim eğer sizin için mahsuru yoksa. Sizce nasıl biriydi? Mutlu, mutsuz, hayat dolu, depresif, sıcakkanlı, soğuk… Nasıl tanımlardınız kendisini?”
“Çok iyi biriydi, tanıdığım en iyi insanlardandı diyebilirim. Hayat dolu, sevecen, sıcakkanlı, öğrencilerinin sorunlarını çözmeye çalışan, çocuklarının mutluluğu için elinden gelen her şeyi yapan… Çok iyi biriydi, kelimenin tam anlamıyla çok iyi biriydi.”
Üzüntüsü gözle görülüyordu.
“Böyle birinin intihar etmesini de beklemezdiniz tabi?”
“Bundan emin değilim. Oda arkadaşım da intihar etti, ben üniversitedeyken. Baksanız hayat dolu, şen şakrak, mutlu biriydi. Bir akşam dönmedi odaya, yine bölümde kalmıştır dedik. Sabah duyduk ki kendisini atmış MM’den. Hala inanamıyorum.”
“MM?”
“Ah, pardon. Seneler geçti ama alışkanlık gitmedi. Mühendislik Merkez binası, ODTÜ. Hemen her sene birisi intihar eder, bunların da çoğu Aykut gibi mimarlık öğrencisidir. O seneki tek intihar onunkiydi, keşke olmasaydı…”
Anlıyorum, başınız sağ olsun. Ona da Allah rahmet eylesin. Konumuza dönersek… Sevda Hanım, Ayten hanımı evinde de ziyaret ettiğinizi söyledi?”
Neden geldiğimi bilmiyor değildi ya? Yine de sıkıldığını hissettim. “Evet, ettim” dedi sadece, vakit kazanmaya çalıştığı çok belliydi. Bir şey söylemeden kendisini izlemeye devam ettim. Sessizlik gerginlik, gerginlik hata demekti. Vaktim boldu, dede bir yere kaçmıyordu. O da anlamış olacak ki sıradan bir nefesi derince verdi, kapıya gidip kilitledi, yerine oturmadan pencerenin önünde “evet, birkaç kere ziyaretine gittim” dedi tekrar ve tartılı bir sesle – ve ben, tabi ki, bir şey demedim yine.
“Adınız Adil demiştiniz, değil mi?”
“Evet. Savcı Adil.”
“Sır saklamayı bilir misiniz?”
“Bilsem dahi söz veremeyeceğimi tahmin edersiniz.”
“Biliyorum. Yine de konuyla ilgili olmadığı sürece şimdi anlatacaklarımın aramızda kalmasını sizden rica ediyorum.”
Gülümsedim. “Bu kadarından emin olabilirsiniz. Zaruri olmadığı sürece anlatacaklarınız aramızda kalacak. Yine de buna çok güvenmemeniz gerektiğini hatırlatmalıyım. Benim işim gizlediklerinizi açığa çıkarmak, siz söylemeseniz de ben bulurum. Belki bugün, belki yarın fakat mutlaka.”
Yüzünde garip bir rahatlama belirdi. “Öyle ya, siz ne de olsa bulursunuz. Dilimizden dökülene dek zihnimizde yankılanan sözler, bir defa ağızdan çıkınca yok olmaz, evrenin ucuna ulaşana dek varlığını sürdürür. Boşuna laf ağızdan bir defa çıkar dememişler ya?”
“Beni anlamanız gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden izin verin biraz uzun konuşayım. Size yalak söylemeyeceğimden emin olmanızı temenni ederim. Öyle olsa uzun uzun anlatmazdım, değil mi? Neyse…
“Ben İzmir’de doğup büyüdüm. Ailem, şehrin namının aksine, bayağı tutucudur. Bakmayın, taassup yeri geldi mi erkeğe de hayatı öyle zehir eder ki kadın olsam daha iyiydi diye düşünebilirsiniz. Ben öyle düşündüm en azından. Çok zaman…
“Üniversiteyse buradaki de üniversite, Ankara neyine gerek demişti babam. Tam da darbenin sonrasında gidip anarşist mi olacaktım? Bu tabi, asıl düşündüğünün üstünü kapatma yoluydu. Anarşi kalmamıştı, asker hala başımızdaydı. Derdi, benim elinin altında durmamdı. Gözü üstümde, eli üstümde, her hareketimi izleyecek, gerekli görürse müdahale edecek. Bense duramazdım daha fazla. Gitmem, kurtulmam lazımdı. Yoksa, yoksa biliyordum, yoksa hayatta olmazdım şu an.
“O intihar psikolojisini çok iyi bilirim ben. Gençtim evet, her genç gibi ben de dünyayla kavgalıydım ama bu başka bir şeydi. Boğulmak, hissettiğim tam da buydu. Gülmem gerektiği için, sadece benden beklenen bu olduğu için gülüyordum. İçimden yemek gelmiyordu, sırf daha fazla soruyla muhatap olmamak için yiyordum. Uykum zehirdi, uyanıklığım zehir. Hayır, duramazdım daha fazla. Gitmek benim için bir tercih değildi, bir zorunluluktu. Gitmeseydim yok olacaktım. Hayır baba dedim, buradaki de üniversite diye bir şey yok. Daha iyisi varken kim daha kötüsünü ister? Gidecek ve dengim olanlarla beraber okuyacağım.
“Yo, kavgayla ayrılmadık. Razı değildi, doğru, ama boyun büktü. Sonradan anladım, benimle Ankara’ya gelen kuzenimin, kendi kardeşinin kızının, beni gözetleyeceğine inanmış. Fakat bir şeyi hesaba katmamıştı: Benim gibi kuzenim de illallah etmişti. Gözcü özgür ben özgür, memlekete dönmeden önceki akşam buluşup ailelerimize ne anlatacağımızı kararlaştırıyor, sonra otobüste tekrar ediyor, böylece onca sene yaşamadığımız özgürlüğü, birbirimizden de güç alarak yaşıyorduk.
“Ben okulun yurdunda kalıyordum. İlk sene bitti, hazırlığı geçtim ve dönüş vaktim geldi. Hastalandım, inanır mısınız? Ateş, mide bulantısı, kusma, bitmez baş ağrısı… Bir hafta yattım. Hafta bitince, bölümden bir şekilde tanıştığım bir hocama gittim. Dedim böyle böyle, ben gidemem. Ne olur beni burada tutmak için bir yol bulalım. Sağ olsun, hayattaysa Allah uzun, sağlıklı ve mutlu bir ömür versin, ciddiye alıp dinledi beni. Kardeşinin dükkânı varmış, orada çalışır mısın dedi. Dedim ben daha ne isteyeyim? Böylece ailemden uzak ilk yazımı geçirdim.
“Birinci sınıfa başladığımda çalışmaya devam ettim. Dersler ağır, iş yorucu ve kafa dağıtmam lazım. Zorla bir kız arkadaş buldum kendime ama ne kadar zorlasam da olmadı, ilgi duyamadım kendisine. O da fark etmiş olacak ki ayrıldı benden. Yine zorladım, yine bir kız arkadaş buldum, yine ayrıldım. Sonra yurtta bir arkadaş buldum kendime, bir alt kattan. Orada kendimi buldum sonunda. Ailemden uzaktım zaten, onlara kendimi beğendirmek için kız arkadaş aramam beyhudeydi. Yalan yok, çok işime de yaradı bu deneyim. Ne olmadığımı artık net olarak biliyordum.
“Eşcinsel olduğumu biliyordum. Koca lise dönemim boyunca hiç kız arkadaşım olmadı. Erkekleri beğendiğimde onlara yanaşamadığımı da tahmin edersiniz. Cesaretimi toplamam, kendimle yüzleşmem için 20 yaşıma dek beklemem gerekti. Sonuçta da… Sonuçta da kendimi buldum. Aileme bu durumu açmadım, senede bir ya da iki defadan fazla ziyaretlerine gitmedim de. Neye koşacağımı bilmesem de neyden kaçacağımı biliyordum ve ailem, bu listenin tepesindeydi. Anlatsam anlamazlardı, gerek de yoktu.
“Okulu bitirdim, biter bitmez askere gittim, oradan da İstanbul’a geldim ve çalışmaya başladım. O gün bugündür bayramdan bayrama, o da iki bayramı birleştirerek giderim sadece. Ailem sağcı, okulum solcu, ben orta yolcu, böylece yaşayıp geldim bugüne fakat yaş geçiyor, zihin de değişiyor.”
Değişince ne oluyor peki? Dışarı bakıyordu. Attığı uzun tiradın bir yere bağlanacağını umarak bekledim. Aksi gibi ben bekledikçe o da bekledi. “E” dedim sonunda. Sanki başka bir diyardan dönmüş gibi yüzüme baktı. “Pardon” dedi. “Dalmışım”.
“Ne diyordum? Evet, yaş geçiyor. Annem ve babam hasta. Torunumuzu görmeden gönderme bizi diyorlar. Ha deyince olmuyor ki bu meret? Üstüne kadınlarla olan ilişkim… Ayten, çocuklara bakacak birini bulsa boşanıp kurtulmak istiyordu. Benim için bulunmaz fırsattı bu. Dilerse evlenebiliriz dedim. Pek yanaşmadı ama karşı da çıkmadı. Çocuklar beni sever mi, bunu görmek için birkaç kere evinde ve dışarıda buluştuk. Yaşları küçük, babalarını tanıyorsalar da unutmaları zor olmaz. Bana baba demeleri tabi, o çok başka bir hikâye.
“İște, kendisiyle olan ilişkimi de, neden evini birkaç kere ziyaret ettiğimi de öğrendiniz. Sizden, gerekli olmadıkça bunu bir sır olarak tutmanızı diliyorum. Malum, kara haber tez duyulur demiş merhum.”
“Dediğim üzere, mecbur kalmadıkça bunu açığa çıkarmayacağıma söz veriyorum fakat birkaç soru geliyor aklıma. Birincisi, Ayten Hanım bildiğim kadarıyla boşanma davası açmadı. Bu durumda kendisiyle nasıl evlenecektiniz?”
“Dediğim üzere, henüz buna karar vermiş değildi. Vaadim rahat bir hayattı: Gelirim dördümüze de yeterdi. O dilediği kişiyle görüşüp buluşabilirdi, ben de tabi. Ailemin karşısına bir anda büyümüş çocuklarla çıkmam garip kaçacaktı ama torun arzuları bunu göz ardı etmelerine izin verirdi sanırım. Sonuç hepimizin faydasınaydı, değil mi?”
“Öyle bakınca” deyip düşündüm. Sevda, Ayten’in çocukları da alıp evden gitmesini istediğini söylemişti. Müdür ise aksine çocuklarla buluştuğunu söylüyordu. Yalanlar, yalanlar…
“Kendisiyle en son ne zaman görüştünüz?”
“İntihar ettiği gün için sözleşmiştik ama öğlene doğru arayıp ertelemek istediğini söyledi, ben de kabul ettim. Şahidim tabi ki yok ve bu beni şüpheli yapıyor, farkındayım. Bir zanlı gibi görünmemek için her şeyi olduğunca açık şekilde anlattığımı tekrar etmek isterim.”
“İyi niyetinizi takdir etsem de isminizi bir çırpıda silemeyeceğimi de siz takdir edersiniz. Son olarak, sizce kim öldürmüş olabilir? Kimseden korkuyor muydu? Tehdit, zorlama? Bir bilginiz var mı?”
“Ketumdu bazı konularda. Mutsuz bir evliliği vardı ama detaylarını hemen her zaman kendine saklardım mesela. Eğer tehdit eden biri vardıysa da bundan hiç bahsetmedi. İntihar etmeyeceği muhakkak, ne iyi ki buna inanmayan benden başkaları da var.”
“Kimden şüphelendiğinizi söylemediniz?”
“Şüphelenecek kimseyi bilmiyorum çünkü. Belki eşi? Bizde evi terk etmek namus meselesidir malumunuz. Belki babası? Bildiğim kadarıyla onunla da arası pek yoktu. Sevda Hanım? Bilmiyorum. İnanın bilmiyorum. Sizin bulacağınızaysa imanım tam.”
“Yeni tanıştığınız biri hakkında iddialı bir düşünce?”
“Senelerce insanlarla iş yapa yapa sonunda bazı çıkarımlara daha kolay varabiliyorsunuz.”
“Öldüğü gün iş yerinizdeydiniz. Şahidiniz var mı?” diye oltayı attımsa da yutmadı.
“Hayır, burada değildim. Önce yemek yedim, sonra parkta biraz yürüyüş yaptım. Ve hayır, şahidim yok. Benden şüphe etmemeniz gerektiğiniyse kendiniz fark edeceksiniz, benim ısrar etmeme gerek yok.”
Sözleri bitmişti, benim de sorularım. Saatine baktı, izin isteyip oradan ayrıldım. Vakit öğleni çoktan geçmiş, akşama ulaşmıştı. Babaya gitmeyi düşünüyordum ki telefonum çaldı. Arayan Rıfat Efendiydi.
“Be hayırsız, ben seni hanıma, beni bir daha arayıp sormayasın diye mi verdim?”
Haklıydı. En son iki ay önce buluşmuştuk. “Güya masa başı iş buldum ama oradan oraya koştururken…” dedim ama cümleyi tamamlayamadım. Kendi inanmadığım şeye onun inanmasını nasıl beklerdim?
“Kızım da olmasa inanacağım bak. Senin yoktu yalan söyleme huyun, meslek hastalığı bu kadar çabuk mu baş verdi?”
“Ben de inanmadım ki bitiremedim cümlemi Rıfat Efendi. Ne desen haklısın. Bu ara…”
“Bırak şimdi bu arayı. Kızımı da alıp gel. Bahane kabul etmiyorum, işin varsa onu da bırak gel.”
“Hayır olsun, bir sorun bir sıkıntı yok inşallah?”
“Bu yaştan sonra benim sizden başka ne sıkıntım olacak? Kalkın gelin de sıkıntım geçsin.”
Daha ellisine varmadan bu yaştan sonra demesinden başka bir sorun yoktu o ki, tamamdı. Muhammed Cuma günü gelse bile baba, dede ve teyzeyi görmek için vaktim vardı zaten. “Tamam” dedim. “Ben hanımı arayayım sorayım, müsaitse beraber gelelim. Değilse de ben kalkıp gelirim, yakınım da zaten”.
Alacağını almıştı ben ikiletmeden, “bekliyorum” deyip telefonu kapattı. Aksi gibi Anahit’in arkadaşlarıyla buluşacağı tutmuş, söz de vermiş bir defa, acele yanından otobüse atladım trafiğe kalmamak için ve iki koca ay sonra Rıfat Efendiyle hasret giderdik. O, her zamanki gibi konuşkandı fakat suskunluğum dikkatini çekmiş olacak ki “susmak dert, söylemek dermandır. Söyle, belki dermanını bulalım” dedi.
“Bir dosya Rıfat Efendi, ilginç bir şey. Savcıya göre intihar ama kadının kendini öldürmediği açık. Kim yaptı, neden yaptı, neden intihar süsü verdi, bunları düşünüyorum.”
“Anlatsan ya biraz daha” dedi masasında öne eğilip. “Bugün değil. Daha ifadeleri okumadım, şüphelilerin hepsiyle konuşmadım. Bir konuşayım, öyle anlatayım.”
Israr etmedi. Onun yerine bin bir şey anlattı her zamanki gibi, hiçbiri hatırımda kalmayan, sonra da dokuz gibi arkadaşlarından ayrılan Anahit’in yanına gittik ve güzel bir akşam yemeğiyle o günü kapattık. Ertesi gün direkt aileyle konuşacaktım. Heyecanım büyüktü, boşuna da değildi.