You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Evet-Hayır

Ertesi gün birinci sınıfların ders programını çıkardım, aynı gün çakışmayan derslere girmeye başladım. İki hafta boyunca bu iş böylece sürdü. Tüm yüzler tahtaya dönükken ben sanki kıblemmişçesine ona dönüktüm. İki haftanın sonunda, bir Cuma günüyse oyunum açık edildi. “Savcı Bey” diye seslenen hocamı takiben bütün yüzler bana döndü. Gerisi önemsizdi ya, o suret-i Hak da gözlerini birden bana çevirmişti. İlk defa orada kalu belaya döndük. Gözü gözümde, gözüm gözündeydi fakat bu pek kısa bir an olarak kaldı çünkü gözlerim, ondan hocama dönmesi gerektiğini biliyordu.

“Sen vermedin mi benim dersimi?”

“Verdim hocam.”

“Tekrar mı alıyorsun?”

“E, hayır hocam. Hariçten takip ediyorum, sanki eksiğim varmış gibi geliyor da.”

‘Beni de bilgilendirsen güzel olmaz mıydı?”

“Bilemedim, düşünemedim hocam.”

“Kapımız herkese açık ama böyle olmaz. Bak, sıkış tepiş ortalık. Eksiklerini başka türlü tamamla. Seneye gel mesela.”

“Tamam hocam” deyip çıkmaya hazırlandım ki o günlük dersin sonuna dek kalma izni aldım. Ders çıkışında “abi sen savcı mısın” diye soran gelecekteki meslektaşlarıma bunun ismim olduğunu söyledim, çok havalı buldular. O ise bununla ilgilenmemişti bile. Ders çıkışı yine yoluna düşmüştü.

O gün ilk defa okul çıkışı onu takip ettim. Ta aşağı, Eminönü’ne yürüdü, on beş adım arkasında ben vardım. Otobüse bindi, ben de ardından. Kurtuluş’a varınca indik. Bir sokak sağa, bir sokak sola derken bir markete girdi. Yarım saat kadar bekledim, çıkmayınca oradan ayrıldım. Sanırım çalıştığı yeri bulmuştum.

Ertesi gün mutlu uyandım. Hızlıca birkaç bir şey atıştırıp hemen yola düştüm ve marketin sokağına geldim. Ne diyecektim? Hiçbir fikrim yoktu. Sokağın bağlandığı ana caddede bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Kafamda onca farklı senaryo, ben ne diyeceğim o ne diyecek diye kurdum durdum. Beynim patlayacak gibiydi. Derken bilinçsizce adımlarımın beni kapıya götürdüğünü fark ettim. “Medet Allah ya Muhammed ya Ali” deyip daldım içeri.

İnce uzun bir marketti. Kasada babası olduğunu sandığım biri oturuyordu. Selam verip içeri doğru birkaç adım attım ve onu rafları düzeltirken gördüm. Düşünmeme gerek bile yoktu. Başının arkasını yüzünden daha iyi tanıyordum. Gayri ihtiyari o yana yanaştım. Müşteri geldi sanıp az yana çekilirken beni tanıdı ve yüzüne bir gülümseme kondurdu. Allah’ım, gülümseyince nasıl daha da, daha da güzel olmuştu. Ahtım olsun, o an ölmüş olsam şehitlikten peygamberlerle haşredilirdim.

“Bay Savcı?” diye sordu. Bu başka zaman sevmediğim hitap o an, ilçede yaşadığımız gecelerde bazı bazı duyduğum bülbüllerin ötüşü gibi gelmişti. Benim de bir şey söylemem gerekti ya, sesim terk-i diyar eylemiş gibiydi. Yetmezmişçesine elim ayağım birbirine karışmıştı. Ellerimi nereye koymam gerektiğini bilmiyordum. Zorlukla geri gülümsemeyi başarıp “evet, doğru hatırladınız” diyebildim.

Gülümsemesi yüzünde devam etti. “Bu işi bu kadar mı seviyorsunuz” diye sordu.

“Peder beyim rahmetlik, adımı böyle koyup kaderimi böylece yazmış.”

“Allah rahmet eylesin, çok üzüldüm. Anneniz için de pek zor olsa gerek.”

“Anacığımı ben çok küçükken kaybetmişiz. Peder beyim de ben çocuğumu üvey ana eline vermem deyip tek başına baktı bana. Ondan, annem için pek zor olmasa gerek. İkisi beraber gitti.”

Yüzü soldu. Kendime küfürler ediyordum. İlk konuşmada, daha ilk anda söylenecek sözler bunlar mıydı?

“Ben de annemi yakın zamanda kaybettim. Babam, biraz da onu unutturmak için olsa gerek, buraya taşındı. Ben de yanında tabi.”

“Biliyorum.”

“Biliyor musunuz?”

İlk konuşma, ilk hüzün, ilk gaf. “Allah’ım benim dilimi durdur” diye içimden dua ettim ama karşımda bir cevap bekliyordu. Nasıl bir sapık, nasıl bir manyaktım ki kızın annesinin öldüğünü biliyordum? Hikâye yazmaya gerek yok diye düşünüp olduğu gibi söylemeye karar verdim.

“Öğrenci işlerinde Meral Abla var ya, o söyledi. Öyle bir muhabbet içinde…” diyordum ki lafımı böldü.

“Meral teyzem mi?”

Teyze mi demişti, teyzem mi? Anlayamamıştım.

“E-evet.”

“Aşk olsun. Beni mi çekiştiriyor sağda solda?”

“Teyzem mi dediniz?”

“Evet. Annemin kuzeni. E, başka neler söyledi?”

Vay Meral Abla vay. Ne işti bu?

“Çok bir şey değil. Annenizi kaybedince ülkeye döndüğünüzü söyledi, bir de aynı bölümde okuduğumuzu.”

“Tabi bir de adımı.”

“D-doğru. Bir de adınızı.”

Güldü. Gamzeleri ne kadar da güzeldi. O gülüşü devam ettirmek için bir şeyler söylemeliydim ama ne olduğunu bilmiyordum. Başka zaman, belki de işine geldiğinde zehir gibi olan kafam durmuştu. Yine de aklıma gelen ilk şeyi söyleyerek şansımı denedim.

“İstihbaratım güçlü.”

O gülmeye devam ederken ben kendime küfür ediyordum. Sanki suçlunun peşinden koşan polismişim gibi, istihbarat ne demekti?

Gülmesi bitince durdu. Yüzü ciddileşmişti.

“Peki, hakkımda istihbarat toplama sebebiniz nedir?”

“Haydi bakalım Adil. Varsa cevabın buyur, ver” diye düşündüm. Kendi kendimi ele vermiştim. Söylenecek hiçbir şey yoktu. Koşarak uzaklaşmayı düşündüm ama korktum. Neden korktuğumu bilmeden, içimden gelen sebepsiz korkuyla korktum. Böylece bir beş on sene bekledim. Gözleri hala üstümdeydi, bir cevap bekliyordu. Ne diyeceğini bilmeyen, her erkek gibi soruya soruyla cevap verip vakit kazanmaya çalıştım.

“Sanırım bunu anlamak pek zor olmasa gerek?”

Ne yüzünde bir kas seğirdi ne gözünü kırptı. Derin bir nefes alıp verdim, konuşmaya çalıştım ama ağzımdan bir ses bile çıkmadı. Yutkunup tekrar denediğimde ancak bir fısıltı çıktı zorla.

“Ben size âşık oldum.”

Bir şey demedi. Zoru aşmanın rahatlığıyla aklıma gelenleri birer birer dökmeye başladım.

“Buna aşk demek doğru mudur bilmiyorum. Yirmi senedir ben hiç âşık olmadım. Başka bir şeydir belki de. Tanımıyorum, hiç bilmediğim bir his bu. Aşk dediler, böyle olur dediler. Ne yapacağını bilemezsin, ne yapsan fikrinden çıkaramazsın dediler. Meral Abla böyle dedi en azından. Bir de Rıfat Efendi. Rahmetli peder beyim hayatta olsaydı en doğrusunu o derdi ya, bıraktı gitti. Ama dinledim, çok dinledim anacığımı ondan. Böyle anlattı, böyle söyledi. Olaydı o da aşıksın derdi, eminim.”

Yine sessizdi. Sessizliktense reddetmesine dahi razıydım. Sudan çıkmış balığın çırpınması gibi bir şeyler demek için çırpındım.

“Daha beni tanımıyorsunuz bile. Ben de tanıdığımı iddia edecek değilim. Bana kalsa ilk sözlerim bunlar olsun da istemezdim. Tanışmak istemiştim sadece. Hani, bilirsiniz ya. Tanışmak, konuşmak. Sonrası ne olur bilmeden, iki normal ve sıradan insan gibi. Size sıradan demiş bulundum, lütfen bunu yanlış anlamayın. Hani, bir okul arkadaşı gibi. Veya ne bileyim…

“Rıfat Efendi, ruhlar zaten tanıştır dedi. Hiçbir ruh yoktur ki ilk defa bu dünyada buluşsun. Daha önceden birbirini sevenler burada da sever, daha önceden sevmeyenler burada da sevmez dedi. O önceki sefer belki siz de hani. Onu görmek, onu bulmak, onu bilmek için…”

Nefessiz kalmıştım. Yüzündeki ciddiyet biraz daha sürdüyse de nihayet yok oldu. Gülümsüyordu. Tam o an İsrafil suru üflese razıydım. Altı üstü yirmi senelik ömrümde yaşadığım pek çok mutlu an vardı var olmasına ama o ana takip olabilecek bir ikincisi yoktu. “Hayır, benim seninle ne işim olur” dememesi bile yetmişti.

“Peki, siz ne düşünüyorsunuz?”

Ben düşünebiliyor muydum?

“Hangi konuda?”

Hayır, bu sefer vakit kazanmaya çalışmıyordum.

“Sizce de tanışıyor muyuz daha öncesinden?”

“Bilmiyorum. İnanın bilmiyorum. Sizi ilk gördüğümde sanki sizi asırlar önce kaybetmiş de sonunda bulmuş gibi bir hisse kapıldım. Doğru mudur değil midir bilmiyorum.”

“Ben pek inanmam böyle şeylere. Ne bir yerden geldiğimize ne bir yere gittiğimize. Buradayız şu anda, bir tek bunu biliyorum. Ve burada, ve şu anda size ne demem gerektiğini bilmiyorum.

“Söylemek isteyeceğiniz şeyler belki dediklerinizden farklı olabilir. Fakat bu, söylenmiş olanları değiştirmez. Siz söyleyeceğinizi söylediniz ve sıra bende. Size evet, tamam diyemeyeceğimi tahmin edersiniz. Durun, asmayın yüzünüzü. Daha sözlerimi bitirmedim. Size hayır da demeyeceğim. Birbirimizi tanımamamız için bir sebep göremiyorum fakat bunu derken korkuyorum. Size boşuna umut vermek istemem. Elimizde bir yük var ve taşınması gerekli. Şöyle yapalım mı? Siz beni bir arkadaş olarak alın. Ben de sizi bir arkadaştan fazlası olarak görebilir miyim, onu anlayayım. Sizin yükünüzün benimkinden ağır olduğunun farkındayım fakat inanın benimki de göründüğü kadar hafif değil. İlk defa bir erkeğe bunu söylüyorum ve sonrasında ne olacağını bilmiyorum.”

Bu kadarı yeterdi bana. Hayır dememişti ya, varsın evet de demesindi. Hem o inanmasa da Rıfat Efendi haklıydı işte. Yoksa neden ilk defa gördüğü birini dümdüz reddetmesindi? Var mıydı bir sebebi?

Bin bir teşekkür ettim, daha da vaktinizi çalmayayım dedim, okulda görüşürüz, siz beni bulamasanız da ben sizi bulurum deyip koşarcasına kapıya yöneldim. Kenardan müstehzi gülümsemesiyle bana bakan babasına duyulur duyulmaz iyi günler dileyip dışarı çıktım.

Ne yapacağımı bilmiyordum. İçim içime sığmıyordu. Körlemesine bir o yana bir bu yana yürümeye başladım. Belki bir saat sonraydı, belki daha fazla, etrafımı tanımadığımı fark ettim. Kaybolmuştum ama umursamadan yürümeye devam ettim. İkindiyi geçe aklım başıma gelmeye başladı. Üç otobüs değiştirip mahallemize ulaştım, eve gitmek yerine Rıfat Efendinin yanına gittim. Biriyle konuşmak zorundaydım, ondan daha iyisi aklıma gelmemişti.