Adil ve Hakim
Mutlu bir akşamı mutlu bir sabah takip etti. Okulda görüşürüz deyip kestirip atmıştık. Ne o “nerede ve ne zaman” diye sormuştu ne de ben. Öylesine ve öylece okula gittim, kantinde çay sırasına girdim. Daha önce günlerce yolunu gözlediğim ve gelmeyen Anahit o gün köşeden belirdi. Rıfat Efendiye göre Allah, Anahit’in babasına göre İsa babamız, Serdar’a göre evren, Mali’yle göre de bilinmez bir güç resmen bizi bir araya getirmişti.
Ona da bir çay aldım. Derslerimiz aynı saatteydi ve yarım saat vaktimiz vardı. Okuldan, derslerden konuştuk. Arkadaşlarım göz kırparak ve yüzlerinde hınzır gülümsemelerle, içten içe “seni şerefsiz, hadi gözün aydın” dercesine rahatsız etmeden, göz kırparak veya iki kelime selam verip geçtiler. Sınıflara yürürken dersten sonra işinin olduğunu söyledi, böylece evlerimize de dağıldık. Ertesi gün yine benzer geçti. Diğer gün, sonra diğer gün…
Perşembe günü, Cumartesi buluşmak için sözleştik. Hava iyiden iyiye soğumuştu ama Yıldız’dan Karaköy’e yürüdük. Zorla bir lokantada muhallebi bulduk ve eski Türk filmlerinin muhallebi ve gazozlu sahnelerini biz de yaşadık.
Başka zaman sessiz olduğum için tenkit edilen ben, Anahit’le olduğumda dökülüyordum. Nelerden konuşmuyorduk ki? Filmler, kitaplar, fizik, matematik, Fransa, Türkiye, Türklük, Ermenilik… Bambaşka dünyalardan gelmiş iki kişi gibiydik. Ben Yaşar Kemal diyordum, o Zola. Ben Aşık Veysel diyordum, o Charles Aznavour. Öyle geliyordu ki bazı anlar, ortak yanımız sadece insan olmamızdı. Acıkınca yemek yemesek, yorulunca uyumasak, mutluyken gülüp üzülünce ağlamasak dışarıdan bakan bir kişi tarafından farklı gezegenlerde yetişmiş olduğumuz bile düşünülebilirdi.
Birbiriyle beraber bambaşka kültürleri tanımaya çalışan, bunu da büyük bir heves ve merakla yapan iki kişiydik. Yirmi birinci yaşım, evrenin kanunlarını arayan fizikçileri kıskandırır şekilde başlamış ve böylece devam ediyordu. Onunla olmadığım değil olduğum günler norm haline çoktan gelmişti. Maçka’daki o günden sonra bir daha elimi tutmamıştı, bunun lafını dahi etmiyorduk. Sorun da değildi. Kalu beladan tanıştık ve söylemese bile bu bir vakıaydı. Ötesi de önemsizdi zaten.
Benim hayatımın bu en ilginç günleri, ülkenin sonu gelmez kötü günlerine karıştı. İsa efendimizden sonraki ikinci bin yılın sonunda ülke kaynamaktaydı. Depremin yarattığı yıkım toplumu germiş ve ekonomiyi sarsmıştı. Kemal Sunal’ın ardından Ahmet Kaya sanki tam vaktinde aramızdan ayrılmış gibiydi. Balon şişmişti ve patlamaya hazırdı. Sadece iğnenin ne zaman batacağını bilmiyorduk.
İlk gençliğim, ülkede olan biteni umursamamam gerektiğini öğretmişti. 14 yaşımda bir kriz görmüştüm. On beş, on altı derken on yedide bir kriz daha geçmişti. On sekiz yaşımda 28 Şubat oldu, hükumet değişti. On dokuzda deprem hayatımı mahvetti. Yirmide bir şey olmadı derken hayata dönüş operasyonuyla şişmiş balona iğne dokunduruldu. Ülkenin rahatlamak için ihtiyaç duyduğu o patlama orada yaşanmadı ya, benim hayatım orada değişti.
Cezaevlerinden gelen görüntüleri sanki bir film gibi izliyorduk. Herkes birbirini suçluyordu. Neydi bu olan biten, ne oluyordu? Geleceğin hukukçuları olarak okulun son haftası gelirken gündemimiz buydu. Herkes kamplara ayrılmıştı. İthamlar, suçlamalar gırla gidiyordu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışan tek ben vardım, en azından bana öyle geliyordu. Bir derste yaşadığım tartışma, benim her zaman dışarıda kalan biri olacağımı göstermişti.
Devletin her zaman haklı olduğunu, zaten hep haklı olduğu için devlet olduğunu iddia eden ismi lazım değil bir hocama, bu durumda devletin Allah olduğunu söyleyerek karşı çıktım. Öyle ya, her durumda haklı olmak için her zaman doğru olmak gerekli değil miydi? Hocam bu dediğimin yanlış olduğunu anlatmaya çalışırken doğru olduğumu alttan alta itiraf etmiş bulundu. Sonra o meşum soruyu sordum: Devlet o ki her zaman haklıydı, neden yüksek mahkemeler vardı? Daha birinci sınıftan neden bize anayasa dersi vermişlerdi? Hem bizim işimiz neydi ki o zaman? Yanlışı düzeltmek mi yoksa yapılan her şeyi meşrulaştırmak mı?
Cevabın ne olduğunu tahmin edersiniz. Canım sıkılmıştı. O gün o saat okulu bırakmaya karar verdim. Benim işim adaleti sağlamaktı, adaletsizliğe destek çıkmak değil. O ki benden istenen adaletsizlik yapmamdı, benim de orada bir işim kalmamıştı.
Anahit aklıma bile gelmeden Rıfat Efendinin yanına gittim ve kararımı ona açtım. Nedenini sordu. Neler olup bittiğini anlatmak yerine bir soruyla karşılık verdim.
“Babam bana Savcı demiş, anam Adil. Bugün anladım ki savcı olursam adil, adil olursam savcı olamam. Birinin vasiyetini yerine getirsem diğerinin hatırı kalacak. Sen söyle, ikisini de reddetmek daha doğru değil mi?”
Eline ancak düşündüğü zamanlar aldığı tespihine uzanıp çekmeye başladı. Birkaç dakika böyle geçtikten sonra konuştu.
“Hızır aleyhisselam, Musa aleyhisselamla çıktığı yolda önce bir gemiye delik açtı, sonra bir genci öldürdü, nihayet yıkık bir duvarı tamamlayıp imar etti. Şeriat kapısında bunların tümü ancak Allah’ın asi ve isyankâr kullarının işleri olarak görünürdü. Musa aleyhisselam da böylece baktı, böylece gördü. Bilmedi ki Allah’ın eli yoktur, ancak kullarının eliyle imar eder. Yere göğe sığmayan Allah’ın kulunun kalbine sığması boşuna mıdır? Hızır aleyhisselam ‘gözümden düştün bre gafil’ diyerek sadece ona değil bize de ders verdi: Gözünle gönlün bir çalışmazsa gönlünün ne kıymeti var?
“Allah evvela adil, adil olduğu için de hakimdir. Ay dolanır yıllar geçer, güneş batıp emri bekler, nihayet ikinci surla mizan kurulur ve defterler çıkar. İşte orada herkes kendinin avukatıyken adil olan savcıdır, hesabı soranla gören birdir. Adil olmadan savcı, savcı olmadan adil olmaz. Biri yoksa diğeri eksiktir, yarımdır.
“Savcı olacaksın ki adalet olsun, adil olacaksın ki savcı olasın. Bu çarh böylece döner. Gündüz ay, gece güneş yok diye ışığı reddetmek mümkün mü? Sana şeriatla gelecekler, sen hakikatle bakacaksın. Savcı ve adil olunmaz değil evlat, tam aksine! Savcı olmazsa adalet, adil olmazsa savcı olmaz. Musa aleyhisselam gibi yüzünden bakarsan böyle ikirciklenirsin. Halbuki kapı dörttür. Şeriatta kalma. Marifette gözün, hakikatte gönlün açılır. Sen Allah olacaksın. Sen Allah olmazsan biz kullar ne yapalım? Hakikate ulaşmak bize vacip, sana farzdır. Sen yürü, o sana koşarak gelir. Yeter ki sen adımını at.”
“Kuldan Allah olur mu?”
“Kul Allah olmazsa Allah kul olmaz mı?”
“Bu biraz fazla olmadı mı Rıfat Efendi?”
“Fazla mı? Ne münasebet! Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim diye boşuna mı diyor? Allah kula yakın, kul da Allah’ta. Saklarım gözümde güzelliğini, her neye bakarsam sen varsın orda demiş. O göz olmazsa o güzellik nerede saklanır? Bula bula bunu mu buldun âşık olacak demişler, siz bir de benim gözümden görün demiş Mecnun. Allah da budur, Allah da böyledir. Âdem babamızla Havva anamıza ruhundan üfleyip can vereli beri Allah artık ancak insanla tamamdır. Allahsız insan yoktur, insansız Allah’sa eksiktir. O ki eksiklikten noksanlıktan münezzehtir, ikinci emri gelir hemen: Sen ben ol ki ben sen olabileyim.”
“Birinci emri nedir peki?”
“Ben seni bildim, sen de beni bil.”
“Bu ne demektir, anlayamadım?”
“Allah ruhları kalu belada toplayıp konuştu: Ben sizi tanıyor, sizi biliyorum. Sizinle buradayım, size buradayım. Tek tek hepiniz şu alemde bir nokta, bu noktada bir alemsiniz. Siz de beni bilin ki ben de alemin kendi, o noktanın da veçhiyim. Siz de beni tanıyor, beni biliyor musunuz diye sordu. Orada belâ, belâ, yani evet, evet diyen ruhlar kaldı, diğerleri Allah’a o an döndüler. İnsan bu dünyada sadece Allah’ın halifesi değildir, Allah’ın gölgesinde yaşayan Allah’ın gölgeleridir de. Yoksa, neden rahmetini acizler eliyle versin? Bilmez mi hepimizi hemen toplayıp tekrar tek bedende olmayı? Oysa o, bilinmek için kendinden de geçti. Yoksa, başkası yoktu da İblis’e mi kalmıştı rahmet için?”
On dakika önce okulu bırakırken kendimi bir teoloji tartışmasının içinde bulmuştum. Hem öyleydi ki bir şeyler anlıyor ama hiçbir şey de anlamıyordum. Her gün yeni şeyler okuyup eskilerle birleştirir, böylece de her zaman başka bir hikâye anlatırdı. Aynı soruya iki defa aynı cevabı vermişliği vaki değildi.
“Ermeni’ymiş Rıfat Efendi.”
“Kim?”
“Kız. Hani görüşüyorum, konuşuyorum ya, o. Hani kız arkadaşım da değil, öyle demek olmaz ama değil desem de olmaz. Ermeni’ymiş.”
“Olsun, hepimiz insan değil miyiz a?”
“Hristiyan’mış da.”
“Ne diyorsun?”
“Öyle valla.”
“İnsan değil mi?”
“O nasıl soru Rıfat Efendi?”
“O nasıl söz Savcı Efendi? Hararet nardadır sacda değildir, keramet baştadır taçta değildir buyurmuşlar. Ermeni olsa ne, Türk olsa ne? Hristiyan olsa ne, Müselman olsa ne? Daha şimdi dedim hepimiz Allah’tayız, Allah da hepimizde diye. Sen zarfa bakarsan mazrufu nasıl görürsün?”
“Ama inanmaz da pek. Yani hani, anlarsın ya…”
“Peygamber efendimiz, sahabelerim birbirlerinin kalbindekini bilseler yekdiğerinin boynunu kafir diye vururdu demiş. Allah hep Allah’tır, herkeste farklı zuhur eder. Hepimiz o birin parçası değil miyiz?”
“Enel Hak dedi diye derisini yüzmüşlerdi Mansur’un, değil mi?”
“Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san diyen boşuna mı demiş yani?”
“Yok, senin için dedim. Her söz her yerde söylenmez, benden iyi bilirsin. Hani…”
“Hepimizi sığaya çeker bir Molla Kasım gelir. Ne yapayım, bir kafir diledi diye döneyim mi yolumdan?”
“Yok, dönme de… Kaç seferdir bahsin açıldı. Her seferinde de daha fazla merak etti ya seni, önce iznini almadan getirmek olmaz dedim. Ne dersin, bir elini öpse mi?”
“Burada öpülecek el yok. Misafirim olursa ama, başım üstüne yeri var. Sen de biliyorsun.”
“Var mı sende Hristiyanlıktan da hikayeler? Var tabi, olmaz mı? Benimki de soru. Ben, dinlediklerimden birkaç tane anlatmaya çalıştım ama seninki gibi olmuyor. Anlatır mısın bir şeyler?”
“Sen evvela okulu bırakmayacağının sözünü ver, sonrası kolay.”
“Düşüneceğim.”
“Düşün. Ama hakkını vererek düşün. Adil olmayan savcı var diye bakıp savcıyı adaletsiz sanma. O makam Allah’ın makamıdır, hakkını vermeyenler ancak müşrikten aşağı münafıklardır. İblis’in bile rahmet meydana çıksın diye şeytanlıkla görevlendirildiği yerde şeytan olmak için şeytan olanlara bakıp Allah’ı bırakma. Sonra gel bana, okuluma devam ediyorum Rıfat Efendi de, ben de sana ne zaman tanışıyoruz Hanım kızımızla diye sorayım.”
“Pide mi söylesek?”
“Perhizdeyim.”
Perhiz demek etin yanına soğan ve sarımsak katar, üstüne de bol bol kekik ve sumak ekler ama başkaca bir şey de yemem demekti.
“İki kilo yeter mi?”
“Sen yemiyor musun?”
“Tamam, üç olsun o zaman.”
“Beş de sen ona, beş. Beş iyidir.”
“Kalbin dayanmaz.”
“Bu kalp nelere dayandı, iki lokma ete mi dayanamayacak?”
Tartışmak boşuna olacaktı. Orada bırakıp gidip aldım, yukarı eve çıkıp kendim pişirip aşağı, dükkâna indirdim. Sümer yazısına merak salmıştı o ara, hararetli hararetli anlattı durdu. Kafamda hal kalmayınca kemikleri sokaktaki köpeklere verdim, yukarı çıkıp tabak çanağı temizleyip evime döndüm.