İlk Buluşma
Pazar sabahı güneşin doğuşuyla ayaktaydım. Önceki gün İstanbul semalarında toplanan kara bulutlar içlerindeki rahmeti döküp bitirmiş; geriye ısırmaya hazır olsa da havlamaktan öteye geçmeyen bir havayla açık bir gökyüzü miras bırakmıştı.
Banyomu ve kahvaltımı yaptıktan sonra evde oturmak zor gelince erkenden çıkıp Taksim’e kadar yürüdüm. Ana babaya duyulan gibi doğal, peder beyimden miras sevgimle paşama selam verdiğimde daha bir saat vardı. Yarım saat aşağı yukarı yürüyüp saate baktım, yalnızca beş dakika geçmişti. Einstein yine devredeydi. Bir saat daha yürüdüm, yine baktım. Bu sefer on beş dakika daha geçmiş, saati 11:20 yapmıştı. Yarım saat beş dakika, bir saat on beş dakika ediyorduysa kaç saat bir saat eder diye oran orantı kurmaya çalıştım ama başaramadım. İlk teorik fizik çalışma girişimim böylece yarım kaldı.
Bence yarım saat, saate göre on dakika sonra köşeden geldiğini gördüm. Bir daha baktım: On bir buçuk. Ya saat de şaşırmıştı ya da o da erkenciydi.
Hemen yanına koştum. Elimde, iki gün öncesinden çizdiğim orman resmi vardı. Resim dersinde aldığı en yüksek not üç olan bir kimsenin nasıl bir şey çizdiğini anlatmama gerek olmadığını sanıyorum.
“Erken geldiniz?”
“Babamın ayine katılası tuttu, beni de sürükledi peşinden. Oturmaktan sıkılınca ben de kaçtım. Eve gitsem geç kalırım diye de direkt buraya geldim. Çok beklettim mi?”
“Saat henüz on bir buçuk. Beklemeye fırsatım olmadı. Hem…” deyip durdum, devam edip etmemek arasında ikirciklendim fakat devam ettim. “Hem ben sizi beklettim haftalarca. Şimdi siz yapsanız ne çıkar”?
“İnsanlık halidir olur. Dert etmeyin. Yalan yok, önce bir üzüldüm. Oyun yaptınız sandım. Teyzemle konuştuğunuzu önceden bilmesem inanırdım da belki. Sonra geçti ama. Okulunuz da zor, hayatınız da. Vardır bir sebebi dedim.”
Hayran hayran baktım. Çok mu saftı yoksa çok mu iyiydi? Görecektim. Hazır lafı açılmışken katlı kâğıdı çıkardım.
“Teyzeniz demişken, sizin de bilmeniz iyi olur. Ajanım artık benim için çalışmayacak. İstihbaratım artık kesildi. En son söyle bir şey duydum ama” deyip verdim. Resme bakıp katıla katıla güldü.
“Orman mı bu?”
“Tabi. Bakın, şurada birkaç çam ağacı var. Şu da meşe. Burada da biraz kayın çizdim. Gülmeyin ama. Kaç kere denedim, en iyisi bu oldu.”
“Yok, yok, ona gülmüyorum. Teyzem MİT’e çalışsa hakkı varmış. Baksanıza, bunu bile biliyorsunuz.”
“Bilesi fazla oldu aslında. Daha da benden sana söz çıkmaz Savcı, ne istiyorsan kendinden öğren dedi. İkinizin arkadaşlığı bu, beni aradan çıkar dedi. En son da, sağ olsun, bunu söyleyip gitti.”
“Haklı. Hem, benim sizin hakkınızda bir şeyler öğreneceğim kimse de yok. Böyle daha eşit oluruz.”
“Doğru söylüyorsunuz. Ben sorsam o söylemez zaten artık. Bir de aklımda kaldı. Türkçeniz o kadar da iyi değil demişti ama ana diliniz gibi konuşuyorsunuz. Orada mı öğrendiniz?”
“Evet. Babam Ermenice, annem Türkçe konuşurdu benimle. ‘Onlar bilmese, bilip istemese de orası bizim evimiz. Gidince yabancılık çekmeyelim’ deyip Türkçeyi hiç bırakmadı.”
“Ne güzel. Üç dil biliyorsunuz. Bense sadece bir buçuktan iki. Bir dil daha öğrenmem lazım.”
“Pourquoi n’apprenez-vous pas le français, alors?”
“Excuse me?”
Yine güldü.
“Yabancı dilde bir şey denildiği zaman insanlar neden yine yabancı, farklı olsa da yabancı dilde cevap verirler?”
“Bilmem. Konuştuğumuz dilde iletişim kuramadığımız için belki daha başka bir dille iletişim kurmak daha olasıdır diye düşünüyoruz sanırım.”
“Belki. Bir de, dört dil biliyorum ben. İngilizcem çok iyi değildir ama yok sayılacak kadar kötü de değil.”
“O, hepten yandım o zaman. Sizin İngilizcenizi de yarım sayarsak iki dil daha öğrenmem lazım. Siz nasıl başardınız? Bu kadar dil bilmeyi, hem de bu genç yaşta? Ben daha İngilizceyi bile zor konuşuyorum, hem de bu kadar yıl okuyup öğrendikten sonra.”
“İnsanlar ihtiyaç duydukça yeni bir dil öğrenir ve bu zamanla genlere işler. Başka türlü hayatta kalamazsınız çünkü, bunu da çocuklarınıza vermeniz gerekir. Benim atalarım hep birkaç dil bilmiş. Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Rusça, Fransızca… Sizse Türk’sünüz. Atalarınızın başka bir dil öğrenmeye ihtiyacı hiç olmamış. Ermenistan’da herkes Ermenice kadar, belki daha çok Rusça bilir. Türk imparatorluğundan sonra Rus imparatorluğu altında yaşadılar çünkü. Başkalarının altında yaşayınca onlara benzemek zorundasınız. Yoksa…”
Durdu. Diyeceğinden hoşnut olmayacağımı düşündüğünü hissettim. Hala heykelin altında ayakta duruyorduk, “yürüyelim mi?” diye sorup konuyu değiştirdim. Ferahlamış bir şekilde olur dedi. Ellerimle yönleri gösterdim, caddeyi seçti. Körlemesine yürümeye başladık.
Tünel’e dek çocukluk zamanlarımızdan konuştuk. Marsilya’da doğup büyümüş, liseye başlayacağı yıl Paris’e, annesinin âşık olduğu şehre taşınmışlar. Böylece de çevrelerinin büyük kısmını geride bırakmışlar. Ona kalsa Marsilya’yı tercih edermiş. Deniz ırmaktan, doğa binadan daha güzelmiş. “Tam da yerine geldiniz o zaman” dedim. “İstanbul koca bir beton yığını. Ağaç görene aşk olsun”. “En azından deniz var, Paris’te o yoktu” dedi.
“Sinop’u görmeniz lazım o zaman. Hem yeşil hem deniz. Tam sizlik.”
“Siz gördünüz mü?”
“Hayır.”
Yine güldü. Salaklıklarıma hep gülüyordu ve o gülsün diye saçma salak bin bir şey söylüyordum.
Tünel’den aşağı yürüdük, oradan da Beşiktaş’a döndük. Nihayet karnı acıkmıştı, simit ayranla deniz kenarında kahvaltı yaptık. Beşiktaş’tan sonra anlatma sırası bana gelmişti. Ver elini Ortaköy derken ta Bebek’e dek de ben anlattım. İlçeyi, Kocaeli’ye taşınmamızı, sonra İstanbul’u. Dinlemeye hepsini dinledi ya, Rıfat Efendiyi bir başka dinledi. Onun türlü türlü hikâyeyi bir şekilde İslam’a bağlaması çok ilgisini çekmişti.
“Babanız ulemadandır demişti, değil mi?”
“Evet. Gerçi bunu peder beyimden başka söyleyen de görmedim. Ne kadar doğrudur bilmem, siz yine de ihtiyatla yaklaşın.”
“Olur mu öyle şey? Alim çok okuyan, çok bilen demek. Anlattığınıza göre o da çok okumuş, çok bilen biri.”
“Öyledir. Ne kadar antika dil varsa bilir. Osmanlıca, Rumca, İbranca, Farsça, Arapça, Latince… Bunlar yetmez gibi İngilizce ve Fransızca da bilir. Kaç etti? Bir iki, üç… Türkçe de dahil dokuz dil. Kocaeli’ye taşınırken iki kamyon dolusu kitapla geldi, bir o kadar da geride bıraktı. Yetmedi, iki katını da sonradan aldı. Kütüphanelerde okuyup fotokopilerini aldığı kitapları, fotokopisinin dahi kopyasını tutamadıklarını saymıyorum bile. Evi ev değil kütüphane. Kimilerini okuyamıyor bile ama yine de alıp koyuyor evinin bir köşesine.”
“Bana dediniz ama bakın, o da bayağı dil biliyormuş. Nasıl öğrenmiş ki? Hem o kadar kitaba para mı dayanır?”
“Dediğine göre çocukken rüyasında peygamberi görmüş. Şefaat ya resul Allah demesi gerektiğini biliyormuş ama becerip ilim ya resul Allah demiş. Peygamber efendimiz de bu duasına amin deyiverince zihni bir gecede açılmış. Bir okuduğunu ancak zevkine ikinciye okur, her kitapta ne yazdığını da sayfasına kadar bilir. ‘İlim için olduğundan’ diyor, Allah nasibini de açmış ve yokluk çekmemiş. İstediği dili öğrenmiş, aradığı kitabı bulup almış. İtalya’dan mı kitap getirtmedi, Amerika’dan mı? Dört sene önce Vatikan’a gitti, araştırma yapmaya, bir ay orada kaldı. Nasıl yaptı da yaptı, hala bilmem. Sorarım ama anlatmaz da bunu. Varın siz hesap edin gerisini.”
“Annemde de vardı kitap alma hastalığı. O, okuyabildiği kitapları alırdı ama. Buraya gelirken satabildiğimizi sattık, kalanını kütüphaneye bağışladık.”
“Yok, o da okuyor. Öncesinde de çok okurdu ya, depremden sonra bir hal oldu ona da. Konuştuğu zamandan ayrı ya uyuyor ya okuyor. Yemek yerken, dükkanında otururken, hatta yolda yürürken bile. Koltuk değneğine ne yaptı ne etti bir aparat taktı, kitabı ucuna sabitleyip yolda yürürken dahi okuyor. Çok defa ‘yeter bu kadar okumak, biraz da yaz’ dedim ama nafile. ‘Her kafa bir küp’ diyor. ‘Kimin küpü dolar da taşmaya başlar, ancak o zaman etrafına verebilir. Benim küpüm daha dolmadı’. Hoş, bana sorarsanız bu gidişle dolacağı da yok gibi.”
“Siz yazsanız o zaman? Böyle sorup anlattırsanız, sonra onları yazsanız?”
“Ben onun gibi anlatamam ki. Unuturum hem. İki oğlu bir kızı vardı, dünya bir yana kızı bir yanaydı. Hepsini kaybetti depremde. Belki hani, kızı hayatta olup deseydi dinlerdi ya onu…”
“Bakarsınız bir gün tanışırız, kızı olmasam da ben isterim kendisinden. Onun da eşref saatine denk geliriz, tamam der. Olmaz değil ya?”
“Eşref saatini dahi biliyorsunuz. Meral Abla halt etmiş, Türkçeniz benden iyi.”
“Yok canım. Annem çok kullanırdı bunu. İsa babamızın eşref saatinde edilen dua reddedilmez diye inanır, bir isteği olduğunda eşref saati bu saattir deyip başlardı duasına. Ondan yadigâr kaldı.”
Konu Rıfat Efendiden dönmüştü, biz de Bebek’ten geri yürümeye başlamıştık. Annelerimizden konuşuyorduk. Daha doğrusu o konuşuyor, ben de dinliyordum. Annesine aşıktı. Erken ve vakitsiz gidişi hala canını yakıyor gibiydi.
Maçka’ya gelince Harbiye’ye dönmek üzere parka girmiştik ki bir köpek belirdi ve havlamaya başladı. Birden korktu ve önce elimi tuttu, sonra arkama saklandı. Olanca erkekliğimle tuttuğu elimi sıktım ve sakin olmasını söyledim. Köpeğe selam verip geçtik. Elini bırakmam gerekiyordu belki ama bırakamadım. O da bırakmadı. Eli elimde yürüdük Harbiye’ye kadar. Köşede el sıkışıp ayrıldık, ertesi gün okulda buluşmak üzere sözleştik.
Gözden kaybolana dek arkasından bakıp izledim. Elimi gerçekten tutmuş muydu? Yokladım, hala sıcaktı. Evet, gerçekten de elimi tutmuştu. Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle bir türkü tutturdum.
Gün gördüm günler gördüm,
Seni gördüm şad oldum.
Parktaki köpeğin ölmüşlerine dualar ettim, yoldan gelip geçene selam verdim, çocukları sevdim. İbnesinden orospusuna çeşit çeşit insana ev sahipliği yapan Tarlabaşı, bana öyle geliyordu ki daha önce öyle mutlu birini görmemişti. İnsan nisyanla malul olduğu kadar enaniyetle de malul değil miydi zaten?