You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Hiç Kimse Cinayeti

Dosya Açılıyor

Kâmil abinin odasına döndüm, “gel bakalım Savcı Efendi” diyerek karşıladı.

“Anlat bakalım, katil kim?”

“Hangisini söylesem diğerinin hatırı kalır ama hiçbiri de diğerine üstün değil. Sırayla gidelim, önce baba. Evden kaçan eşini aramıyor ama bulduğunda da peşinden ayrılmıyor. Halbuki halk eğitime gidip gelmeye devam etmiş, istese ertesi gün eşini bulur, onunla konuşurdu. Neden yapmadı? Geri dönmesini istemiyordu desek neden önce oğlunu yolladı, sonra kendisi gitti birkaç kere? Bu düğümü çözmemiz lazım.”

“Var mı bir açıklaman?”

Kafamı salladım. Onun da yoktu. “Devam et” der gibi elini oynattı, ben de devam ettim.

“İkincisi dede. Başta evliliklerine onay vermemiş ama Muhammed on altı yaşında desek, evlendiklerinde de ana rahmine hemen düştü desek on yedi sene geçmiş üstünden. Neden bunca sene beklesin? Hadi bekledi diyelim, şimdi ne değişti de kendi kızını kendi elleriyle öldürdü? Hem kadın evini terk ediyor ve babasının yanına değil arkadaşının yanına taşınıyor?

“Burada teyzeye de geliyoruz. Muhammed pek bir şey söylemedi kendisi hakkında. Aslında hiçbiri hakkında çok şey söylemedi ya, neyse. Araları pek iyi değilmiş, tamam ama ne oldu da kadın evi terk etmeden önce bozuldu? Para dedi ya, bu beni tatmin etmiyor. Köy yeri olsa para için kardeş kardeşi vurur ama burada da olur mu? Olmaya olur ama yanlış, daha doğrusu eksik bir şey var.

“Sonra ev arkadaşı. Aralarındaki tek masum olabilir, çocuklarla beraber dışarıdaymış. Çocuklara sorarak bunun doğru olup olmadığını görürüz. Doğruysa listeden bir kişi eksilir. Tabi… Tabi çocukları başka birine kısa süreliğine bırakıp eve gelmiş de olabilir. Evde olmadığına dair şahitleri de var, polise haber veren de kendisi. Şüphelenilmeyeceğinden emin olmaması için bir sebep yok.

“Son olarak gizemli iki erkeğe geldik. Bunlar hakkında tüm bilgimiz de ev arkadaşından. Gerçekten varlar mı? Varsalar kim bunlar? Eve girip çıkabildiklerine göre yakın olmaları gerekli. Ne zaman nerede böyle yakın oldular ve aralarındaki ilişki neydi? Hem zaten, Kâmil abi, hadi biri erkek arkadaşı diyelim. Öbürü kim? İki tane olacak değiller ya? Hem neden öldürsünler ki? Haklarında hiçbir şey bilmiyoruz, belki neden öldürmesinler demek daha doğrudur.

“Bilmiyorum, anlam veremiyorum. Dedim ya, birini desem diğerinin hatırı kalıyor. Sen ne diyorsun?”

“İyi özetledin ama atladıkların var. Çocuğun kendisi mesela, katil olamaz mı?”

“Bize neden geldi ki o zaman? Tutup yakalamamız için mi?”

“Düşün. Üç çocuğun var ve evi terk ediyorsun. Neden birini geride bırakırsın? Tabi bunu başka türlü de sorabiliriz: Neden ikisini yanına alırsın? Hem de baban hala hayattayken, yani yanına sığınacak birine sahipken başka, belki tanımadığın birinin yanına taşınırken? Bu çocukta bir iş var, orası kesin. Ne olduğunu şimdilik bilmiyoruz, o kadar. Fakat öğreneceğiz.”

“Hadi geri kalanını geçtim, adını nasıl tahmin ettin” diye olanca merakımla sordum. Bir sinirle yüzüme bakıp “vakti mi ulan kerkenez, önce aklını bir çalıştır” diye kızdı, sonra sakince devam etti.

“Annesine kırgın, bunu anladık. Babasıyla derdi annesini sevmesinden, haliyle ona kötü davranmasını kabul edememesinden mi yoksa gerçekten babasından mı şüpheleniyor? Baktın mı tüm okları adama çevirmek çok kolay. Evinden kaçan karısı dönmeyince bir sinirle eşini öldüren erkek. İndirim bile verirler buna. Çok klasik, çok standart. Fakat savcı buna ikna olmamış. Delil yetersizliğinden mi yoksa başka sebepten mi?

“Çocukla babayı geçtik. Teyze. Doğru dedin, para için kardeş kardeşi öldürür. Burası Türkiye, fiyatını buldun mu herkes her şeyi yapar. Fakat belki de teyzenin derdi kardeşindeki para değildi, yaptığı iş için para aldı? Eşi ölmüş dede, kızından kalan son hatıra olan torunlarını babalarına bırakıp çekiliyor. Hislerim beni yanıltmıyorsa cenazeden sonra onları ziyaret bile etmedi. Eğer öyleyse bu kadar senedir onları hala kabul etmediğini düşünebiliriz. Kendi yapamadığı işi kızına yaptırmış olamaz mı? Ama karşılığında bir şey vermiş olmalı. Bu ne olabilir?

“Ev arkadaşı… Yazdığın senaryoyu beğendim ama küçük bir eksiklik var: Çıkarı neydi? Diyelim ki dede, teyze yerine ona yaptı teklifini. Cinayet ucuz iş değildir. Ne diyoruz? Önce motivasyon, sonra fırsat. Katil her kimdiyse fırsatını yaratmış, elimizde görgü tanığı olmadığı gibi delil de yok. Yapan muhakkak önceden planladı. Kim ve neden?”

“Bizim bir yolunu bulup dosyaya ulaşmamız ve en azından olay yerini görmemiz şart. Şu polis, neydi adı… Mazlum, Mazlum Keskin. Ona ulaşabilirsek…”

“Çok sürmez. Sordum, yerini bulur söylerler, gider bir bakarsın.”

Hangi ara sormuştu? Telefonuyla oynarken tabi, o zaman olacak? Elimizdeki kıt bilgiyle şu an bir sonuca ulaşmamız bir yana, bir ipucu edinmemiz bile zordu. Beş dakika kadar karşılıklı ve sessizce oturduk oturmadık, telefonu çaldı. Mazlum’u bulmuştu. İstanbul Emniyet ellerimden öperdi. Detayları gereksiz, yarım saatlik dil dökme sonucu savcının adını aldım, mesai bitmeden gitmiş olsam da odasında bulamadım.

Ertesi sabah ilk işim tekrar savcıya gitmekti. Yine detayları önemsiz, Kâmil abinin de yardımıyla dosyanın bir kopyasını, biraz da zorla edindik. Savcıya teşekkür ettik, Kâmil abiyle ofise döndük ve zihnimi sonradan bulandırmaması için sanık ifadelerini bir kenara bırakıp olan bitene, polisin topladığı delillere baktım.

Maktulenin adı Ayten’di, Ayten Çıra. Nüfusa göre otuz beş yaşındaydı. Evli, üç çocuk annesi. Liseyi son sınıfta bırakmış çünkü, sanırım, ilk çocuğu Muhammed doğmuş ve o doğmadan üç ay önce nikah yapmışlar. İkinci çocuğu ilkinden beş, üçüncüyse ikinciden bir sene sonra doğmuş. Ablası kendisinden iki yaş büyük, erkek kardeşi yok. Buraya kadarı standart bir aile profili çiziyor, değil mi? İlginç olan kısmı sona sakladım:

Babasının adı da Muhammed, yaşı altmış dokuz. Ayten doğduğunda otuz dört yaşında, ablası Aynur doğduğunda otuz iki. Eskinin insanı hiç bunca sene çocuk için bekler miydi? Dahası da vardı: Eşi, Münire, elli beş yaşında ve Ayten’den sadece üç ay önce ölmüştü.

Olay yeri fotoğraflarına baktım sonra. Salon duvarının dışından geçen doğalgaz borusuna bir ip takılmış, kadın da buradan sarkıtılmıştı. İlk dikkatimi çeken, asılı duran kadının yanındaki koltuğun uzaklığı ve altında sandalye, sehpa, kutu… Hiçbir şeyin olmadığıydı. Bu, intihar ihtimalini ortadan kaldıracak bir delil değil miydi? Neden polis ve savcı bunu hiç dikkate almamıştı?

Dahası da vardı. Evet, evde boğuşma izi yoktu. O gün misafiri her kim idiyse kadın kendisine hiç zorluk çıkaramamıştı. Otopsi raporuna göre darp yoktu, zehirlenmiş veya uyutulmuş da değildi – bedeninde parmak izi olmadığı gibi başka kimsenin dokusuna rastlanmış da değildi. Katil işini bir profesyonel edasıyla görmüştü.

Ev düzgün ve düzenliydi. Doktor, ölümün saat üç buçukla beş arasında gerçekleştiğinden emindi, polisse saat beş buçukta aranmıştı – yani cinayetten iki ila yarım saat sonra.

Bulduklarımı anlatmak için hemen Kâmil abinin odasına gittim.

“Sanırım birkaç bir şey buldum” dedim önceki gün Muhammed’in oturduğu koltuğa oturarak.

“Anlat.”

“Kadın intihar etmiş olamaz. Bak şu fotoğrafa” deyip kadının duvara yapışık fotoğrafını gösterdim. “Altında hiçbir şey yok. Hadi duvar boynunun kırılmasını engellemedi diyelim. Olmaz ya, inanalım. Bu kadın neye basıp oraya çıktı? Bu bir cinayet, bundan eminim”.

“O kadarını zaten biliyoruz. Başka neler buldun, onu anlat.”

“Evlilikleriyle Muhammed’in doğumu arasında üç ay var. Nikah, kadın on yedi yaşındayken yapılmış, on sekizini beklememişler. İkinci ve üçüncü çocuk arasında bir yaş varken Muhammed ve ikinci çocuk arasında beş yaş var. Sonuncu için hiç beklemezken ikinci için neden beş sene beklemişler?”

“İnsanların uçkurlarının çetelesini tutacak değiliz ya? Benim bir arkadaşım vardı üniversitede. Biz son sınıftayken kardeşi oldu. Çocuk sever gibi kardeşini sevip büyüttü.”

“Tamam, kaza kurşunu olur ama bence bunda da bir iş var. Sonra… Dede yetmişine merdiven dayamış, anneanneyse elli beş yaşında. Ayten’in ablası Aynur doğduğunda on sekizinde. Bu yaşta kız alacak biri otuz üçüne dek bekar gezmedi ya?”

İlgisini çekmeyi başarmış mıydım sanki?

“Dede yetmiş, anne otuz beş. Muhammed? On yedi. Kadın da annesinin izinden gitmiş demek ki. Dedenin başka evliliği var, ondan da çocukları var diyorsun?”

“Sen benden iyi bilirsin Kâmil abi, eskinin adamı erkek bulana kadar devam etmez mi? Eğer oğlu varsa etmez. Değil mi?”

“Olabilir, olmaya da bilir. Başka?”

“Anneanne, anneden üç ay önce ölmüş ama sebebi yazmıyor. Bunların arasında bir ilişki varsa” dedim, cümlemi Kâmil abi tamamladı.

“Dedenin torunları neden yanına almadığını da açıklamış oluruz. Yalnız çifte cinayetten bahsediyorsun, farkındasın değil mi?”

“Belki dahası da vardır ama biz bilmiyoruzdur, olamaz mı?”

Önündeki bilgisayar boynu bükük dururken yine bir kâğıt alıp kabataslak bir çizim yaptı.

“Bu dede, bu önceki eşi. Ondan en az bir oğlu var. Sonra, bu yeni eşi. Bundan da iki kızının olduğunu biliyoruz. Küçük kızı on sekizinde, yok on yedisinde, evleniyor, Muhammed doğuyor. Beş ve altı sene sonra da kardeşleri. Şu ev arkadaşı, burada da katil aile dışı biriyse o var. Bu mudur?”

Baktım, onayladım. Biraz kendisinden fikir almak, daha çok da planımı bilmesi için ona bırakmadan konuşmaya devam ettim.

“İfadeleri şimdilik okumadım ki aklımı bulandırmasınlar. Önce iki düğümü çözmem gerekli. Birincisi dede. Daha önce evlendi mi? Evlendiyse çocukları var mı? Bir de maddi durumu. Kızına yardım ediyor muydu, edecek varlığı var mı? Varsa miras nasıl pay edilecek? Eşi ölmüş, demek ki iki kız yarı yarıya bölüşecek. Teyzeye bu yarı yetmiyorsa ondan kurtulmuş olabilir, bu durumda sıra dedeye gelmiş demektir.

“İkincisi ev arkadaşı. Hakkında hiçbir bilgim yok. Kırk yaşında, dul ve çocuğu yok. Bu kadar. Bu eve gelip giden adamlar kimler? Ne zaman nerede tanıştılar, nasıl aynı evde yaşamaya karar verdiler? Yani birbirlerini en azından bir zamandır tanıyor olmaları lazım, ev arkadaşı ha deyince bulunmaz. Nasıl öldü, kadının evi terk etme nedeni neydi…

“Bilginin çoğu bu ikisinde. En azından hikâyeyi anlamamız için bunları bir iyice sallayıp dökülenleri toplamam lazım. Sonra… Sonrasını göreceğiz.”

“Şu fotoğrafa bir baksana” deyip kadının fotoğraflarından birini önüme koydu Kâmil abi. Tekrar baktım ama bir şey göremedim. İpucu mahiyetinde herhalde, “eline bak eline” diye ekledi gözlerim fırıl fırıl bir iz ararken. Eli bildiğimiz eldi işte. Kısa boyuna rağmen ince uzun parmakları vardı. Ne görmem gerekti?

“Yüzük. Kocasını terk eden bir kadın neden yüzük takmaya devam eder?”

“Neden eder? Ya alışkanlık, ya kendini dışarıdaki tehlikelerden korumak için bir önlem. İlkiyse neyse de ikinciyse mahalle de pek tekin değil demek. İki yalnız kadın neden orada yaşar ki o zaman?”

“Değil mi ya? Bak bana, yüzüğüm filan yok. Esaretten kurtulunca ilk iş o altın prangayı söküp attım. Peki, bu kadın neden atmadı? Var bunda da bir iş. Bir de bak, vücudu beyazlamaya başlamış ama yanakları hala kırmızı, allık olsa gerek fakat başka makyaj yok. Saçı da yapılmamış. Yüzü boyasız, gözü boyasız, misafiri için güzellenmemiş yani. Bu allıktan da bir şey çıkabilir.”

“Allıktan ne çıkacak Kâmil abi?”

O da bilmiyordu ama bunu da yazdım kafama. En onulmadık yerden neler bulunuyordu. Hayat Agatha Christie romanı olmasa da saçma sapan şeyleri dikkate almak gerekti.

“Teyzeye en son gideceğim” diyerek konuya döndüm. “Ondan pek bir şey çıkacağını sanmıyorum şimdilik. Ev arkadaşıyla başlayacağım, sonra dede. Bugün mahkemem yok hazır, çıkayım bakayım”. Başka bir şey demediğine göre tamamdı. Bir şeyi ben merak ediyordum ama, sormadan duramadım.

“Biz bu işten beş para almayacağız, üstüne savcının yapmadığı işi yapıyoruz. Bu kadar iyi miydik biz?”

“Alacağız” dedi, virgülün yerine nokta koyup bıraktı. Kimden nasıl alacaktık bilmiyordum ama sormaya gerek yoktu. Çıktım.

Haritayı rotamı çizmek için incelerken evlerin birbirine yakınlığı dikkatimi çekti. Dede Silivrikapı’da, Rıfat Efendiye görece yakın bir yerde oturuyordu, teyze Dikilitaş’ta. Babanın evi Karagümrük’teydi, anne Kıztaşı’nda. İstesen Eski İstanbul’a böyle yerleşemezdin, bütün Suriçi’ne dağılmışlardı neredeyse.

Binadan çıktım, sola dönüp yürümeye başladım. Otobüsle aynı süreyi alacaktı zaten, ben de o arada sorularımı hazırladım. İstikamet Kıztaşı’ydı – ev arkadaşı.