You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Her Şey İnsanlar İçin

Ertesi gün büyük bir mutlulukla uyandım. O kadar ki mutluluğumun hudutsuzluğundan utanıyordum, o derecede mutluydum. Şarkılar türküler söyleyerek hala uykuda olan çocuklara kahvaltı bile hazırladım. Temiz kap kacak olmadığı için iki tavayı, dört çatalı, hatta dört de tabağı hiçbir baskı altında olmadan, tamamen kendi rızamla yıkamıştım. Tabi bu, kahvaltıdan sonra “bok içinde yaşıyoruz, şuraya bir kız gelse arkasına bakmadan kaçar. Hadi beyler, benle Serdar, Mali’yle de Hakan ortak” deyip elli ikilik desteyi çıkarmama, kaybeden ikiliye de bulaşık görevini vermeme engel değil tam aksine sebepti. Nihayetinde kaybedince “ben kahvaltı hazırladım, bulaşığı da sen yıka” demem ortağıma göre yanlış, hatta ayıptı. Bu yüzden süreç boyunca mutfakta yanında durup ona motivasyon konuşması yaptım, ettiği küfürleri “kendi diyen kendi olur” diyerek defettim, sonunda bulaşığın bittiğini işaret eden sarı mutfak bezini de ellerimle lavabonun ucuna serdim.

Normal hayata bu çabuk dönüşüm, Anahit’e âşık olup olmadığımı sorgulattı. Yoksa ben sadece birine sana aşığım deme ihtiyacında mıydım? Öyle bir şey olmasa gerekti. Adı ve yüzü hatırıma geldiği anda yine içim kıpır kıpır olmuştu işte. Her arzunun elde edildiği anda çekiciliğini yitirmesi de olamazdı bu, arkadaş olalım dışında bir şey söylememişti. Onu görmek için dayanılmaz bir arzu duyuyordum, en azından o bülbül şakıyışını duymak istiyordum ki babasının dükkanından ayrı hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. Salak kafa dünkü heyecanla bir anda kızın yanından koşup kaçmıştı.

Tekrar yanına gitmeyi düşündüm ama kendisine değilse bile babasına ayıp olacağı için yapamadım. Sahi, o ne düşünmüştü ki acaba? Resmen babasının yanında ilan-ı aşk etmiştim. Aklım yerine gelince birden yaptığımdan utandım. Bu yanlışı düzeltmek lazımdı ama nasıl olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ben de yine, sanki elimden başka bir şey gelirmiş gibi, zamana bıraktım ve yaklaşmış sınavlara çalışmaya başladım.

Okula ilk başladığım yıl tanıştığım iki üst sınıftan bir abim, “bak Adil” demişti. “Üniversiteyi beş senede bitiren bir, dört senede bitiren dört yıl kaybeder”. Aklına uyup okulu uzatmayı düşündümse de o zaman hayatta olan peder beyim “aman Savcı” demişti. “Kötülüğün seddini asla yıkma. Çünkü o bent bir defa aşıldığı zaman ancak o istediği zaman durur, sen istediğinde değil”. Rahmetli peder beyimin bir nevi vasiyetiydi bu ve ben, en kötü notla da olsa tüm dersleri aldığım gibi verme uğraşındaydım.

Bu uğraştan olsa gerek, neredeyse bir ay Anahit’i görmedim bile. Ancak ders olduğunda okula gittim, kalan vaktimi de derslerime, sınavlara hazırlanmaya harcadım. Evet, bulaşığına veya yemeğine kâğıt oynuyorduk hala ya; Kocamustafapaşa’dan Kurtuluş’a gitmek de okulda olduğum zamanlar Anahit’e denk gelmeyi ummaktan fazlasını yapmak da ihtimal dışıydı.

Nihayet son sınavı verdiğim gün hemen öğrenci işlerine gittim. Kapıdan girdiğimi gören Metin abi kaşlarını kaldırdı, başını da hafifçe yana eğdi. Onu görmeye gitmemiştim zaten. Hemen yan masasına seğirtip Meral ablaya selam verdim. Tepeden aşağı beni süzerken “o Savcı Bey, hayattasınız hala demek” dedi. Ne demek istediğini bir parça anlamıştım, boynumu hafiften eğdim. Benim bir şey dememe kalmadı, aldı eline çayıyla sigarasını, kapıya yöneldi. Ben de arkasından tabi. Kalabalık ön kapı yerine daha tenha arka kapıya çıktık. Sigarasını yakıp bekledi. Sessizlik sinirini bozmuş olacak ki “sen mi anlatırsın yoksa sen mi anlatsan” diye sordu.

“Bir aydır sınavlar peşimde. Az önce sonuncudan çıktım da geldim Meral Abla.”

“İyi ettin de a oğul, insan bir ses etmez mi? Ben de mahcup oldum.”

“Sen gerçekten teyzesi misin?”

Evet, bodoslama dalmıştım. Boşuna laf çevirmeye kalkmanın manası da yoktu zaten.

“Beğenemedin mi?”

İşin doğrusu böyle sert bir tepki beklemiyordum. Bir an afalladımsa da sonra hızlıca kendimi topladım.

“Ne demek Meral abla, estağfurullah. O nasıl söz? Bilmiyordum, şaşırdım sadece.”

“Kuzenimdi. Büyük annelerimiz bir, ötesi ayrık. Ben çok sonra öğrendim kim olduğumu, ne olduğumu. Sürgün zamanı yolda hasta düşmüş benim büyük dedem. El kadar sabi, öldü ölecek. Bir köyün kıyısından geçerken bizimkilere ekmek su vermek için çıkmış bir grup, orada görmüşler dedemi. Demişler siz bunu bize verin, parmak kadar sabi yolda izde yitip gitmesin. Böylece ayrılmış ailesinden. Evvel zaman namazına hazırlanırlarmış ya, sonradan cana gelmiş. Sonra kendi çocukları gibi büyütmüşler. Anadolu’da çok kız vardır böyle, erkeğin alınması pek nadir. Kısmeti buymuş, böyle olmuş. Ondan olsa gerek, Kısmet demişler adına da.

“Kendini Türk sanan dedem, o köyde yetişmiş. Babası ancak ölüm döşeğinde söylemiş işin aslını, ta ben bebekken. Sonra annem aramış durmuş aslını, seneler seneler boyunca. Bulduğunda ben yirmi yaşındaydım. Sonra bin bir uğraş, bulduk akrabalarımızı, soyumuzu. Annesiyle de böyle tanıştık. Seda. Ne de güzel kadındı… Bir kere gördüm ancak ben Fransa’ya gidince, altı sene önce. Anahit daha o zaman bile gonca gül gibiydi.

“Bu kadar anlattım yeter. Sen ne yaptın?”

Bu bir soru değildi, azardı. Çok kızdığı belliydi. Kısa tarafından anlattım, o da sözümü kesmeden dinledi. “Şimdi de işte, onu göremeyince senin yanına geldim ki belki izini bulayım” diye sözlerimi sonlandırdım.

“İyi ettin, hoş ettin ama geç ettin, güç ettin. Kızcağız senden ses bekledi bir gün, iki gün, üç gün. Eh, sonsuza dek seni bekleyecek değil ya?”

Başımdan aşağı dökülen kaynar sular bedenimin geri kalanına ulaşamıyor olmalıydı ki kafam yanarken bedenim bir anda dondu. Öylece bakakaldım. Meral ablaysa meltemi bırakıp birden kasırgaya döndü.

“Bak Savcı, seni severim. İki senedir, hadi bunu da katalım da üç olsun, tanırım. Ne bir yanlış hareketini gördüm ne kötü bir sözünü duydum. Kalktın geldin, bana yeğenimi sordun. Haline tavrına baktım, senden kötülük gelmez dedim, sana bir sırrı açtım. Sonra Anahit’e de anlattım bunu. Benim kefilliğimi gördü de ses etmedi sana. Sen ne yaptın sonra? Bir selam verip sonra yok olmak mıdır yapacağın? Eğer buysa, bak şimdi söylüyorum bir daha da söylemem, uzak dur ondan. Uzak dur, yakma canını. Tanrı bana bunca sene bir çocuk vermedi. Kocam beni terk etti bunun yüzünden. Buraya geldim, hepinizi kendi çocuğum bildim. Şimdiyse hepinizden öte, hepinizden özge bir kızım var. Ne memur ne teyze olarak konuşuyorum şimdi. Bir anne olarak konuşuyorum, ne kadar anne olduğumu bilmeden. Ben kızımın yüzünü asık gördüm senin yüzünden. Bu bir Savcı, bu bir. Allah’ın hakkı üçtür demişler. Sana ikinci bir hak daha vereceğim. Ama ahtım olsun, o gülü üçüncü defa solgun görürsem dibinden koparır, atarım seni.”

Sertliği mi daha fazlaydı, haklılığı mı? İkincide karar kıldım.

“Doğrusun Meral Abla. Okulu çok boşladım derken sınavlar başladı. Onlara dalıp gidince” diye başladım ama sözümü kesti.

“Ben bunlara bir şey demedim, demem ki Savcı. Ya söz verme ya sözünü tut. Bunu diyorum. Tabi ki dersine gir, tabi ki sınavına gir. Tabi ki hayatını yaşa, tabi ki istediğin her şeyi yap. Kim bunlara karışır? Ama bir söz söyledin mi onu da unutma.”

Ne düşüneceğimi şaşırmıştım iyice. Hemen gidip Meral ablaya mı yetiştirmişti ne konuştuğumuzu? Hem, daha da önemlisi, neden beni beklemişti ki? Yoksa?

“Ben sözümü ona söyledim, sana değil ki Meral Abla. Gelip sana anlatması…”

Heyheyleri üstündeydi Meral ablanın. Yine kesti lafımı.

“Kim dedi ki benimle konuştuğunu?”

“Başka türlü sen nasıl biliyorsun ki bunları?”

“Be avanak, başka kaç salak babasının önünde ilan-ı aşk eder?”

“Abov…”

“Abov ya. Dua et ki Levon ağzını açıp bir şey demedi. Zavallım kenardan öylesine dinlemiş sizi. Eh; Anahit seni kovmamış, demek ki gönülsüz değil. Sonra yüzü asılmış hayatında başkaca bir şey değişmemişken. Çok zor değil bunları bağlamak.”

Kızın günahını aldığım için içimden kendime küfürler ettim. Babası ama…

“Karate mi öğrensem?”

“Silah da al bir tane? Adam ağzını açıp söz söylememiş, değil başka bir şey yapmak. Ama bak, bu da sana uyarı: Dört göz daha var üzerinde. İkisi babasının, ikisi teyzesinin. Bir hakkım daha var diye sevinme, o bire binler katılır. Ve babasından değilse de Meral teyzesinden korkulur.”

“Korkuttun valla Meral Abla. Ben ne yapayım, nereden nasıl bulayım, onu desen ya?”

“Ta babasının dükkanına kadar takip etmişsin kızı, bunu da bana mı soruyorsun?”

“Ya. Şey oldu o, hani…”

“Bırak, bırak. Telefonunu bile bulmuşsundur sen. Beni mi yiyorsun?”

“Valla yok Meral Abla. O gün işte, bir daha dersine giremem deyip bir delilikle gidiverdim ardı sıra. Aklım başıma geldi ya, ancak çok sonradan.”

“Neyse ne. Var mı telefonun?”

“Yok. Almam da zaten.”

“O neden ayol?”

“Peder beyim. Dedim birkaç kere alalım diye; ‘yerimiz yurdumuz belli, neyimize lazım’ dedi. Öyleydi de zaten. Evden işe, işten eve. En fazla Rıfat Efendinin yanına giderdi, o kadar. Sonra işte, o gece… Ben de almıyorum, alamıyorum ondan. Aklıma o gece düşüyor, ardı düşüyor. Anla işte.”

“En çok senin istemen lazım o zaman yavrum. Baban rahmetlik, keşke elinde olaydı da…”

Bu sefer ben onun sözünü kestim. Biliyordum lafın devamını, çok geceler yutkunmuştum onu düşünüp. Enkaz altından bile olsa son bir defa duysaydım… Gözlerim kızarmış olacak ki hemen lafı değiştirdi.

“Peki, kâğıt kalemin var mı? Var. Güzel. Ver bakayım, yazayım numarasını. Hah, al buyur. Artık ne dersin, nasıl dersin, o sana kalmış. Yine böyle konuşturma, yeter.”

“Gönlünü almak için ne yapsam ki?”

“Onu da mı bana soruyorsun?”

“Hani, tanıyorsun ya sen. O bakımdan.”

“Sen iyi alıştın her şeyi bana sormaya. Öyle şey olmaz. Oldu olacak gelinliğini giydirip kapına da koyayım?”

“Yok, o kadar değil de. En azından…”

“Hadi, hadi. Bu ikinizin arkadaşlığı. Sen bir halt ettin, babasının önünde konuştun. Ardına da böyle bir durum denk geldi. Daha bundan sonra ben karışmam, Levon zaten karışmaz. Öyle iş de zaten olmaz. Ne ararsanız kendinizde arayın, daha da bana gelme bundan sonra. Tamam?”

“Tamam.”

“E haydi ben işime döneyim o zaman” deyip arkasını dönüp el salladı. Birkaç adım atmıştı ki durdu, bana bakmadan “ağaçlar çiçeklerden daha güzel” dedi.

Mesajını almıştım.

Hemen okuldan çıkıp bir telefon buldum, aradım. Uzun uzun çaldıktan sonra açtı.

“Merhaba, ben Adil. Nasılsınız?”

“Adil? İsminizi çıkartamadım.”

“E, Savcı. Savcı Adil. Hani dükkanınızı basmışım.”

“Ah, Savcı Bey. İstihbaratınız iyi çalışmaya devam ediyor olsa gerek, telefonumu da bulmuşsunuz. Nereden geldi aklınıza beni aramak?”

“Ne deseniz haklısınız. O gün bir heyecanla koşup gittim yanınızdan, sonra da sınavlar geldi. Bir anda hayattan kopup onlara daldım. Hep bakındım sağa sola, bir yerden çıkıp gelirsiniz belki diye bekledim ama boşa çıktı. Az önce son sınavdan çıkınca da hemen Meral ablaya koştum. O da…”

“O da size telefonumu verdi. Kanuna uygun mudur birinin özel bilgilerini kendi rızası hilafına edinmek?”

“Haklısınız. Daha böylece, en baştan elime yüzüme bulaştırdım her şeyi. Ne deseniz haklısınız.”

“Zararı yok. Her şey insanlar için. Yalan söyleyemem, önce kalbim kırıldı. Sizden istediğimin kolay olmadığını biliyorum, hevesiniz kaçtı diye düşünüp durdum, ses etmedim.”

“Olur mu hiç öyle şey! Ben yıllarca rahmetli anacığımın dönmesini bekledim gelmeyeceğini bile bile. Sizi de beklerim, gerekirse aylar boyunca.”

“Böyle demeyin lütfen. Ben…”

“Biliyorum. Telefondan konuşmak yerine yüz yüze konuşmayı ister misiniz? Belki ben de hatamı bir parça telafi ederim?”

“Olabilir tabi. Fakat benim bir sınavım daha var. Önce o bitsin. Hafta sonuna ne dersiniz?”

“Tabi, tabi ki” dedim. Kalbim çarpmaya başlamıştı. İlk randevumuz olacaktı bu.

“Ekranda görünen sizin numaranız mı?”

“Hayır. Benim telefonum yok. Ne cep telefonum var ne evimde bir hat. Fakat Rıfat Efendinin telefonu var, onu verebilirim dilerseniz?”

“Eğer sizin yerinize onunla konuşmamı dilerseniz tabi, verin.”

“Ah. Doğru. Ben sizi tekrar rahatsız etmeyeyim diye şimdi bir güne karar verebilir miyiz ki?”

“Bir dakika, düşüneyim. Pazar günü olabilir. Veya Cumartesi mi yapsak? Yok, yok. Pazar daha iyi. Size uygun mu?”

“Size uyan her gün bana da uygundur.”

“Hadi ama canım. Tamam, pazar günü on ikide, Taksim’deki heykelde buluşalım. Ne dersiniz?”

“Tamam, tabi. Pazar günü on ikide Atatürk anıtında. Tamam. Çok, çok teşekkür ederim.”

“Rica ederim, ne teşekkürü? Görüşmek üzere o zaman.”

“Görüşmek üzere.”

Telefonu kapadım. Bana canım demişti. Esmeralda’dan bir yudum su almış Quasimodo gibi bunu tekrar etmeye başladım. Bana canım dedi. Bana canım dedi. Bana canım dedi.

Üç gün bekleyecektim. Koca üç gün daha nasıl geçecekti? Einstein’a kızdım. Ne vardı da göreliliği diğer türlü yazmamıştı? Ne olurdu beklerken zaman daha hızlı geçseydi, mutluyken de yavaş? Hiç işte. Hep onun suçuydu.

Ben kendi kendime söylenirken alemin efendisi zaman bana gülüyordu. O, cümle varidata şah damarından daha yakın olan değil midir? O hepimizde, hepimiz de ondayız. Vahdet-i vücudun bundan ala delili var mıdır?