Allah’ın Hakkı Üçtür
“Kovmadı Rıfat Efendi, kovmadı. He demedi dememesine, demesin de zaten. Kovmadı ama, var git yoluna demedi!”
Ne oluyoruz diyemeden üstüne atladım. Zorlukla beni üstünden atıp “aldın yüce fermanı, aşk olsun be çocuk” dedi; “nedir, anlat hele” diye sordu. Uzun uzun anlattım. Üstündeki elbiseden sesindeki tınıya, gözündeki parıltıdan yüzündeki gamzeye her şeyi, belki biraz da bire bin, hatta milyon katarak anlattım. Bir adını bir de dinini sakladım ama. Neden bilmem, sonra demek istedim onları.
Yüzündeki gülümsemeye gözünde bir damla yaş eşlik etti. Ne kusur ettiğimi sordum, “ne kusuru” dedi. “Hülya hayatta olaydı o da âşık olmuştu. Anlatır mıydı yoksa gizler miydi diye düşündüm. Mutluluğum senden, hüznüm bundandır” dedi. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Gözünü kurulayıp o konuştu.
“İlkinden turnayı gözünden vurmak büyük devlettir. Âdem babamız bile ancak üçüncüde buna vasıl olmuştur. Kadrini bil, kıymetini unutma.”
“Bu ne demek ola ki?”
“Duydun, değil mi, Allah’ın hakkı üçtür derler.”
“Duydum, bilirim.”
“Hikmetini de bilir misin?”
“İki kulağım yetmez, gözlerimle de dinliyorum. Anlat da bileyim Rıfat Efendi.”
“Aç o zaman kulaklarını” deyip iki kulağımı iki ucundan tutup yana çekti, gülüp anlatmaya başladı.
“Allah teala Âdem babamızı yarattığından hoşnut, cennet bahçesinde bir aşağı bir yukarı yürüyor, bahçenin sağı soluyla meşgul oluyordu. Bir gözü etrafta, bir gözü de Âdem babamızın üstündeydi. Bu yeni yaratık dört yana bin bir merakla bakıyor; üstündeki ağaçtan meyve silkeleyip yedikten sonra yanındaki kuzunun kaburgasından bir diş alıyordu. Mutluydu, mutluydu ya, bir eksiği vardı.
“Böylece döneldi durdu. Cebrail aleyhisselamla muhabbetten sıkılınca İsrafil aleyhisselamla tavlaya tutuşuyor, iki ters bir düzle oyunu alınca Mikail aleyhisselamla barbut atıyordu. O vakit günler uzun, bir sene geçince ancak bir dakika gibi oluyordu. Sonunda sıkıldı, bahçeyle uğraşan Allah tealanın yanına gitti. ‘Ben’ dedi, ‘hoşnudum burada ama bir eksik var. Bana cümle varidatın adını öğrettin ama daha başka bilgim yok, ondan da neyin olduğunu bilsem de neyin olmadığını bilmem. Nedir bu eksik sen bilirsin, söyle de gönlüm ona meyletsin’ deyip sordu.
“Allah’la karşılıklı oturup eksiğin ne olduğunu aradılarsa da bir türlü bulamadılar. İkisi iki yandan bezgindi sonunda. Ne olaydı bu Âdem’in aradığı? Kenardaki boğanın sırtından etin en güzel, en tatlı, en yumuşak, en halis yanını koparıp almıştı Âdem babamız. Bir diş aldı, çiğnedi derken tükürdü. İnek eti güzel ama öküz eti et değil demişti ki ‘buldum’ dedi Allah teala. ‘Buldum! Sana bir eş gerek. Bak, hepsinin bir eşi var senden gayrı. En güzeli sana da bir eş yapalım, sen de bu sıkıntıdan kurtul. Beni de daha da darlama, işim var gücüm var’ diye de bir güzel payladı.
“Hemen meleklere emir buyurdu, Âdem babamızın da yaratıldığı topraktan alınıp getirildi. Suyunu katıp yoğurdu, mayasını katıp dinlenmeye bıraktı. Sonra hamur kabarınca aldı eline, verdi şekli. Evvelden, Âdem babamızdan deneyimliydi Allah, hızlıca yaptı. Ustanın iyisi parça artırandır derler, o da böyle yaptı. Sonunda kalan bir parçayı da aldı, ikiye bölüp birini göğsünün bir yanına, diğerini diğer yanına taktı bu yeni yaratığın, hoşuna da gitti bu yeni görüntü. Hoşnutluğuna kani olunca üfürdü burnundan Ruhullahı, can verdi.
“Gözünü açıp karşısında Allah’ı bulan bu varlık daha ‘esselamu aleykûm’ diyemeden Âdem babamızı çağırıp ‘al’ dedi, ‘bu da senin eşindir’. O, bir Allah’a bir Âdem babamıza baktı. Biri güzellerden güzel diğeri kara kuru toprak, gönlü Âdem babamıza meyletmedi. Âdem babamız da pek iyi huylu değildi hani. ‘Ben senden önce yaratıldım, ben sana üstünüm’ diyordu ona. Gah yanında duran kuzudan pirzola koparıp vermesini istedi, Gah sırtına çıkıp çiğnemesini, gâhi de cennet türabıyla kirlenmiş ayaklarını yıkamasını.
“Lilit ise hiç oralı değildi. O da topraktan yaratılmıştı, onun da burnundan ruhu Allah üflemişti. Ne olmuştu kendisinden birkaç dakika önce yaratılmışsa? Hem daha önce yaratılmakla üstün olunsaydı Âdem’in meleklere üstün değil meleklerden aşağı olması gerekliydi. Hani, neredeydi? ‘Seni çıban, beni deli etme’ diye durmadan didişti Âdem babamızla.
“Hadi Allah’ın hatırına bu sürekli kavga dövüşe katlanıyordu ya, Âdem babamız sonunda kendinde olmayan o iki parçaya merak saldı. Hali tavrı birden yumuşadı, ‘gel beri güzel gel beri, ben adam yemem’ dedi. Ne olduğunu anlamayan kadın kendisine yanaşıp bunun ne şeytanlık olduğunu anlamaya çalışırken Âdem babamız iki elini iki memesine doğru uzatıp sıkmaya çalışınca kıyamet koptu. Hemen bir adım geri attı, bir eliyle iki memesini saklayan Lilit, kara gözleri yüzünden Âdem babamız bu adı vermişti ona, boşta kalan eliyle Âdem babamıza bir tokat aşk etti ve ‘seni ırz düşmanı, seni namussuz! Allah hakkı hatırına yüz verdim diye nice astar istersin’ diyerek havaya karıştı, birden yok oldu.
“Evvela anlamadı Âdem babamız. Gelir diye bekledi, o arada da Mikail, Azrail ve Cebrail aleyhisselamla okeye oturup hepsini bir güzel yendi. Yendi yenmesine ya, Lilit geri gelmiyordu. Okeyden batağa, oradan briçe, barbuttan da pokere geçti ama yok, cümle melekut varken Lilit yoktu. Birden ne olduğunu anlayıp ağlamaya başladı ki ne ağlamak! Bahçenin dört yanı Âdem babamızın bağırtısıyla iniyordu. Yetmedi, onu ağlar görünce gayriihtiyari melekler de ağlamaya başladı. Cennet bahçesinde bağırtıdan başka ses duyulmaz oldu.
“Gürültüden rahatsız olunca iki kulağına iki tıkaç takıp Allah azze ve celle hemen Âdem babamızın yanına seğirtti ve ağlamasının sebebini sordu. Öğrenince sırtını pışpışladı. ‘Senden iyisini bulacak değil a? Az bekle, gelir’ dedi. Bunu duyan Âdem babamız daha da yüksek telden bağırıp ağlamaya başlayınca cennet bahçesindeki ikinci tokadını yedi. ‘Bu da kulak be Allah’ın cezası, bana da yazık’ diyen Allah Teâlâ’yı daha da kızdırıp Lilit’i, hele ki memelerini hepten kaybetmemek için sustu Âdem babamız. Bundandır ki evladım, dayak cennetten çıkmadır denir. Allah teala hemen meleklere emretti ki Lilit bulunsun, Âdem’in yanına getirilsin, şu herif de bir sussun. Akşam yaklaşıyordu, bu gürültüde nasıl uyuyacaktı?
“Melekler dört yana dağılıp Lilit’i aramaya başladı. Koskoca dünyanın dört bucağına milyon kere milyonlarca melek dağılmıştı. Nihayet bir dağ tepesinde Cebrail ve Mikail aleyhisselamlar buldular onu. ‘Ne olur gel’ diye yalvardılar. ‘Gel ki Âdem sussun. Yoksa Allah nice uyur, bizim gözümüz yaşı nasıl durur’? ‘Yok’ dedi Lilit, ‘gelmem. Allah güzel ama Âdem’den bezdim. Hadi bin bir sözüne ses etmedim, memelerimi sıkmaya çalışmak nedir? İmkânı yok ona dönmem’. Gelirsin gelmezsin diye tartıştılar – daha doğrusu melekler kendisine yalvarmayı sürdürdü, Lilit’se onlara bağırıp çağırırken hepten delirdi: Meleklerin başından Fırat’tan doldurduğu kovalarca suyu boca etti, ‘hallerimi o ikisine böylece bildirin. Allah beni istiyorsa gelirim ama Âdem’e imkânı yok dönmem’ dedi; ellerindeki kovalarla kafalarına vurup kovdu onları.
“Meleklerin elleri boş artları yaş geldiğini görünce sümükleri hala akan Âdem babamızı daha fena bir ağlama tuttu. Öyle ki cennet bahçesinden kaçmış, dünyaya gelmiş Lilit dahi duyuyordu bunu ama Nuh’a tamam dese de nübüvvetini kabul etmemişti bir kere.
“Esnemeye başlayan Allah teala, bu bağırıştan kurtulmak için ‘tamam’ dedi, ‘tamam, ben sana başka bir tane yapacağım’. Hemen melekler tekrar gönderildi, hemen toprak getirildi. ‘Öyle yap ki göğsündeki o iki yuvarlak tomar yine orada olsun’ diye Allah’a tembihledi. Allah teala bir la havle çekerek ‘tamam’ dedi, ‘yeter ki sen sus. İstersen iki değil dört tane bile koyarım’. Âdem babamız iki mi dört mü diye biraz düşündü, sonra ikide karar kıldı. O ki iki eli vardı, tabi ki iki tane olması münasipti.
“Hemen toprak suyla karıştı, hamur yapılıp dinlenmeye bırakıldı. Sonra şekil verildi, ruhullah da burnundan üflendi. Cana geldi bu yeni kadın ya, Âdem babamız birden kusmaya başladı. Pirzolalar, antrkotlar, döşler midesinden ağzına bütün bütün gelip çıkıyordu. ‘Yine ne oldu’ diye hiddetle sordu Allah. ‘Bu ne biçim yaratmaktır, ben bunun neyini isteyeyim? Al senin olsun, ben bunun yüzüne bakmam’ dedi Âdem babamız. Kadın tam ‘selam’ dedi, aleykûm demesine fırsat kalmadan yok oldu.
“İyiden iyiye uykusu gelmişti Allah tealanın. Ne yapsın, nasıl yapsın da kadını Âdem’e sevdirsindi? Düşündü, düşündü, sonunda buldu. Âdem babamızı uykuya yatırdı, göğsünden bir kaburga çekip çıkardı. Dünyadan toprak bir daha getirildi, yoğuruldu, dinlendirildi, şekil verilip ruh üflendi. Selamı alındı, sonra hemen kendisine bildirildi: Ey kadın, bak bu uyuyan Âdem’dir, senin eşin ve üstündür. O ne derse ona uyacaksın.
“Kadın bir Âdem babamıza, bir Allah’a baktı. Başka zaman olur demezdi ya, aldığı ilk emir bu olunca o güzelin sözünü ikiletmedi. Durumdan hoşnut olan Allah Âdem babamızı uyandırdı ve sözlerini söyledi: Al Âdem, bu senin eşindir. Senin kaburganı toprağına kattım. Artık eti etindir, ruhu ruhundur. Daha da beni darlama. Hadi gidin, beraberce oynayın.
“Âdem babamız evvel yüzüne, ahir göğsüne baktı kadının. O memeleri görünce aklı başından gitti, oynamaya başladı. ‘Vallahi ben senden razıyım, dahasını da istemem’ dedi, hemen kadına Havva adını verip bir meşe ağacı altına gitti, akşamdan sabaha onun memeleriyle oynadı durdu.
“Hasılı evladım, Havva anamızın yaratılışı tam üç devirde oldu. Bundandır ki Allah’ın hakkı üçtür. Murat da odur ki sen ilk hakkından Havva’nı bulasın.”
“Âdem, Havva’yı sırf memesi var diye mi sevdi?”
“Ne münasebet bre zındık! Ben öyle mi dedim? Üçünün de memesi vardı. O, Havva anamızı kendisine sadık olacak, bir sözünü iki etmeyecek, yanındaki kuzudan pirzolasını alıp kenardan topladığı baharatları üstüne bir güzel ekecek, sonra kendi elleriyle yedirecek diye sevdi. Sırtına çıkıp çiğneyince öyle bırakmayıp omuzlarına da masaj yapacak, olmuşken ayaklarını da yuğacak diye sevdi. Memesini sıkmaya izin vermesi ancak bunlardan sonra gelip bunları tamam eder.”
“E tamam, memesi için işte? Ama ben memesi için sevmiyorum ki onu. Allah şahit, yüzünden başka yere bakmadım bile.”
“Sen de erkeksin evladım. Bakacaksın. Bunda suç da günah da yoktur. O sana bakacak, sen de ona bakacaksın. O seni isteyecek, sen de onu isteyeceksin. Ne dedi Allah? Artık etiniz birdir, artık ruhunuz birdir. Sen ikilikle bire nasıl varacaksın?”
Haklı olmaya haklıydı ya, bunu konuşmanın ne yeri ne de zamanıydı. Lafı değiştirip işini gücünü sordum. Sonra aşağıdaki kasaptan bir güzel pirzola aldım, o kadar anmıştı ki canım çekmişti, bir güzel kızarttım ve afiyetle yedik. Sonunda da evime döndüm ve huzurlu bir uykuya daldım.