Gençliğin Son Günü
Rıfat Efendi, söz verdiği gibi üçüncü haftanın bittiği gün bizi eve çağırdı. Tam üç haftadır dükkânı kapalıydı. Akşama kadar ustalarla beraber burada yatıp kalkmış, hatırı sayılır bir meblağı da günlük ücret alan ustaların işlerini yetiştirmeleri için ödemişti.
Kapıyı açtığı anı dün gibi hatırlıyorum. Daha bir ay önce ahıra benzeyen yer şimdi sanki cennet bahçesi gibi görünüyordu. Çelik kapı takılmış, tüm duvarlara ısı ve ses yalıtımı yapılmış ve üstü kapanıp boyanmış, yerlerin parkesi hem de laminanttan değil, gerçek has halis odundan döşenmiş, tüm pencereleri sökülüp pimapen takılmış, kapısına gelmiş bekleyen doğalgazı içeri çekilmiş ve evin dört yanına petekleri bağlanmış, kombisi balkona takılmış, tavanda kenarlara spotlar yerleştirilmiş, lambalar tepemizde kırık bir dal gibi sallanırken şimdi çok güzel içine içine yedirilmiş, banyodaki duş sökülüp yerine Anahit’in üç gün arayıp bulduğu ve diğerlerinden farkını hala anlamadığım o pahalı küvet takılmış, beraberinde lavabosu da dolapla değişmiş, sanki saraydan çıkmış gibi ağır ve vakur duran mutfağı hemen önceki gün takılmış…
Anlayın işte. Bambaşka bir yere dönmüştü. Tek eksiği eşyalardı şimdi, onlar da sonraki iki gün gelecekti. Yirmi üç Ağustos akşamı, son günü gençliğimin resmen biteceği o haftanın ilk günü böyle başladı. Anahit haftalardır bir yandan Levon amcayı, bir yandan da Meral ablayı bin bir zorlukla zapt ediyor, “biz arıyoruz, biz döşüyoruz, rahat olun, merak etmeyin” diye türlü türlü yalan söylüyordu. Sonunda getirip gösterebilir miydi?
“Bence eşyalar da gelsin, koyup yerleştirin. Onlar da böylece dayalı döşeli, şimdiki gibi boş dört duvar yerine bir yuva görüp mutlu olsunlar.”
Haklıydı Rıfat Efendi. Salı ve Çarşamba, Anahit’le ikisi iki gün boyunca eşyalarla meşgul oldular. Salı akşamı tüm ağır mobilyalar gelmişti. Yatak, gardırop, oturma takımı, gerektiğinde yatağa da dönüşebilen iki de çekyat, masalar, sandalyeler, adını hala bilmediğim, yatak odasına konulan o kocaman şey, şifonyerler…
Çarşamba akşamı, iş çıkışı Levon Amca ve Meral ablayla buluşup evin son halini görmek üzere gittik. Kapıdan girince karşısında Rıfat Efendiyi görünce “bir benden mi gizliyorsun her şeyi” diye kızına kızsa da sağa dönüp salonu görünce uzun bir ıslık çalıp “bu kadarını düşümde görsem inanmazdım” dedi.
Levon amcayla Meral Abla evi ağızları açık şekilde gezdiler. Ben de tabi. Önceki akşam kabasını görmüştüm ama ince işçilikle bambaşka bir hal almıştı. Çok sade, çok zarif ve çok estetikti. Anahit, eve imzasını öyle bir atmıştı ki eve bakan onu, ona bakan evi görüyordu. Tek bir sorun vardı: Rıfat Efendide metelik kalmamıştı; bende de var desek varlığa, yok desek kendine küfür olacak az biraz bir şey kalmıştı. Ama olsun, o gün Levon amcayla Meral ablayı “bunlar rezil bir yer buldu, içine de bit pazarından iki parça onuncu el eşya koydu” diye düşünürlerken ağızları açık bırakmıştık ya, değerdi.
“Ne kadar harcadınız eve?”
“Ailenin bütçesi aile içinde kalsa gerek.”
“Orası muhakkak. Benimki sadece merak.”
“Fazla merak etme. İşimizi gördük, bu kadarı yeter.”
Anahit iyi susturmuştu babasını. Meral Abla aldı sazı bu sefer.
“Kirası da çoktur buranın.”
“Ödemeye gücümüz var ya, yeter.”
“Taze avukat dediğin o kadar kazanır mıymış?”
“Kazanırmış demek ki Meral Abla.”
Sadece Anahit’e bırakmak olmazdı.
“Borca harca gitmediniz inşallah?”
“Yok, elimizdeki yetti şükür.”
“Ne güzel, aman ne güzel. Arkanızda iki babanız bir de teyzeniz var, aman dara düşmeyin de.”
“Sağ olasın Meral abla, varlığınız yeter.”
“Beş taneyiz, çok azız” demişti Anahit. Azdık ama işimiz gücümüz yolunda gidiyordu işte.
Ertesi gün, koca iş gününden sonra akşam vakti kilisedeki nikahı yine aynı ekiple yaptık. Mumlar, dualar, saçma sapan sağa sola yürümeler, taçlar… Bin sene önce bu saçma ritüellerin manası muhakkak vardı ama şimdi gereği neydi? Levon Amca ikinci ve son golünü atacaktı diye girdiğimiz şekil, şekil değildi. Başımda taç, elimde Ermenice İncil, zaten iki sene önce taktığım ve yıkanırken bile çıkarmadığım yüzüğün ilk defa çıkarılıp tekrar, bu sefer papaz eliyle takılması…
Koca defter açıldı, adlarımız yazıldı. Kilisedeki işimiz de böylece bitmişti. Levon Amca için artık evli bir çifttik. Anahit’in tapusunu üstüme almıştım, o da benimkini. Dört seneyi aşkın zaman önce bir an görüp tutulduğum, tekrar görmek için haftalarca uğraştığım, uğruna dersten kovulduğum, rahmetli peder beyim ve Rıfat Efendiden sonra beni o güne dek en mutlu etmiş, varlığını sadece birkaç gün içinde varlığımın bir parçası kılmış, yokluğunu hayal dahi ettiğimde boğazıma koca bir yumru oturtan, Rıfat Efendinin kaybettiği kızının yerine koyduğu bu yere gökten daha yakın olan kız, bundan sonra tanrının da izniyle hayatımın en büyük ve önemli parçası olacaktı.
Vaftiz babam olan ama o gün ancak ikinci defa gördüğüm Kirkor Amca altından iki haç almış gelmişti. Birini bana, birini Anahit’e takip duasını etti.
“Oğlumuz ve kızımız, Âdem babamız ve Havva anamızın izinden gidip insan için bir sürgün yeri olan bu dünyada bir araya gelip dört duvarın arasını kendilerine cennet bahçesi eylemek için tanrıya sözlerini verdiler. Cümle melekler duanıza âmin desin, tanrı sizi kutsasın ve iyi gününüzde de kötü gününüzde de aklınıza ilk geleni yekdiğeriniz kılsın.”.
Ne güzel duaydı bu böyle? Ben Rıfat Efendiden beklemiştim işin doğrusu, oysa ertesi günü bekliyor olsa gerekti ki basitçe tebrik edip dahasını bıraktı. Meral abla, gözleri parlayarak ve koluna Levon amcayı takarak geldi ve “artık siz karı kocasınız, ayrı evlerde değil aynı evde kalmanız icap eder”.
Sahi, doğru demişti ama tam o anda Anahit bana baktı, ben de ona. Aynı anda düşünmüştük herhalde: Her şeyi eve taşımıştık ama eşyalarımız hala eski evlerimizdeydi. Elbiseler, kitaplar, sazlar ve daha bir sürü şey.
“O ne demek? Kızım bugün benimle kalacak.”
“Kocasının evi varken senin evinde ne işi varmış ayol? Bir yaşıma daha girdim.”
“Bugün benimle kalacak dedim, işte o kadar.”
“Evlenmedi mi kuzum bunlar?”
“Tamam, evlendiler.”
“Gerdeğe girmeyecekler mi?”
“Ya girsinler. Bugün dursun, yarın girsinler.”
“Bunun kararı sana kalmamış. Bak, kızının elinde kâğıdı. Artık senin değil o. Ne isterse onu yapar” deyip Anahit’in elindeki kocaman kâğıdı kapıp Levon amcanın suratına suratına salladı.
“Ben bugün babamla kalayım son defa, sorun olmaz. Değil mi?” deyip bana baktı. Bak sen şu Anahit’e, kocasından onay bekliyordu ha?
“Olur tabi. Zaten elbiseleri filan taşımak lazım bugün.”
Levon Amca hüzünle baktı. Kendi zoruyla kilisede nikahı da yapmıştık, artık bir şey deme hakkı da yoktu. E be adam, şimdi üzüleceksen ne diye hadi evlenin dedin ki kızının mezuniyetinde? “Yok ya, dursun” diyeceğini filan mı sandın, nedir?
Ertesi gün büyük gündü, kilisede daha fazla vakit geçirmenin manası yoktu. Eşyaları yeni evimize taşımak üzere sözleşip evlerimize dağıldık.
İşin doğrusu başta yanında kalmak istememiştim ama Rıfat Efendiyle yaşamaya da alışmıştım. Dedim ya, değişiklikleri sevmem ben. Kötü gördüğüme de alışır, daha iyisi olsa da ona tereddütle yaklaşırım. O akşama dek ayrılma fikri aklıma hiç gelmemişti, şimdi eşyalarımı toplarken garip bir burukluk hissediyordum. Rıfat Efendi de pek farklı görünmüyordu. Önce Serdar gitmişti, sonra ben. Şimdi tam döndüm derken tekrar ayrılıyorduk. Hakkını yemeyeyim, benden çok daha olgunca karşıladı bunu. Benim gözlerim doluydu ama o pek sakindi.
“İnsan nasıl dünyaya ölmek için gelir, çocuklar da yuvadan uçmak için doğar. Aynı evde yaşamıyoruz diye koptuk değil ya? Allah teala aileni senden çok genç aldı, karşılığında da aileni çok genç verdi. Varın lokmanızı bir ömür bölüşün, yastığınız hep diğerinin nefesiyle ısınsın.”
“Seni çok seviyorum Rıfat Efendi.”
“Ben de seni seviyorum a oğul, ben de sizi çok seviyorum.”
Elbiseleri iki bavula koydum, kitapları marketten aldığım bir kartona doldurdum, gitarı da kılıfına koyup aşağı indirdim, bir taksi çevirip hepsini eve bırakıp Anahit’i aradım. O da biraz hazırdı. Vakit kaybetmemek için yine taksiye atlayıp gittim, o dahasını da hazırlarken ben bir posta eve gidip geldim. Sonunda on ikiye doğru onun eşyaları da bitmişti, ben de Rıfat Efendiyle son gecemiz için artık eski demem gereken evime döndüm.
Uzun bir geceden uzun bir sabaha uyandım. Erkenden tıraşımı oldum, duşumu aldım, saçlarımı yaptım ve takımlarımı çektim. Anahit’le saat birde salonda buluşacaktık ama vakit geçmiyordu. Dükkâna gittim dokuzda, patron “Senin nikahın yok mu” diye sordu.
“Var Hasan Bey ama evde duramadım, bari çalışırken vakit geçer dedim.”
“Kalk git, kızla ilgilen o zaman.”
“Onunla salonda buluşacağız, daha vakit var.”
“Git evinde otur o zaman.”
“Ama vakit geçmiyor?”
“Kalk git dedim ulan!”
O kovarken Kâmil abi göründü kenardan. “Ne işi var bunun burada?” der gibi bir baktı.
“Evde canı sıkılmış, o da işe gelmiş.”
“Manyak mısın oğlum sen? Bugün esaretinin ilk, özgürlüğünün son günü. Hiç mi yapacak bir şeyin yok?”
“Yok valla.”
“Gel o zaman” deyip kapıya yöneldi, binadan çıktık. Karşıdaki caddeyi gösterdi.
“Şu var ya şu?”
“Evet?”
“Şimdi oraya gidiyorsun. Aşağı yürüyor, evine giriyorsun. ‘Ben ne bok yedim, bir ömür kendime bunu neden reva gördüm’ diye düşünüyorsun. Nikahtan sonra, sana bir hafta izin verdik değil mi? Vermedik mi? Tamam, ben verdim. İşin mi var? Biz hallederiz. Mahkeme? Hay sıçayım mahkemene. Tamam, ayarlarız onu. O zaman mahkemeden sonra bir hafta… Başka işin mi var? Oğlum sen zaten yemişsin kafayı. Tamam, boş verdim. Kalk git, mahkemeye kadar… Pazartesi mi? Küfür ettirme bana, hadi. Hadi git, gözüm görmesin. Hadi canım. Lan sen hala ne duruyorsun, yürü git!”
Patronla Kâmil abi kovunca mecbur eve döndüm. On ikiye kadar Rıfat Efendiyle dükkânda oturduk, daha fazla beklemeye takatim kalmayınca da salona erkenden gittik. Tam taksi çevirirken aklıma geldi, taksiyi yollayıp markete koştum ve iki şişe limonatayla plastik bardak aldım ve Rıfat Efendiye verdim. Biri değilse diğeri muhakkak limonata soracaktı, ben de suratlarına suratlarına sallayacaktım. O hatayı bir defa yapmıştım, ikinciye yapar mıydım?
Bire yirmi kala dairenin bahçesindeydik ki köşede Serdar’ı gördüm. Bir cevap bile yazmamıştı, geleceğinden hiç ümidim yoktu. Hemen koşup sarıldım.
“Kaptım kızın iyisini, şimdi bekarlar düşünsün.”
“Öyle deme la. Belki kızın aklı başına masada gelir de son anda vazgeçer.”
“Özledim la seni. Gel bir daha sarılayım.”
“Dur ulan dur! Türk ordusunun subayı var karşında. Ne bu böyle sulu sulu?”
Dinlemedim tabi. On dakika onun askerlik anılarını dinledim ki Anahit, yanında babası ve teyzesiyle geldi. “Böyle şey de görmedim anacım. Hiç insan eşini babasına bırakıp gider miymiş” diye çıkıştı Meral Abla ama asıl bomba Anahit’teydi: Tüm bu hengamede gelinliği yaptırmayı unutmuştu. Üstünde kocaman gelinlik, zaten ufak tefekken iyice kaybolmuştu. Bize kalmadan Serdar dudağını ısırdı, Rıfat Efendi güldü derken ben de kahkahayı patlattım.
“Gülünecek bir şey varsa söyleyin, ben de güleyim?”
Sinirliyken zaten komik olması yetmez gibi bir de üstündeki gelinlik iki beden büyük olunca üçümüz üç yandan kahkahalara boğulduk, bir dakika önce bize kızan Meral Abla da bize katılınca Levon Amca da sabahtan beri sıktığı dişlerini saldı. Karşısında kendisine gülen beş kişiyi bulan Anahit de önce kızmak için ağzını açtıysa da o da bize katıldı. Nikah anısı çıkmıştı işte, fena mıydı?
Biz orada konuşup vakit geçirirken Mali ve Aylin göründü kenardan. Ben çağırmamıştım, Aylin nereden çıkmıştı ki? Gördüğüme sevinmedim desem yalan olurdu gerçi. Mali bana, Aylin Anahit’e sarılıp selam verdi, sonra Aylin Serdar’ın yanına geçti.
Vay çakal! Bunu mutlaka konuşmam gerekti.
Beş dakika sonra Hakan geldi, bir beş dakika sonra da tekmili birden tüm dükkân yerini aldı. Tüm davetlilerim gelmişti, Anahit’inkiler de aynı şekilde.
Yirmi kala içeri geçtik, saat ikiyi beş geçe de salon boşaldı ve adımız okundu. Salon doldu, memur yerini aldı. Şahit olarak Rıfat Efendi ve Meral Abla da yanda oturunca merasim başladı. Memurun şakalı konuşması sonrası soruldu: Levon kızı Anahit! Bu, köprüden önceki son çıkıştır. Hadi söyle, gerçekten bu herife varmak istiyor musun?
“Evet!”
Allah affetsin o zaman kızım. Kendin ettin kendin buldun, sonra kimseye “neden beni durdurmadınız” deme.
Sıra bana geldi. Salim oğlu Savcı! Allah’ın nasıl sevgili kulusun ki böylesine melek gibi kız sana baktı, varmaya razı geldi. Sormaya bile gerek yok ya, usulen de olsa soralım. Bu kızı eşin olarak kabul ediyor musun?
“Evet!”
Meral ablayla Rıfat Efendiye gelmişti sıra. Ey şahitler! Bu herif tabi ki yok diyecek ama bu kız, bakın ne kadar güzel ve ne kadar komik görünüyor. Sabah ne içirdiyseniz aklı başında değil herhalde ki ben bu herife varırım dedi. Siz bu deliliğe şahitlik eder misiniz?
“Ederiz.”
Memurdan günah gitmişti artık. Kendisine verilen yetkiyle o da bizi karı koca ilan ediyordu. Anahit’in ayağına basayım derken koluma bir cimcik yedim. Elin gavurunun adeti başkaydı demek. Evin reisi de böylece tayin edilmiş oldu.
İmzalar atıldı, diğer salona geçildi. Düğün yoktu diye gelen altınlar paralar boşa gidecek değildi ya? Sıra, en başta Levon amcanın çağırdığı eş dost ve akraba olmak üzere kuruldu. Liralar, dolarlar, yurolar, altınlar… Ufacık bir sorun vardı: Beni tebrik edenler yan tarafa geçip Anahit’e takıyordu tümünü. E ben?
Arkalarından Rıfat Efendi geldi, iki yanağımdan öptü. Ben para, o olmadı altın beklerken “evlilik farzdır, bugün ahiretinin yarısını kurtardın. Kalan yarısı da sana kalmış” deyip Anahit’e geçti, cebinden kocaman bir cumhuriyet altını çıkarıp Anahit’in eline tutuşturup “sen beni mutlu ettin, Allah da seni mutlu etsin” deyip sırasını savdı.
Rıfat Efendiden sonra Meral Abla geldi, yüzüme o komik saçı ve makyajıyla bakıp “bitmedi, esas şimdi başlıyor” deyip Rıfat Efendi gibi iki yanağımdan öpüp çantasından bir tomar çıkarıp ceketimin cebine soktu ve Anahit’e geçti.
Anahit’in arkadaşlarından sonra sıra benim üçlüye, daha doğrusu dörtlüye geldi. Serdar ve Aylin başta, Mali ortada ve Hakan sonda, sanki önceki sefer elleri boşmuş gibi birer çeyrekle gelmişti. Erkekler Anahit’e taktı, Aylin’le bana. Anlaşmış gibi dördü birden limonata dedi ama hazırdım. “Az bekleyin” deyip ortam yüzünden küfrümü kendine sakladım.
İş arkadaşlarım sondaydı, Kâmil abinin arkasındaki patronsa assolist gibiydi. Mahsus tebrikleri kabul ettik ve Kâmil abi göz kırptı, sağ elinde yüz dolar, sol elinde yüz yuroyla elimi sıktı. Sonra Anahit’e geçip ona da bir cumhuriyet altını takip bir güzel öptü. Beni niye öpmüyordu ama? Ardından patronum da aynısını yaptı ama bu defa ikimizi de öptü. Sorardım ben Kâmil abiye!
Herkes bitmiş, tek bir kişi kalmıştı. Levon Amca sıranın en sonunu beklemiş, herkes bitince yanımıza gelmişti. Önce kızını öpüp hayır duasını etti, sonra bana döndü.
“Senden bu kadarını beklemezdim, helal olsun” deyip beni öptü, sonra iki cebinden iki kalın zarf çıkardı.
“Siz bir ev kurdunuz. O sadece senin değil bizim, hepimizin görevi. Bu, bana düşen payın birazıdır” deyip ilk zarfı cebime koyup devam etti. “Meral anlattı. Senmişsin o parayı veren. Kızmadım sanma, kızdım ama vakti şimdi değildir. Bu da eksik kalan” deyip diğer zarfı diğer cebime koydu.
Merasim de böylece son buldu.
“E, tek ben mi açım?”
“Limonatamı içmeden şuradan şuraya gitmem!”
“Rıfat Efendi, şişeler sende mi? Al sana istediğin kadar limonata!”
“Votkalı mı?”
“Votka yemekte. Herkes tamam mı? Güzel. E hadi o zaman.”
İki minibüs ayarlamıştım. Serdar’ın ağzına limonata şişesini kendim dayayıp yarısına kadar içirdim. Kalanı da Mali ve Hakan’a pay ettim ve toplanıp çıktık. Minibüse biniyorduk ki Hakan durdurdu. “Ben biliyorum sen malsın, ondan arabayla geldim” deyip Anahit ve beni çağırdı, “misafirlere ayıp olur” desek de dinletemedik ve arabaya atladık – Serdar ve Aylin de peşimizden. Peki Mali?
“Gel ulan gel, sensiz olur mu? Savcı, senle yenge öne geçin. Olur olur, neden olmasın? Sen üstünü değişmiyor musun?”
Hadi biz unuttuk, Meral Abla nasıl unuttu? Hadi… Eve gitsek yolumuz bir saat uzayacak, gelenlere ayıp. Gitmesek böyle palyaço gibi bütün gün, olur mu?
“Aman, olur. Bir gün de böyle gezeyim, ne olacak?”
Kendi bilirdi. Arabada tonla evlilik şakasına maruz kaldık. Özlemiştim arkadaşlarımı, ne güzel olmuştu bu böyle!
Arabayla gelenler minibüsleri, minibüsler bizi takip etti ve yarım saat sonra Bebek’teydik. Üç saat boyunca yenildi, içildi ve altıda yemek sona erdi. Tekrar tebrikler edildi, herkes yolculandı derken altı buçukta biz, Rıfat Efendi, Meral abla, Levon amca, ev arkadaşlarım ve Aylin kaldık. Serdar Pazar akşamı geri dönecekti, çocuklarla Pazar günü buluşmak üzere sözleştik ve Hakan hariç onlar da ayrıldı.
Çekirdek ailelerimiz kalmıştı. Meral Abla “yeni evlileri tutmak olmaz, bizim vaktimiz doldu” deyip Levon amcanın koluna girdi. Rıfat Efendi “kızımız gibi güzel bir hayatınız bu akşam başlıyor” deyip ikimizi öptü. Bir taksi çağırıp onları yolcu ettik. Hakan bizi eve bırakmaya kararlıydı. Ortaklar’ın başına kadar onunla geldik ve orada, Pazar günü buluşmak üzere onunla da ayrıldık. Cebimizde tonla para ve altın, Anahit’in üstünde kendisine iki beden büyük gelinlikle eve yürüdük ve kapıya geldik.
Ceplerime baktım, anahtar yoktu.
“Sende var mı?”
Üstündeki gelinliği gösterdi.
“Sana var gibi mi görünüyor?”
“Kapıda mı kaldık şimdi?”
“Ben seninle ne yapacağım? Saçlarımı süpürge ettim, bunca kahrını çektim. Vay ben ne yapayım, nerelere gideyim?”
“Rıfat Efendiye? Valla baban eve girdin mi kapıyı üstüne kitler de orada kalırsın.”
“Otobüsle gitmeyelim ama. Yeter bütün gün bu koca şeyin içinde.”
“Hakan’ı arayayım dur.”
Allah’tan telefonu almıştım. Hakan’ı aradım, “çabuk geri dön” dedim. Neden?
“Anahtarı unutmuşuz ya.”
“Bir küfür de benim için et Hakan.”
“En hızlı boşanma kategorisinde Guinness’e girmek mi istiyorsun?”
“Neden olmasın? Adımız tarihe geçer. Yıldırım boşanması oluyor muydu?”
“Ben aileyi zor verdim, sen benden iyi bilirsin.”
“Kapıda durmak yerine aşağı mı insek?”
“Mantıklı. Hakan, geliyor musun? Hadi. Caddeden aşağı doğru gel işte ya. Ortaklar’ın sonunda, solunda olacağız. Evet solunda. Hadi dur, kapattım şimdi.”
Aşağı inip beklemeye başladık ama Hakan görünmüyordu. On dakika sonra tekrar aradım.
“Park mı? Caddeye mi çıktın? Lan Ortaklar’ın sonunda dedim ben sana ya. Gitmişsin yolun en sonuna. Geri gön geri. Sağında olacağız. Sokakta gelinlikle gezen başka manyak yoktur zaten, illa görürsün.”
Gördü de. Kurtuluş daha yakındı ama bende Levon amcaya anahtarı unuttuğumu söyleyecek göz yoktu. Kocamustafapaşa’ya dek gittik. Yol boyu Anahit’le yalandan yıllardır evli çift gibi kavga ettik, karşısında bizi bulan Rıfat Efendi de sebebini öğrenince kahkahayı bastı. Anahtarı alıp gerisin geri eve döndük, Hakan’a bol tarafından teşekkür edip yukarı çıktık. Filmlerde usul budur diye düşünüp kapıda Anahit’i kucağıma aldım ve eşikten öyle geçtik. Salondaki büyük koltuğa kendisini bıraktım, yüzüne uzun uzun baktım.
“Bugün gençliğimin son günü bitti. Yarın yeni bir hayata uyanıyoruz Anahit Hanım.”