You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Hiç Kimse Cinayeti

Mahpus

Ablayla konuşmamın üstünden iki gün geçmişti. Adliyeden dönmüş işlerime bakarken içeriden Kâmil abi “Savcı, koş ulan koş” diye bağırdı. Gayriihtiyari masayı koltuğu devirip emre itaatle hemen yanına koştum. 

“Duydun mu haberleri?” 

“Ne olmuş?” 

“Senin dede şapa oturmuş. İfadesine başvurmak üzere çağırmışlar, hazır gelmişken biraz misafirimiz olsun demişler.” 

“Gözaltında. Suçlama neymiş?” 

“Onu henüz bilmiyorum. Git bir bak hele.” 

Önce dükkânın kapısına, oradan binanın kapısına koştum. Paltomu giymediğimi fark edip geri dükkânın kapısına, tekrar binanın kapısına, sonunda yolun kenarına koştum ve paraya kıyıp geçen ilk taksiye el edip durdurdum. 

“Nereye gidiyoruz kardeş?” 

Nereye gidiyoruz? Ne bileyim ben. Sormadım ki? Uygun bir yer bulamayıp ta Topkapı’dan döndük. Kapıdan kapıya koştum, Kâmil abinin kapısını vurmadan girip ilk küfürümü yedim – hemen ardından da ikincisini. 

“Telefonun yok mu oğlum senin?” 

“Onu mu hatırlıyorum ben Kâmil abi? Herifi ilk defa içeri alıyorlar. Heyecanlandım birden.” 

“Ulan ne güzel kızla evlisin, yetmiş yaşında adam aklını başından alıyor. Kalk git. Hadi.” 

“Kırıcı oluyorsun.” 

“Hala burada mısın lan sen?” 

Yine koşturup kapıda bekleyen taksiye bindim, bu defa gerekli tüm bilgiyi haiz şekilde adliyeye ulaştımsa da dedeye ulaşamadım. Savcı, önceki dosyayı kapatandan ve başsavcıdan farklı olan bu savcı, emrini vermişti: Avukatları dışında görüş yasak. Büyük bir şeyler döndüğü belliydi de neydi bu büyük şeyler? 

Bir umutla başsavcıyı yokladım, yerinde değildi. Bana düşen yine beklemekti, ben de bana düşeni yaptım. Başsavcı odasına akşama, mesainin sonuna doğru döndü. Önce beni tanımadı, kim olduğumu hatırlattığımda mesaiden sonra görüşebileceğimizi söyledi. Başım üstüneydi, beklemeye koyuldum. 

Mesai sonunda arabasına yürüdük, baş başa yola çıktık. 

“Senin adın Savcı’ydı, değil mi?” 

“Öyle efendim.” 

“Anan baban doğuştan mesleğini belirlemiş. Sen neden avukatlık yapıyorsun? Girsene sınavlara?” 

“Eşimin okulu biraz uzadı. Uzamasaydı bu sene girecektim sınavlara.” 

“Gir gir. Gir de çeşit çeşit itle köpekle uğraşmak nasıl bir şeymiş bir gör.” 

“Beni savcı olmaya ikna etmek için mi görüşmek istediniz?” 

“Ha. Sahi, derdin ne?” 

“Tahmin edersiniz sanıyorum. Muhammed Şahin, veya Muhammed Aygül. Bugün ifadeye çağırılmış, sonra gözaltına alınmış. Suçlama nedir, bunu merak ediyorum.” 

“Eh, ayağıma gelmenden anlamalıydım zaten. Suçlama ne… Sence ne?” 

“Kaçakçılık.” 

“Hayır, suçlama yok. Henüz.” 

“Gözaltına neden alındı o halde?” 

 “Önce sen söyle. Neden kaçakçılık dedin?” 

“Vaktinde Irak hududunda askerlik yapmış, askerden döndükten bir sene sonra kaçakçılıktan yargılanıp iki sene yatmış. Ben hala bu işten ekmek yediğini düşünüyorum. Dahası da var, özellikle ilgilenmediyseniz bilmiyor olabilirsiniz. Adı Muhammed Şahin. Soyadını Aygül olarak değiştirmiş fakat Şahin’i kullanmaya devam etmiş. Ne konuda ifadesine başvurulmuş?” 

“Kara para. İki gün önce dört kişi alındı. İfadede adını vermişler, bizim çocuklar da davet etmiş.” 

“Polise değil savcıya… Bu işin içinde daha büyük bir iş olduğunu mu düşünüyorsunuz?” 

“Benim ne düşündüğüm bana kalsın. Bu herifi sen benden çok tanıyorsun. Kara paraya bulaşacak bir tip mi?” 

“Eğer gerçekten kırk yıldır kaçakçılıktan ekmek yiyorsa bence kara paraya da girebilir. Fakat kara para aklayanlar ekseriyetle zengin olur, zengin yaşar. Bu adam da fakir değil ama öyle ahım şahım bir zenginliğinden de bahsedilemez.” 

“Sen Anadolu’yu tanımıyorsun demek. On yıl aynı gömleği giyer, gidip on dairesinin kirasını toplayıp bankada biriktirir. Hadi fakiri neyse, fakirlik rolü kesen öyleleri var ki aklın şaşar. Dilencinin apartmanı mı olur ulan? Oluyor. Oldu. Görmesem inanmazdım, gördüm. Bankadaki bol sıfırlı hesaplarını, ekmek arası salçalı makarna yerken izleyenler dolu bu ülkede. Ne anlatıyorsun sen?” 

“Yanlış anladınız. Kendisi fakir değil. Adına kayıtlı 3-4 sayfa taşınmaz var. Evinde gümüşler, altınlar… Bankada parası var mı, varsa ne kadar, onu bilmiyorum ama.” 

“Öğrenir bizimkiler.” 

“İzninizle bir şey soracağım. Beni alıp nezarete attırdınız, çıktığımda ‘bana teşekkür edeceksin’ diye not bıraktınız cebime. Ne demekti bunlar?” 

“Anlamadın mı hala?” 

“Tahminim var tabi ama…” 

“E söyle tahminini o zaman.” 

“Odanızda olduğumu görmemesi gereken birileri vardı. Siz de beni bir misafir değil bir suçlu gibi göstermek istediniz.” 

“Fena değil” deyip hazır kırmızıda durmuşken arkadaki çantasına uzanıp bir dosya çıkarıp baktı. 

“Bu Muhammed. Herifin itibarlı dostları var. Kim olduklarını, nereye kadar uzandıklarını bilmiyorum. Senin şu intihar… Kanıtla cinayet olduğunu. Eğer bu adam veya emrindekilerin biri çıkarsa güzel. Ben o Ahmet denen it oğlu itten kurtulurum, sen de daha mesleğe başlamadan bir iş çözmüş olursun. Karşılıklı kazanç.” 

“İşler umduğumdan yavaş ilerliyor başsavcı bey. Adamın zengin olduğu malum. Önce para için kardeş kardeşi öldürmüştür dedim, maktulenin ablası kardeşine bağlı çıktı. Sonra adamın diğer eşinden olan çocukları mıdır dedim, onlar da değil gibi duruyor. Eşi yaptı desek, adamdan itirafı şanlı Türk polisi bile alamamış. Geriye kalıyor bir tek babası, eh, bu adam da yirmi sene bekledikten sonra öldürmez herhalde kızını? En son maktulenin ablası katili dışarıda arayın dedi. Dedi ama babasından intikam almak için kızını öldürdüyse birileri, bunu bulmak imkansız gibi bir şey. Ne parmak izi, ne DNA, ne başka bir şey. Yapan bayağı profesyonel olmalı.” 

“Kaçakçılık, kara para, muhakkak terör de vardır bunda. Kim bilir kiminle ters düştü de peşine düştüler? Yalnız bir değil iki telefon gelirse geçmiş olsun. Elli senelik suçun acısını içeride öldürüp çıkarırlar.” 

“Adalete güveniniz göz yaşartıcı başsavcı bey.” 

“Sen de yirmi beş seneyi iti köpeği içeri atmak için harcayıp büyükbaşların salınmalarını izleyerek geçir, sen de ben gibi olursun sonunda. Bitlis’te şeddeli PKK’lıyı saldılar, gözümün önünde, orospu çocuğu bana el sallayarak çıktı içeriden. Yeminim olmasaydı şu bayrağın üstüne, adalet neymiş gösterirdim ya ben…” 

“İkinci telefon gelirse belki katillerin izini de bulmuş olmaz mıyız?” diye sordum bir umutla. 

“İkinci telefon gelirse sen özürünü dile, dosyanı kapat. Boşuna fazla kurcalama.” 

“Az önce bu savcıdan kurtulayım, başımı eğdirmek isteyenleri indireyim diyordunuz. Çok çabuk vazgeçmediniz mi?” 

“Ben vazgeçmedim. Sen boşuna fazla kurcalama dedim. Benim yaşım belli yerim belli. Ben sana, kocaman bir kitapta bir sayfa kadar yardımın dokunacak dedim. Sen olmadan işimi göremiyor muyum ben?” 

“Estağfurullah, öyle demek istemedim. Kurcalama deyince, vazgeç, üstüne gitme, boynunu eğ dediniz sandım.” 

Güldü. Ters psikolojinin işe yaramasının imkânsız olduğu biriydi, o anda fark etmiştim. 

“Beni bile durdurmayı başaranlar seni haydi haydi durdurur. Boşuna uğraşma dedim ben sana. Ha uğraşırsın, sonunda bir yere de varırsın, hele bir de gelip benimle paylaşırsın, benim işime gelir. Bir uğraşım azalır. Ama yapamazsın dedim ben sana.” 

Hırslanmıştım. Ablayla konuşup samanlıkta iğne aramam gerektiğine kani olmaya başladığımda vazgeçmeye meylettim edecektim ama başsavcı, sağ olsun, bu meylimi tersine döndürmeyi başarmıştı. 

“Size geleceğimden şüpheniz olmasın” dedim biraz da mağrur bir tavırla. 

“O halde bu da benim sana hediyem olsun” deyip biraz önce çantasından çıkarıp baktığı kâğıdı uzattı. Merakla, ağına takılan sineğe atılan örümcek gibi kâğıdı elinden kaparcasına çekip baktım: Önceki evliliğinin aile dökümüydü bu. İsa Aygül, Asiye Aygül ve Musa Aygül isimlerinde üç çocuğu vardı. Kızı bebekken ölmüştü, oğullarıysa hayattaydı. 

“Haklarında başka bir bilgimiz var mı?” 

“Babaları gibiler. Okul ve askerlikten sonra hiçbir yerde kayıtları kuyutları yok.” 

“Yani ne iş yapıyorlarsa babalarıyla beraber yapıyorlar. Kaçakçılık… Bunda bu kadar ekmek var mıymış? Vay anam vay” deyip bir ıslık çaldım, tersledi. Terslenmeye diklenemeyecek bir durumdaydım. 

“Bu kadar zaman neden bunlarla hiç ilgilenmediniz?” 

“Hangi biriyle ilgilenelim? Benim elimde ne dosyalar var, biliyor musun?” 

“Siz de haklısınız. Neyse, sonunda bataklıktaki bir diğer sivrisineğe gelmiş sıra. Ben de bir şey çıkarabilirsem ne ala.” 

Konuşmamız bitmişti. Sağa çekip durdu, “hadi sana iyi akşamlar” dedi. 

“Neredeyiz?” 

“Yukarısı Çağlayan.” 

Kağıthane’deydik demek. Teşekkür ettim, cep telefonunu aldım ve elimdeki aile dökümüne sokakta bir daha bakarken neden soyadını değiştiren bir kişinin önceki çocuklarının yeni, sonraki çocuklarınınsa eski soyadını kullanmaya devam ettiğini düşünerek eve kadar yürüdüm. 

Ve cevabı tabi ki bulamadım. 

O anda.