You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Hiç Kimse Cinayeti

Muhammed

Bir salı öğleden sonrasıydı. Dükkânda oturuyor, Kâmil abinin baktığı bir dosyayı okuyor, içimden küfürler ediyordum. Savcı davayı sürüncemede bırakmak için elinden geleni yapıyor, hâkim de buna çanak tutuyordu. Hani adaletin erken tecelli edeni makbuldü? Altı ay tek bir delilin bilirkişi raporu için beklenir miydi? Hadi dosyada olmasa, delil toplanması gerekse bir nebze anlamaya çalışırdım ama iki defa bilirkişi beğenmemek, üçüncüsününse rapor için ek süre istemesi neydi?

Dosya hakkında Kâmil abiyle konuşmak için kalkıyordum ki kapı açıldı ve genç bir çocuk girdi içeri. 15-16 yaşlarında, bıyıkları yeni terlemekte olan, büyük ihtimalle lise öğrencisi biriydi.

“Savcı Adil sen misin?” diye sordu kapıya en yakın masada oturan Metin beye. Metin bey gözünün ucuyla beni gösterirken “buyurun, Adil benim” dedim meraklı gözlerle kendisine bakarak. Tipimi yeterince beğenmemiş olacak, dudağını büktü belirli belirsiz. Geçen bir senede alışmıştım daha oturaklı, daha ağır birini beklerken genç, hatta kimilerince çocuk olan beni gördüklerinde yüzlerinin değişmesine, bozuntuya vermedim. “Sorununuz neydi” diye sordum masamın yanındaki sandalyeyi göstererek.

Bir parça çekingen fakat yine de kendinden emin bir tavırla gelip oturdu. Lafa başlamasını bekledim, nasıl konuşacağını bilmediğini fark edince “çay içer misin” diye sordum.

“Kola var mı?”

“Yoksa da yaratırız” deyip mutfağa yöneldim. Hayır, kola yoktu. Kendisine beklemesini söyleyip hemen çıktım, üç rengin üçünden de birer tane alıp dükkâna döndüm. O siyahı aldı, ben sarıyı masaya beyazı dolaba koyup döndüm ve beklemeye başladım. Neyse ki çok beklemeden, kolasından iki fırt aldıktan sonra konuşmaya başladı.

“Benim annem öldürüldü.”

Ve konuşmayı bıraktı. Nokta koyduğu yerde virgül olmalıydı, dahasını anlatmalıydı. Daha önce yalnızca bir defa bir çocukla konuşmuş, daha doğrusu onu dinlemiştim. Böyle hassas bir konuda yeterliliğim yoktu, yapacağım derken işleri bozmaktan korktum. Ayakta kalkıp “gel içeride, daha sakin bir yerde konuşalım” deyip Kâmil abinin odasına yönlendim, o da kolasını peşimden geldi. Kapıyı vurup içeri girdiğimde Kâmil abiyi odada ileri geri yürür buldum. “Ne var” der gibi baktı, “sizi biraz rahatsız etmemiz gerekli” deyip iznini beklemeden hemen içeri girdim ve ikimiz iki koltuğa oturduk – Kâmil abi de karşımıza.

“Üçümüz mü konuşacağız?”

“Eğer senin için sıkıntı yoksa.”

“Bana uyar” deyip omuz silkti ve tekrar virgül yerine nokta koyarak az önce söylediğini tekrar etti: Benim annem öldürüldü. Kâmil abi neden yanına geldiğimizi anladı, önündeki açık dosyayı kapatıp temiz bir kâğıt çıkardı ve çocuğa bakarak sordu.

“Adın ne?”

“Ne fark eder?”

“Fark etmese sorar mıydım?”

“Benimle sen mi konuşacaksın?”

Daha ilk andan bu kadar çatışma fazla geldi, ortamı yumuşatmak için “benim adımı zaten biliyorsun. Bu da Kâmil abi, büronun ortağı. Dışarıda en üstte kocaman yazıyor adı, görmüşsündür” dedim.

“Gördüm ama ben senin için geldim” dedi. Mesajını almıştım ama ilginçtir, Kâmil abi hareketlenmedi. Sadece koltuğunu çevirip “ben de bir kola koyayım” dedi, viski şişesini çocuğun gözüne sokarak iki parmak kolaya beş parmak viski katarak geriye yaslandı, “adın şimdilik senin olsun, anlatacaklarını merakla bekliyoruz” dedi.

“Ben savcıyla konuşmak için geldim. Sen kimsin?”

“Ben de savcının büyüğüyüm, onun bilmediklerini de ben bilirim. İstersem sen gidince sorar, anlattıklarını onun ağzından dinlerim. Sen kendin anlat ki araya kimse girmeden ne olup bittiğini çözelim.”

Çocuk yerinde kaykıldı, göz ucuyla bana baktı. Gözümü kırpıp “ondan iyisi yoktur, çekinmeden konuş” dedim.

“Viski mi o?”

“En iyisinden. İçer misin?”

“Hayır.”

“Aferin, akıllı çocuksun” deyip bir yudum aldı, masada öne eğilip bize iyice yaklaşarak konuştu.

“Sen mi anlatırsın ne olduğunu yoksa ben mi anlatayım?”

“Sen ne biliyorsun ki?”

Yüzünde bir gülümseme belirdi Kâmil abinin. “Gör şimdi” der gibi bana bakıp anlatmaya başladı.

“Senden başlayalım. Saat üç buçuk, okul saati. Seninse sırtında çanta yok, demek ki okula gitmiyorsun. İşin de yok, senin yaşında çocukları sanayide çalıştırırlar yasayı takmadan. Okulu ne zaman bıraktın? Bana sorarsan yakın zamanda, belki bir ay önce belki daha da az. Çok konuşmuyorsun, içine kapanıksın. Okulu bırakman sokakta hergelelik yapmak için değil, başka bir derdin var. Kazağınla kapatmaya çalışmış olsan da gömleğinin yakasından ütülü olmadığı belli. Pantolonun da öyle. Giyimine dikkat ediyorsun ama ütü yapmayı bilmiyorsun, anlaşıldığı kadarıyla baban da bilmiyor. Devam edeyim mi?”

“Lütfen.”

Sesindeki ve tavrındaki değişim hayret vericiydi, halbuki çok da ilginç şeyler söylememişti Kâmil abi – henüz.

“Âlâ. Akrabalarınla değil babanla yaşıyorsun fakat kendisine güvenmiyorsun. Nedenini henüz bilmiyorum ama tahmin ediyorum. Bak, buraya da yazıyorum” deyip önündeki kâğıda bir şeyler yazdı eliyle bizden gizleyerek, sonra kâğıdı ters çevirip devam etti. “Aslında anneni sevmiyorsun ama öldürülmesinde seni rahatsız eden bir şey var. Katil belki baban, böyle olmasından korkuyorsun da ama ne olursa olsun açığa çıkmasını istiyorsun. Ne de olsa günahını cezasını bu dünyada çeken ahirete temiz gider, değil mi?”

“Sen bunları nereden biliyorsun?”

Ciddi suratı bir anda bozuldu ve kahkaha attı. “Benim işim bu oğlum. Bizim işimiz bu. Bu kadarını sana Adil de anlatırdı zaten ama o bir bilene danışmayı seçti”.

“Yo, ben bu kadarını anlatamazdım” diyecektim ama o devam etti.

“Baban… Annenle ne zaman ayrıldılar? Bir sene oldu olmadı sanırım. Resmen boşanmadılar hala, dava sürüyor mu bilinmez. Ya da dava var mıydı ki? Her neyse. Sen annenle kalmıyordun, hayır. Bu yaşta baba daha çekici gelir. Babanla da anlaşamıyorsun ama. Tüm dünyaya öfkelisin, kimse seni anlamıyor. Hele baban… Okulu bıraktığını henüz bilmiyor. Bilse kemiklerini kırar.”

Az önceki ketum ve sessiz çocuk hayran gözlerle Kâmil abiye bakmaya başlamıştı bile. Ben mi? Ben her zaman hayrandım zaten kendisine ve şu anda değişen bir şey yoktu. Kâmil abiyse zirveyi sona saklamıştı.

“Adın, bizden gizlediğin adın. Dur bakayım… Ya Muhammed ya Murat.”

Keşke orada olup çocuğun nasıl altındaki sandalyeden birden fırladığını ve “yok artık” diye bağırdığını görseydiniz! Kâmil abi şovunun sonucundan memnun bardağını bir dikişte bitirip çocuğa baktı. “E Muhammed, ya da Murat. Hadi anlat bakalım, nasıl oldu”?

“Muhammed” diye başladı çocuk sandalyede doğrulup saygı gösterdiğini belli edercesine oturarak. “Annem… Haklısınız, çok da sevmezdim. Ocak’ta, bir gece iki kardeşimi alıp evden kaçtı. O da beni sevmiyormuş ki babamla yalnız bıraktı. Kaç ay ne sesini duydum ne bir şey. Yazın başında babam kardeşimi görmüş bir yerde. Hemen gizlice takip edip evlerini öğrenmiş. Önce beni gönderdi, git ananla konuş da evine dönsün, bizi daha fazla rezil etmesin dedi. Gittim konuştum ama dönmedi. Sonra babam gitmiş birkaç kere ama yine dönmedi. Sonunda geçen ay ölüsünü bulmuşlar evde. Polis intihar dedi ama ben buna inanmıyorum.”

Senden size nasıl da dönmüştü ama? Her seferinde daha da artmaz sandığım saygım bir kat daha artmıştı Kâmil abiye. “İntihar ettiğine nasıl karar verdiler” diye sordum.

“Kendini asmış” dedi Muhammed bana dönüp. Gözlerinden bir bulut gelip geçti hüzünle karışık.

“Anneni seviyordun aslında, değil mi?” diye sordum. Ses etmedi, ben de Kâmil abicilik oynadım bilir bilmez. “Seviyordun tabi, insan annesini sevmez mi? O gece kardeşlerini aldı ama seni almadı yanına, ondan sevmiyorum diyorsun şimdi. Benim de annem yok, bilirim nasıl bir şey olduğunu. Allah rahmet eylesin”.

Sanki son sözümü beklermiş gibi birden damlalar belirdi gözlerinde. “Helal” der gibi baktı bana Kâmil abi, sonra bir peçete uzattı gözlerini silmesi için. Yutkunarak sözlerine devam etti sonra.

“Babamı aldı polisler önce, o içerideyken benimle konuştular. Tüm bildiğimi siz de biliyorsunuz zaten, hepsini anlattım. Sonra teyzemi almışlar, en son da dedemi. Hiçbir şey çıkmamış. Parmak izi de bulamayınca bir ay önce intihar deyip bıraktılar. Ben de okulu o zaman bıraktım zaten. Davanın peşine düştüm. Teyzemle konuştum, kızdı. Dedemle konuştum, dövmeye kalktı. Babam zaten… Bir de ev arkadaşıyla…” derken Kâmil abi bir oh çekip koltuğunda yaslandı. Muhammed fark etmediyse de benden kaçmadı ve konuşmaya devam etti. “Ev arkadaşıyla da konuştum, birkaç birilerini dedi ama anlamadım. Polise gittim anlattım, dinlemediler. Başka polise gittim, dosya kapanmış, bizlik bir şey yok dediler. Ben de okula gidip gelirken geçerdim buradan, tabelada savcı diye görünce geldim anlatmak için, belki siz bir şey yaparsınız diye”.

Acaba savcının ne olduğunu önceden mi biliyordu yoksa annesi yüzünden mi öğrenmişti? Bilmiyorum. “Benim adım Savcı, ben avukatım” demeyi düşündüm ama o anlık bu bilgiyi kendime tutmaya karar verdim. Kâmil abi de karışmadığına göre doğru olan buydu. Elimizde bir hikâye vardı, şimdi onu biraz deşmek lazımdı.

“Ev arkadaşı dedin, tanıyor musun?” diye sordum.

“Hayır. Gittiğimde gördüm zaten, bir de sonra polislerle. Daha önceden tanıyor olsa ben de bilirdim herhalde.”

“Ona bir bakmak lazım o zaman. Teyzem ve dedem dedin, başka akrabaları var mı? Anneannen, dayın, bir şeyler?”

“Yok. İki kardeşler. Teyzem büyüğü, annem küçüğü.”

Kâmil abi not alıyordu, bu yüzden ben sorularıma devam ettim.

“Babanla araları… Yani evden kaçmış, kötü olduğu belli. Nedenini biliyor musun? Şiddet, kıskançlık, maddi sıkıntı… Neden kaçtı annen evden?”

Gözlerini kırpıştırarak koltuğa yeniden yerleşerek konuştu.

“Babam… Terstir biraz, anlarsınız ya? İşe kızar, anneme çatardı. Bize kızar anneme çatar, kardeşlerine kızar anneme çatar, hiçbir şey olmasa canı sıkılır anneme çatar. Haklıydı o da kendince.”

“Vururdu, değil mi” diye sordum, evet anlamında başını salladı. Kadına şiddet. Söylemesi ve yapması ne kadar kolay, kabul etmesi ne kadar zor… Bir küfür salladım içimden.

“Size dokunmaz ama?”

“Hayır. Derdi annemleydi, neden ben de bilmiyorum.”

Nedenini sonra anlayacaktık. Konuyu değiştirdim.

“Polisler kimlerle konuştu, biliyor musun?”

“İşte teyzem, dedem, babam, ev arkadaşı, bir de ben. Başka bilmiyorum.”

“Sen anneni görmeye gittiğinde neler dedi? Anlattı mı hiçbir şey? Seni gördüğüne sevindi mi mesela? Korkuyor muydu, hiç dedi mi böyle bir şey?”

“Çok özledim deyip sarıldı bana. Neden evden kaçtığını sordum, sen anlamazsın deyip geçiştirdi. Kendisini nasıl bulduğumu ve neden geldiğimi söyleyince korktu sanki biraz ama bir şey demedi. Ben o eve dönmem dedi, sen gelirsen çok mutlu olurum dedi. Ben de gelmem dedim. Bilseydim…” deyince yine gözleri doldu.

Ah gençlik, sevgi ve nefret ne de kolay yer değiştiriyordu bir anda!

“Kim haber vermiş polise?”

Bu defa soran Kâmil abiydi.

“Ev arkadaşı. Annem, kardeşlerimi alıp gezdirmesini istemiş. Ne olduysa onlar dışarıdayken olmuş.”

Kâmil abi pek bizi umursar görünmeden konuşmaya başladı. “Geleni bekliyormuş ama yalnız kalmak istemiş. Kapıda zorlama yoktur, gündüz vakti en azından sesi duyan biri olur. Kavga gürültü olsa ha keza. Katil her kimse bu amaçla gitmiş demek ki. Uygun bir anını bulup öldürmüş, sonra da intihar süsü vermiş. İyi ama parmak izi bırakmamak için eldiven takmış olması gerekli? Demek ki arkası dönükken yaklaşmış. Evet, tabi” dedi, sonra düşüncelere daldı. Cevabını bilsem de sessizliği bozmak için “annenin ruhsal hastalığı var mıydı” diye sordum.

“Yoktu. Yani… Pek mutlu değildi ama kendini de öldürmezdi.”

“Teyzen de öyle mi düşünüyor?”

Bu beklemediği bir soruydu. Biraz düşünüp “bilmem, herhalde” dedi. Bir ipucu yakalamıştık, bunun üstüne gitmek gerekti. Peki, şimdi mi yoksa sonra mı?

“Deden niye sevmiyordu anneni?”

Soran yine Kâmil abiydi.

“Evlenmelerini istememiş, ben doğunca boyun büküp razı gelmiş. Babamı hala sevmiyor ama…”

Durdu. İkimiz de gözünün içine bakıyorduk. Kâmil abiye bakarak “annemi mi daha çok sevmiyordu babamı mı, onu bilmiyorum”.

İkinci şüpheliyi bulmuştuk. “Peki ya teyzen” diye sordum.

“O annemi pek umursamazdı. Yalnız son zamanlarda, annem evden kaçmadan önce, aralarında bir sıkıntı olmuş. Maddi konular. Tam detayını bilmiyorum ama.”

Üç.

“Şimdi herkesi de zan altında bırakmak istemem ama” diye başladım, Kâmil abi cümlemi hiç uzatmadan bitirdi.

“Büyükbaban, amcan, halan? Arkadaş, komşu? Başka kimlerden şüpheleniyorsun?”

“Babam işte. Başka ben de bilmiyorum ki.”

Şaşırmak istemezken şaşırmak mı yoksa isterken şaşırmamak mı daha kötüdür?

“Önceki savcıyı biliyor musun? Adını?”

“Onu bilmiyorum ama polisi biliyorum. Mazlum. Soyadı da… Soyadı Keskin.”

“Hiç yoktan iyidir. Bu da son soru olsun, sıkıldın görüyorum” diyordu Kâmil abi ki lafını bölüp “istediğinizi sorun, sıkılmadım” dedi. Canımıza minnetti zaten.

“Ev arkadaşı dedin, kimlerden bahsetti? Anlamadım dedin ama hatırında kaldığı kadar?”

Biraz düşündü, Kâmil abi de fırsattan istifade kendi kolasını doldurdu ve bana da uzattı. Hiç de reddetmedim valla, ne yalan söyleyeyim?

“İki adamdan bahsetti, arkadaşı mıymış neymiş. Gidip gelmişler birkaç defa, artık ne yapıyordularsa.”

Gözleri çakmak çakmaktı, anlamıştım ne demek istediğini. Anlaşılmayacak gibi değildi de zaten. Şimdilik yorum yapmamak daha doğruydu ama Kâmil abi hassastı, tutmadı kendini.

“Baban kadın arkadaşlarıyla ne yapıyorsa ona da kızıyor musun?”

Yine beklemediği yerden gelmişti soru. Balık gibi ağzını açıp kapattı, başını öne eğdi. Yok, kesin Allah’la arasında bir telgraf hattı filan vardı Kâmil abinin. Bu kadarı artık, olacak şey değildi.

“Bak koçum, kocaman adamsın. Bu yaştan sonra sana öğretmek bana kalmamış ama dediğinin, yaptığının tutarlılığı olsun. Sen de erkeksin diye babanı annenden farklı görme, ikisi de insan. Kız kardeşin de var zaten, değil mi? Bak, var. Senden ne farkı var? Neyse, konumuz bu değil. İki daha geldi, etti beş. Başka da şüpheli yoktur herhalde?”

“Varsa da ben bilmiyorum.”

“Annen çalışıyor muydu” diye sordum.

“Hayır. Yani tam çalışma denemez ona.”

“Deden parayı annene mi yoksa babana mı yolluyordu” diye sordu Kâmil abi. Bu kadarını ben de tahmin etmiştim, bekleseydi ben de bunu soracaktım zaten.

“Bilmiyorum ama annemedir herhalde.”

“Babanın anneni neden eve çağırdığı anlaşıldı. Ama bu babanı şüpheliler listesinden siler, farkında mısın? Tabi… Tabi annenin üstüne bir şeyler yoksa?”

“Onu da bilmiyorum.”

“Öğreniriz. Ne yapardı annen? Evde mi otururdu?”

“Halk eğitimde ders veriyordu bir senedir, babam da oradan çıkıp evine giderken görmüş sanırım. Para alıyor muydu bilmiyorum, alıyordu herhalde.”

“Ne dersi veriyordu” diye yine ben sordum, hepten dışlanmış görünmemek için.

“Yaşlılara okuma yazma öğretiyordu. Bir de resim yapmayı çok severdi, evden kaçmadan önce onu da öğretsem mi diye düşünüyordu.”

Muhafazakâr ailenin resim yapan kızı? İşte bu ilginç bir bilgiydi.

O anlık soracak sorum kalmamıştı. Şimdi bir şekilde kapatılan dosyaya ulaşıp isimleri ve adresleri bulmamız, ifadeleri ve savcının kararını öğrenmemiz gerekti. Baktım, Kâmil abi de bir şey eklemeyince az önce atladığımız ufak detaydan bahsettim.

“Bak Muhammed, ben savcı değilim. Avukatım, adım Savcı. Bunu lehimize kullanacağız. Soran oldu mu ben Savcı Adil diyeceğim, sen de bu sırrımızı aramızda tutacaksın. Tamam? Güzel. Telefonun var mı? Olsun, önemli değil. Adresin?”

“Siz gelmeyin, ne olur ne olmaz. Ben size gelirim, bir hafta sonra?”

“Öyle istiyorsan… Babanın iş adresini biliyor musun? Tamam, onu ver. Deden, teyzen ve anneninkileri de. Hah. Tamam. O halde, senin ekleyeceğin bir şey yoksa Kâmil abi?”

“Var. Son bir şey var. Kardeşlerin kiminle kalıyor?”

“Dedemle teyzem istemedi, bizimle kalıyorlar.”

“Baban onlara da vurmuyor, değil mi?”

“Hayır.”

“Güzel. Eğer dokunmaya kalkarsa hemen bize gel, söyle. Hadi şimdi sen git yoluna selametle, biz de nasıl çalışacağımızı düşünelim. Bugün Salı, haftaya Salı geç olur, sen Cuma burada ol.”

Muhammed kalktı, ben de arkasından. Tam kapıdan çıkarken “Muhammed” diye seslendi Kâmil abi. “Okuluna geri başla, derslerini daha da aksatma. Öğretmenlerin bir şey söylerse gider konuşuruz. Biz senden para almayacağız, borcunu böyle ödeyeceksin. Tamam”?

Yüzünde mahcup bir gülümsemeyle tamam dedi. Kapıda çıkarken “ben senin savcı olmadığını biliyordum, adın gibi biriymişsin. Sağ ol” dedi. Bu defa ben ona gülümsedim ve yolculadım ama biraz da buruldum, yalan yok. Az önce sizdim, neden yine sen olmuştum ki?