Nezaret
Ertesi gün ablayı arayıp müsait olup olmadığını soracaktım, ben arayamadan benim telefonum çaldı.
“Adil bey sizi arıyorlar.”
“Kimmiş?”
“Kendiniz görün.”
Şu hayatta belirsizlikten çok beni geren pek az şey varsa var. Böyle birkaç saniyeliğine de olsa gerilim yaratmanın anlamı neydi?
Telefona uzandım.
“Ben Savcı Adil, kiminle görüşüyorum?”
“Aklına esen savcı unvanını kullanabiliyor mu öyle?”
“Ben ismimi kullanıyorum. İsmi kullanmak da yasak değil ya?”
Yarattığı gizem yetmiyor gibi bir de böyle bismillah demeden artistlik yapınca birden benim de damarım atmıştı.
“Haddini bil. Sen kiminle konuştuğunu biliyor musun?”
Vay, artistliğe devam. Ben de ederdim, neydi yani?
“İsmini söylemeye korkan biriyle konuştuğumu biliyorum. Biraz cesur olup ismini bahşedersen ben de kiminle konuştuğumu bilirim.”
“Ben cumhuriyet başsavcısı bilmem kimim.”
Başsavcı beyler arar mıydı biz sıradan fanileri?
“Buyurun savcı” dedim sinirim geçmediği için. La havle çekti, “bir dosya üstünde konuşmak için seni makamıma bekliyorum. Saat iki buçukta”.
“Müsait olup olmadığıma bakmam lazım.”
“Ne işin varsa ertele” deyip cevabımı beklemeden telefonu yüzüme kapattı. Çatmıştık. İşim var olmaya vardı ama bu cins herifin ne istediğini de merak ettiğim için programımı düzenledim, ikiyi yirmi beş geçe kapısına dikildim, buçukta girdim.
Adliyenin soğuk koridorlarına da, hakim ve savcıların insanı ezik birer böcek gibi göstermeye meyyal odalarına da alışıktım fakat bu defa başka bir gerginlik vardı üstümüzde. Mahsustan da olsa yerinde azıcık bile hareketlenmeden “Adil sen misin” dedi odaya girdiğimde.
“Savcı Adil” diye tekrar düzelttim.
“Her neyse… Anlaşması zor birisin, o belli oldu. Uzatmadan konuya girmek istiyorum. Bizim kapattığımız bir dosyayı kendi kendine yeniden açmışsın?”
Cumhuriyet başsavcısına bakın hele. Sıradan, meslekte yeni sayılır bir avukatın neler yaptığıyla ilgilenecek kadar mesleğine düşkün biriydi demek. Öyle olmasa beni neden çağırsındı, değil mi?
“İntihar diyerek kapadığınız olaydan bahsediyorsun sanırım savcı bey” dedim.
“Benimle düzgün konuş!” diyerek iki eliyle masaya vurdu, bunlardan destek alarak en basit nezaket kuralı olan odaya gireni selamlama faslını da tamamlamış oldu. Tabi o durmadan ben de durmayacaktım. Ne yapacaktı, içeri mi attıracaktı?
“Ben ayna gibi herkese kendi gibi davranırım. Düzgün konuşana düzgün, başka türlüsüne başka türlü.”
Baş ve işaret parmağı, olmayan bıyığının iki yanında ters yönlere gitti, dudaklarının kenarından çenesine doğru uzandı, sonunda çenesinin altında birleşip yüzünden uzaklaştı.
“Bak kardeşim” dedi biraz daha düzgün bir sesle. “Yirmi dakikamız var. Seninle daha fazla uğraşamam. İki şey soracağım sana. Birincisi, dosyayla neden ilgileniyorsun”?
“Ben de bir şey soracaksınız sandım” dedim iyi niyete iyi niyet gösterdiğimi belli etmek için. “Birkaç gün önce bana birisi geldi, böyle bir olay oldu ve üstü örtüldü dedi. Ben de bir hukuk adamı ve ondan da önce bir insan ve vatandaş olarak neler olup bittiğini öğrenmek istedim”.
“Arşivden izinsiz dosya çıkarmışsın. Ne kadar da hukuki bir davranış!”
“Dosyada gizlilik kararı yok. Dahası, sizler Türk milleti adına soruşturma yaparsınız, hakimler Türk milleti adına karar verir. Bu dosyalar sizin değil Türk milletinin malıdır.”
“İtiraf ediyorsun yani?”
“Ben öyle bir şey demedim. Sadece bildiğiniz bir şeyi hatırlattım.”
“Kuşlar öyle demiyor?”
“Kuş var kuş var. Karatavuk değil ki hepsi, öttüğünde işi gücü bırakıp dinleyelim?”
“Bak Adil. Ters çıkıyorsun, yeter. İnsan gibi konuşalım dedim, insan ol. Seviyene çekme beni.”
“Ben aynayım dedim savcı. Çok lazımsa, buyurun. Sizi dinliyorum. Alın size saygı, alın size hürmet. Dahası lazım sa ben de beklerim.”
“Ha şöyle adam ol… Dosyanın peşinden koşuyormuşsun. Koş. Hadi nedenine de inandım diyeyim. O da tamam. Neler buldun?”
Sebeb-i ziyaretimiz anlaşılmıştı. Başından belliydi zaten. Adını andığından beri demek daha doğru.
“Henüz bir şey bulamadım. Dosyada ifadesi alınmış kişilerle konuştum, hepsi de başka başka şeyler söyledi. Başladığım yerdeyim hala.”
“Bunlar hep böyle. Birinin dediği diğerininkini tutmaz, sonra tekrar sorarsın hepten başka hikaye anlatırlar. Şu duvarlar dile gelse de anlatsa” dedi duvarlara bakıp. Keşke dile gelseydiler. Gider sorardım o küçük salondaki duvara, cinayeti çözer hayatıma devam ederdim.
“Seninle açık konuşacağım. Sır saklar mısın?”
“Durumuna göre.”
“Ben de saklarım. Bu dosya bana en son imzaya geldi. Baktım, okudum. Aklıma yatmayan şeyler gördüm. Çağırdım konuştum, beni ikna edemedi ama dahasına da benim gücüm yetmedi. Anlarsın ya” deyip sustu. Ben “ne uğraşıyorsun kapanmış dosyayla kardeşim” denmeyi beklerken ters köşe olmuştum.
“Dosyanın zaten bir tek kapağı kapanmış başsavcı bey” dedim. “Üstüne örtüyü atmışlar, tüm kiri pası üstünde duruyor. Fakat ben bir şeyi anlamadım. Sizin bunu konuşmanız gereken kişi ben değilim. Neden benimle konuşuyorsunuz”?
“Senin yaşın kaç?”
“26 olacağım.”
“Ben mesleğe başladığımda sen daha bebekmişsin. Ben anlatsam sen anlamazsın. Çok karıştırma, çok soruşturma orasını. Elinde neler var, ondan bahset.”
“Ben öğrendiklerimi sizinle paylaşırsam siz dahasını edinmem için emrinizdekilerin bana yardımcı olacağına söz verecek misiniz?”
Cevabı belliydi.
“Sır saklamayı biliyorsunuz. Kime güveneceğinizi de bilirsiniz o halde?”
“Herhalde.”
“Ben de bilirim başsavcı bey. Ve adını daha önce duymuş olsam da kim olduğunu bilmediğim birine güvenecek değilim.”
Saatine baktı. Vaktimiz daralıyordu. Benden ne almadı gerektiyse çabuk olması lazımdı.
“Bak güzel kardeşim” dedi sesinde büyük bir değişimle. “Yirmi dört sene önce, darbenin ikinci senesinde savcı yardımcısı oldum. Askeri de gördüm sivili de. Darbe, muhtıra, terör. Suikast tehdidi, dövme girişimi, kulağımı sıyıran kurşun… Yirmi dört senedir kimseye eğilmedim, bu yaştan sonra eğilecek halim yok. Eğdirmeye çalışanlarlaysa bir derdim var. Sen bana yardım edersen bu işin ucu kimlere dokunuyor, onu bulurum. Ben de sana yardım ederim ki bizim işimizi yap, önümüze delilleri koy, başka bir savcı dosyayı açıp yargılanması gerekenlerin birini değil tümünü yargılasın. Benim sana teklifim bu”.
Etkileyici bir konuşmaydı ama o kaçın kurasıysa ben de üç beş altıydım. Yemezdim yani. “Teklifinizi düşüneceğim başsavcı bey” deyip ayağa kalktım, “başka bir diyeceğiniz yoksa” derken kapıyı işaret ettim.
“Toplantımız bitti diyorsun. Tabi” deyip telefona uzandı, birisini çağırdı. “Azıcık bekleteceğim” dedi, azıcık beklemeye kalmadan kapıdan bir polis girdi.
“Emredersiniz başsavcım.”
“Arkadaşı nezarete alalım” dedi sakince. “Haşin davranmayın. Ben sonra kendisini tekrar göreceğim”.
“Suçum nedir başsavcı bey?” diye sordumsa da tabi ki boşunaydı. Emrini alan polis koluma girdi ve kapıdan çıktık. Ta mesai bitimine dek nezarette tutuldum. Mesai bitiminde başsavcının kendisi lütuf edip uğradı, “arkadaşın işi bitti” deyip beni çıkardı, kapıya yürürken de cebime ustalıkla bir kağıdı göstermeden koydu. Birden irkilip elimi cebime attım, usulca kolumu tuttu.
“Yeni bir oyun mu?”
“Sonunda bana teşekkür edeceksin. Çok konuşma, hadi. Bas git.”
Basıp gittim. Otobüsü bekledim, otobüste cebime koyduğu kağıda baktım. Söylediği sözün aynısını yazıp eklemişti.
“Sonunda bana teşekkür edeceksin. Seni bir beladan kurtardım. Şimdi sıra sende.”