You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Hiç Kimse Cinayeti

Akşam Buluşması

Evine gittiğimde dedeyi evde bulamadım ve önceki sefer gibi kapının ağzında dikilip bekledim. En olası senaryonun doğru olup olmadığını çözmek zorundaydım. Ne olur ne olmaz diye yolda işportadan bir sustalı aldığımı, biraz da hicapla itiraf etmek zorundayım. Dede ne de olsa deliydi, sonunda kodese girmek de mezara girmekten evlaydı. 

Dede akşamın ilerleyen saatlerinde, çakırkeyif bir şekilde geldi. Beklediğimin aksine hışımla değil sevecen bir sesle “o avukat bey, seni görmek ne büyük devlet” diye seslenip cevabımı beklemeden cebinden anahtarlığını çıkardı, “aç şu kapıyı. Yorulmuşsundur burada dikilirken” dedi. Kafası iyiyken hali de iyiydi ya, ben yine de boştaki elimin içinde bıçağı saklıyordum. Bu adama güven olmazdı. 

Eve girdiğimizde salondaki birkaç değişiklik gözüme çarptı. Televizyonun iki yanındaki gümüş mumluklar yoktu, duvardaki resmi de indirilmişti ve yerine başka bir resim, bir manzara tablosu asılmıştı. 

“Evinizi yanlış hatırlıyorum sanırım. Mumluklar yok muydu” diye sordum o koltuğa çuval gibi çöküp üstüne oturduğu paltosunu çıkarmaya çalışırken. Uzanıp yardım ettim, beraber çıkardık. 

“Sorma. Bir sabah kalktım, baktım yoklar. ‘Ulan ben bu kadar mı içtim, hadi kaldırdımsa nereye koydum’ diye evi arayıp taradım ama yok. Hırsız mı girdi, ne olduysa.” 

“Polise haber verdiniz mi?” 

“İki parça gümüş için polise gidilmez. Polis böyle basit şeylerle meşgul edilmez. Mutfağa gidip bir kahve koysana. Bir içtim yetmedi. Çarpıntı yapıyor ama bir seferden bir şey olmaz. Makinesi var orada, bak. Düğmesine basarsın çalışır.” 

“Şekerli? Sade?” 

“Höst! Duymamış olayım.” 

Acı kahve sevenlerin bu söylemlerine aşinaydım, umursamadım. Ve tabi ki mutfakta da gözüm her an kapıda, bıçağım ustaca elimin içinde gizli, iki kahve yapıp salona geçtim. Önüne fincanını koyup karşısındaki koltuğa oturdum. 

“E, neden geldin? Buldun mu kızımın katilini?” 

“Birkaç kişiden şüpheleniyorum. Buraya, bunların en az birinin masum olduğuna ikna olmak için geldim.” 

“Bak hele? Benden mi şüpheleniyorsun?” 

“Hayır, sizden değil. Oğlunuzdan. Daha doğrusu oğullarınızdan.” 

Koltuğunda doğrulup bana doğru eğildi. Yeterince vakit kaybetmiştim, dahasına niyetim yoktu. O ağzını açamadan devam ettim. 

“Bakın Muhammed bey, birbirimizi kandırmayalım. Daha önceden bir evlilik geçirmiş olduğunuzu ikimiz de biliyoruz. O evliliğinizden en az bir oğlunuzun olduğunu da biliyoruz. Bu evliliğin neden ve nasıl bittiğini, çocuklarınızla olan ilişkinizin bundan sonra nasıl sürdüğünü paylaşırsanız sadece bana değil onlara da büyük bir iyilik yapmış olacaksınız.” 

“Bana bak adam. İkidir sana kapımı açıyorum, ikidir salak salak konuşuyorsun.” 

“Siz bana bakın. Neyi gizlediğinizi bilmiyorum. Eğer çocuklarınızı korumaya çalışıyorsanız, aksine, onları ateşe atıyorsunuz. Yok, onları umursamıyorsanız söyleyin, ben de doğru yere bakayım da bu dosya bir daha açılmamak üzere kapanıp gitsin.” 

“Ne istiyorsun?” 

“Önceki evliliğiniz. Her detayını bilmem gerekmez. Nasıl bitti ve çocuklarınıza ne oldu?” 

“Gençtim daha, para da yok. Karı öldü, çocuklar dedeleriyle nineleriyle kaldı. Sonra parayı bulunca yanıma aldırayım dedim, ‘buraya alıştılar, kalsınlar’ dediler. İyi dedim, kalsınlar. Zaten yeni karı almışım, çocuğun biri de doğmuş. Alıştılar alışmadılar olacak, sevdiler sevmediler olacak. 

“Ekmeklerini sularını eksik etmedim. Geçti bir zaman, anam öldü. Memlekete cenazeye gittim, çocuklar kayıp. Öldüğü akşam pılıyı pırtıyı toplayıp gitmişler. Nereye gittiler, ne yaptılar bilmiyorum.” 

Yine bir hikâye, yine kendini nokta sanan bir virgül. Nefesi hafiften ağırlaşmıştı, aklına gelenlerden mi yoksa alkolün etkisinden miydi bilmiyorum. 

“Sonra? Çocuklarınızı bulamadınız mı?” 

“Ne? Ha” deyip düş dünyasından bu dünyaya döndü. Anlatmakla anlatmamak arasında kararsız, “ne olacaksa olsun” der gibi elini havada savurup devam etti. 

“Sen önce bana söyle hele, nereden buldun benimkileri?” 

“Sizin nesil erkek çocuksuz yaşayamaz. İki kızdan sonra bırakacak haliniz yoktu. Demek ki oğlunuz vardı. ‘Bundan da bir tane olsun’ demediğinize göre de birden fazla oğlunuz vardı. Böyle buldum” dedim biraz da kabararak. O ise pek etkilenmişe benzemiyordu. “Nüfusa gittim, kayıtlarınıza baktım” dememi bekliyordu demek. 

“İyi bulmuşsun, eline sağlık” deyip devam etti. “Çocuklar çok zaman gaypta gezindi durdu. Üç tane, iki erkek bir kız. Çok aradım. Hastanelere mi gitmedim, karakollara mı gitmedim, gazeteye ilan mı vermedim? Bak hatta, birisini özellikle sakladım. Gir şu odaya. Gir, gir. Çekinme. Soldaki dolabı gördün mü? Aç şimdi alt kapağı. Orada bir koca çanta var, dört köşe. Kutu gibi. Getir onu bana”. Götürdüm, bir tomar kâğıdı karıştırıp aradığını buldu. 

Babaları evlatlarını arıyor! X ili, Y ilçesi, Z köyünde doğup büyümüş, annelerini çocuk yaşta kaybedip dedelerinin yanında büyümüş, ekmek parası için gurbete giden babalarından ayrı düşmüş çocuklarım! Şu adrese gelmeniz ya da mektup göndermeniz durumunda tekrar aile olacağız. Müjdenizi sabırsızlıkla bekliyorum. 

“Mektup geldi mi?” 

“Gelmedi. Çocuklar da gelmedi. Çok sonra buldum birini, nasıl bulduğumu sorma. Kızgındı bana, haklı haksız. ‘Topla kardeşlerini de göreyim’ dedim, küfür kıyamet. Affedersin itin götüne soktu çıkardı. Dil dökeyim dedim, vurdu kapıyı çıktı. Öyle buldum, öyle kaybettim.” 

Yine virgül, yine virgül… Hatıratımın alt başlığının neden noktamsı virgüller olduğunu çoktan anlamışsınızdır. 

“Sonra çıkmadılar mı karşına?” 

“Bu birinin izini bulmuştum bir defa, o kaçamadı da diğerlerini ne ettimse bulamadım. Bir sefer ağzından kaçırdı, kız kardeşi hastalanıp ölmüş. Bana nefreti de ondanmış.” 

“Ve neden kızınızı öldürdüğünü bu açıklıyor” dedim ona doğru eğilip gözlerini gözlerimle yakalayarak. 

“Bak avukat, bu son. Bir dahakine bu kapıdan çıkışın ayakta olmaz” diye bağırdı. 

“Eğer oğlunuz katil değilse beni bu türlü ikna edemezsiniz” dedim buz gibi bir sesle. Bıyık altından gülüp “sen kimsin ki seni ikna edeyim” diye sordu. 

“Lütfen yine sidik yarışına başlamayalım. Siz beni biliyorsunuz ben sizi. Ne kadar inanıyorsunuz bilmiyorum ama ben size yardım etmeye çalışıyorum. Bana gelen mutlaka başka birilerine de gidecek, belki kendi kendine bu cinayeti çözmeye çalışacak, hatta benden şanslı olursa muvaffak da olacaktır – tabi ben başarısız olursam ve bunu hiç sanmıyorum. Suçlunun siz olmadığını biliyorum, oğlunuz olmadığını da bilmek istiyorum.” 

“Benim olmadığımı nereden biliyorsun?” 

Git-gel aklı geldiğinde etkileyici biriydi. Soruyu ne kinayeyle ne benden bir şeyler çıkarmaya çalışarak, sanki haksızca suçlanmış biri gibi sormuştu. Duygudurumunun bu kadar hızlı ve keskin değişmesi sanki zihninde iki kişinin yaşadığını düşündürse de öyle olmadığı kesindi. Tam o anda sahibine bakan bir köpek gibi beni izleyen gözlerinin arkasında, sakin denizde fırtına çıkarıp o fırtınada gemisini limana sapasağlam yanaştıracak bir kaptanın zihni vardı. 

“Çünkü ben suçlulardan korkmam.” 

Aklının geldiğinde yerinde durması için biraz da yağlamak gerektiğini ilk andan anlamamış mıydım zaten? 

“İnsana nasıl konuşman gerektiğini biliyorsun avukat. Buna rağmen neden zıddıma gidiyorsun anlamam. Bak, benim çocuklar adam öldürmez. Hele kardeşlerini hiç öldürmez. Boşuna peşlerine düşme. Ha, istersen düş. Bulursan nerede bulduğunu söyle, ben de ölmeden önce bir daha göreyim, bir daha helallik isteyeyim vermeyeceklerini bilsem de. Ama onları bulup bana getirmek için yap bunu, suçlamak için değil. Boşuna uğraşırsın.” 

“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? Yaşınız yetmiş. Siz yirmi yaşındayken doğdu desek büyük olan, elli yaşında. Bunun kaç senesinde görmediniz? Kırk? Daha fazla? Tanımadığınız biri hakkında fazla iddialı konuşmuyor musunuz?” 

“İnsan nasıl kendini bilir, evladını da bilir. Çocuğun var mı? Yok. Tabi ki yok. Olsun, anlarsın. Cinayet, hele kardeş katli bizden beklenmez avukat.” 

“Başka şeyler beklenir ama” dedim. Yine vermişti açığını ama umurunda değildi. 

“Sen ne düşünürsen düşün. Aldın mı sorunun cevabını? Var mı daha diyeceğin?” 

“Var Muhammed bey. Çocuklarınızın adları mesela.” 

“Aynur ve Ayten.” 

“Diğerleri?” 

“Diğerleri seni ilgilendirmez.” 

“Onlar da mı ayla başlıyor?” 

Güldü. “Hayır, ayla bitiyor” dedi. Bu ay takıntısının sebebini sorsam söylemeyecekti, siniri son defa hoplayıp beni kovmadan bir şeyler daha öğrenmeliydim.  

“Siz nereden emeklisiniz?” 

“Emekli olduğumu kim söylemiş?” 

“Hani yaşınızdan ötürü…” 

“Yaş yetmiş ama iş bitmemiş avukat. Çalışmak insanı zinde tutar.” 

“Nerede çalıştığınızı sorsam kızar mısınız?” 

“Ne yapacaksın? İş arkadaşlarımı mı cinayetle suçlayacaksın?” 

“Yok. Merak sadece. Kusura bakmayın, bunun kızınızla bir ilgisi yok. Sadece merak.” 

“Çok merakın sonunu bilirsin. Gerektiği kadarını merak et, yeter.” 

“Su gümüş mumluklar… Nerede olduğunu bilmiyorsunuz. Kızınız da öldü. Evinize girip hırsızlık yapan başka birinin olduğu belli. Evinize kimler girer çıkar?” 

“Bunu da geç avukat. Sıradaki soru.” 

“Peki. Siz cevaplamaya meyyal olduktan sonra bende soru bitmez. Kızınız, evinde mutlu muydu? Ele iyi bize kötüydü dediniz, onu hatırlıyorum. Kocasıyla nasıldı arası? Çocuklarıyla?” 

“Vardıysa bir derdi, bana anlatmadı. Anlatsa boşandırırdım zaten. Ne diye o itin nüfusunda kalsın? Çocuksa çocuk, ne yapalım? Alırdık evimize, bakar beslerdik. İki kap yemekten ne olacak?” 

“Şimdi neden çocukları almadınız?” 

“Babaları olacak o haydut başlarındayken çocukları neye alayım?” 

“Muhammed’i alabilirdiniz yanınıza. Sizi çok seviyor.” 

“Sever kerata. Öyle böyle, ilk torun. İlk göz ağrısı. Anası bana inadından doğurdu ya, bazen iyi de etmiş diyorum. Bazen ama. Babasına hiç çekmese daha iyiydi.” 

“Kahveye takılıyormuş.” 

“Bak sen” deyip güldü. “Ne yapıyorsun, hergeleyi bana mı gammazlıyorsun?” 

“Biliyorsunuz yani?” 

“Biliyorum tabi. Dedesine çekmiş deli soyka. Eh, adını taşıyıp kanını taşıyıp huyundan taşımamak da olmaz. Genç daha. Askere gider gelir, düzelir.” 

“Okulu da bırakmış.” 

“Okuyunca ne oluyor sanki? Kendi bilir paşamın, canı nasıl çekerse.” 

Az önce sevgisini gizleyen adam nasıl da coşmuştu ama? 

Kaybolan mumluklar Muhammed’in işi olabilir miydi? Dedesi onu seviyordu, o dedesini. Torununun kahveye gittiğinden ve okulu bıraktığından da haberi vardı, demek ki sürekli gidip geliyordu. O ana dek düşündüğümden daha yakın oldukları belliydi ve hırsızın Muhammed olması durumunda dedenin üstüne gitmeyeceği belki tek isimdi. Ama bunu o anda sormak istemedim. Kovulma sorumu da böylece bulmuş oldum. 

“Muhammed sizi sık ziyaret eder mi? Tabi dedesisiniz, bundan doğal bir şey olamaz. Evleriniz o kadar yakın değilse uzak da değil. El öpmeye günlük gelir mi?” 

Sağ elinde hafif bir titreme hissettim. 

“Şimdi de toruna mı göz diktin? Çocuklar olmadı, demek ki torun mu” diye sordu çatılmış kaşlarının altındaki şahin gözleriyle. 

“Estağfurullah, ne münasebet! Sadece aranızdaki ilişki için. Eğer çok istiyorsanız, ben kızınızın eşinden şüpheleniyorum. Bizim ülkede öyle ilginç cinayetler işlenmez. Karısı evi terk edince gururuna yediremeyen koca, ‘geri dön’ demek için eşiyle buluştu. Kadın kabul etmeyince de öldürdü. Bunun kanıtını bulduğumda dosya da kapanacak. O ki sizin çocuklarınız değil, sizin sözünüze güveniyorum, elimizdeki tek açıklama bu. Sonrası sadece kanıt bulma işi.” 

İnanmış mıydı? İnanmasa da olurdu gerçi. 

“O herif tavuk bile kesemez” dedi biraz rahatlamış fakat hala tetikte olduğunu belirtir bir sesle. “Sen illa aileden birini arıyorsun ama yanlış yapıyorsun avukat. Her kimse o şerefsiz, aile dışından biri. O herife de aile dedirttin ya bana…” dedi, okkalı bir küfür savurdu boşluğa, sonra sustu. 

“Bu kadar profesyonel bir işi ancak deneyimli birileri yapabilir, haklısınız. Ama bize bir katil lazım. Atalım ateşe, kendisini kurtarsın. Bize ne?” 

Yüzü güldü. Yirmi sene bir adamdan nefret ederek yaşamak zor olmalıydı. Hele ki bu adam ilk ve belki en sevdiği torununun babasıyken. 

Saate baktım, çok geç olmuştu. Kovulma sorumun sırası gelmişti. 

“Muhammed. Kahveye takılır, okulu bırakır. Demek ki sigara da içer, belki rakı da.” 

“Belki.” 

“Bunlara para lazım. Siz verirsiniz ama bilirsiniz, rakıya para dayanmaz. Hele bir de genç adam, ne paranın kıymetini bilir ne de ne kadar harcaması gerektiğini.” 

Bu defa virgülü ben atmıştım. “E” dedi sol gözünü kısıp kafasını sağa sola sallayarak. 

“Kızınız öldü. Artık hırsızlık yapamaz. Ama oğlu yapabilir” dedim elimdeki sustalıyı açmaya hazır hale getirip. O ise başını öne eğip derin bir nefes aldı, yavaşça kafasını kaldırıp bana baktı ve “kapının yerini biliyorsun. S.ktir git” dedi. 

“Saygılar dilerim” deyip kalktım ve gittim. İstediğimden daha fazlasını öğrenmiştim.