Nejdat
“Nejdat ‘tövbe ettim, para biriktiriyorum Kabe’ye gidip Allah’a dua etmek için’ dedi.”
“Hadi… Beni mi beklemiş?”
“Ulan ne güzel, çocuk imana gelmiş, itliği köpekliği bırakmış diyeceğin yerde şu konuştuğun şeye bak.”
“Ya Allah kabul etsin de ben nereden bulacağım böyle iyi huylu uğursuzu? Kısa tarafından işi çözmek vardı, şimdi uğraş dur.”
“Lan oğlum ben sana ‘yapmayacağım’ dedi demedim ki? ‘Bıraktım’ dedi dedim. Bir karton sigaraya tav ederim ben onu. Tamam, bakma öyle, tamam. Ettim bile. ‘Bak vallahi bu son iş, sonra boynuma bıçak dayasan da yapmam’ dedi. Şimdi karakoldadır herhalde. Söyledim, arayacak girince. Öğreniriz sonrasını. Hadi, yüzün gülsün biraz.”
Gülmüştü. Yarım saat mi geçti bir saat mi bilmiyorum, telefonunun çaldığını duydum. Gerçekten bizim Nejat’tı arayan. “Avukatımı istiyorum” demiş, polisler de gülüp aramasına izin vermişler. Kâmil abi önde ben arkada karakola gittik.
“Bu sefer ne yapmış amirim?”
“Bakkalın camını indirmiş, bir kutu çikolatayla bir şişe ayranı almış yemiş, elinde bıçak.”
“Ulan Nejdat” deyip dişlerini sıktı Kâmil abi. Dişlerinin arkasında gezinip dışarı çıkamayan küfürleri tahayyül edebiliyordum. Bir çikolata, değil mi? Hem kim yerdi çikolatayı ayranla? Bu nasıl mideydi?
“Öyle deme kardeş. Atalar bile tatlı tuzlu karıştırıp yemiş içmiş. Bir dene, hastası olacaksın” dedi dışarı çıkardığımızda. Amir ve bakkala döktüğümüz dilleri burada tekrar gereksiz vakit ve mürekkep israfı olacağı için o kısmı geçiyorum – tabi Kâmil abi, bakkal ve amirin odada neler konuştuğunu bilmeyip Nejat’ın nezarette üç saat durduğunu, o sürede bizim de karakolda kaldığımızı eklemeyi atlamadan.
İşimiz saat dörde doğru bitince usulca bakkala yanaştım. “Kusura bakmayın, bu deli herif başka bir şey daha yapmıştım dedi, zamanını hatırlamıyor”.
“Vay şerefsiz! Dur, ben amire…”
“Bir dakika abi, bir dakika. Ne olduğunu bilmeyiz zamanını bilmeyiz. Amirden bir şey çıkmaz. Ben diyorum ki, senin dükkanda kamera var ya hani. Ona bir baksak…”
“Oyuncak kardeşim o. İti uğursuzu uzak tutsun diye taktık, yine geldi buldu.”
“Yapma ya… Az yukarıdaki? Manifaturacıdaki hani?”
“Osman abiyi diyorsun. E onunki de oyuncak? Ne yapmış bu yine?”
“Onu bilmiyoruz da şikayetçi yok, delil yok, demek ki suç yok. Bir dahaki sefere artık.”
“Bir daha gelsin, ben onun bacaklarını ikiye ayırıp…” derken, Nejdat, bizi dinliyor olsa gerek, “hop dedik” deyip yanımıza sekti. “Ne yaparmışsın bacaklarımı ikiye ayırıp? Bak tövbemi bozdurmayın bana, vallahi…” derken bu defa Kâmil abi onu böldü. “Orospu tövbesi mi lan bu seninki, fırsatını görünce bozuluyor? İnsan gibi dur şurada. Zor çıkardık, bu defa nezaret değil direkt hapis. Kardeş, sen de uyma buna. Beyninde beş tane hücre var, dördü tatilde biri bozuk. Uğraşmana değmez. Hadi” deyip ikimizi iki koluna aldı, Nejat’tan yana kalan koluyla bakkala selam verip bizi sokağın başına sürükledi. Köşeyi döndük, Nejdat konuştu.
“Benim sigara amirim?”
“Amir arkada kaldı. Lan oğlum ben sana ne dedim?”
“Git dükkanı indir dedin?”
“Lan hayvan ben sana dedim ki şu sokağa git, sokağa bakan kamerası olan bir bakkal var. Bir süt al, parasını verme, adamı da darla ki polis çağırsın. Böyle demedim mi?”
“Ben de öyle yaptım. Bir tek süt yerine ayran aldım. Herife vermiyorum para filan dedim, tersledi. O tersleyince ben daha çok tersledim. Birden tepem atmış, indirdim camı. Polisi beklerken de çikolataları aldım yedim. Oh, afiyet olsun şifa olsun.”
“Ben sana ne diyeyim…”
“Karton de patron. Yine 216 olmasın ama ya. Şöyle parlemen filan?”
Patron ha? Vay Kâmil abi vay…
“Oldu olacak malboro olsun? Hadi, içeriden çıkardık seni. Hadi. Ödeme sonraki sefere.”
“E tövbe ediyorum bozma diyorsun, ödeme diyorum bir dahaki sefere diyorsun? Senin de bir dediğin bir dediğini tutmuyor. Buldun tabi düşkünü…”
“Her düşkün senin gibi olsun. Bak bunun evinde en az iki külçe altın yoksa ben de bir şey bilmiyorum. Var mı yok mu?”
“Üç külçe patron” dedi gücenik bir sesle.
“Bu işi başına ben açtım, kapamak bana düşer. Ama parlemen pahalı, başka bir şey iste” deyip elimi uzattım. Allah’ım o nasıl bir güçtü… “Uzun iki bin” dedi, anında tamam dedim.
“Bu ne böyle kız gibi? İnsan biraz pazarlık yapar. Tüh senin kalıbına” deyip güldü. Kalıbıma neydi bilmiyorum ama geçtim dakikayı, saniye uzasa kemiklerim birer birer kırılmaya başlardı, emindim.
Bir tekelden uzun iki bini aldık bir karton, Kâmil abiyle dükkâna döndük.
“Şu dedeyi araştırdın mı?”
“Nereden başlayacağımı bilmiyorum.”
“Bir yerden başla. Onu da mı ben öğreteyim bu kadar zamandan sonra?”
“Öyle değil. Dosyadakileri anlattım, konuştuğumuzu da. Bir kayıt bir şey lazım ama adamın adı hiçbir yerde geçmiyor.”
“Git sor o zaman?”
“Bu herif deli Kâmil abi. Canı sıkılır, beni alır vurur yere. Benim çevresinden birini bulmam lazım.”
“Git bul oğlum o zaman. Çocuk gibi benden yardım mı istiyorsun?”
Düşünün. Sene 2006. İnternet yaygınlaşmaya başlamış ama aradığınız çoğu şeyi bulmanız neredeyse imkansız. Arşivler hala kağıtta, elektronik arşiv kimsenin aklına bile gelmiyor. Polis değilim, kimseyi sorguya çekme yetkim yok. Savcı değilim, kimseyi araştırtma şansım ve hakkım yok. Allah kahretsin, ortada dava bile yok ki her ne kadar görevleri olsa da bundan bihaber polislere avukata yardım etmeleri için gideyim.
Böyle bir durumda ne yaparsınız? Tabi ki dedektiflik denen mesleğin neden ve nasıl ortaya çıktığını anlayıp hafiyeliğe soyunursunuz.
Karşılığında beş para almayacağımdan emin olduğum bu dosya ilgimi çekmiş olmasa belki tam bu noktada bırakır, Muhammed’i bulur, yalandan özür diler geçer giderdim fakat herkesin birbirini suçladığı ve sanki kendi annem gibi masum bir zavallının öldürülüp dosyasının kapatılması canımı sıkıyordu.
Elimizdeki zanlılar içinde sadece babasının bunu yapacak gücü varsa vardı. Hali vakti yerindeydi. Paranın açamadığım kapı mı vardı zaten? İyi ama neden? Bir insan kızını neden öldürsün? Hem de yirmi sene sonra, hem de görünürde bir şey yokken…
Akşamın kalanında dosyaya bir daha baktım. Hayır, adam hakkında hiçbir şey yoktu. Kütüğü, adresi, ifadesi. Bu kadar. Birinci zanlı elimde olsa da bir şey yapamıyordum o ki, diğerlerinden devam edip onlardan bir şeyler çıkarmak gerekti.
Mesela abladan. Babayı en çok tanıyan o değil miydi?