Bilinmez Bir His
Zaman akıp geçti. Okuldan arta kalan vakitte Rıfat Efendinin yanına gidip çıraklık yapıyordum. Dediği doğruydu, nasipte varsa gerçekten insanın karşısına çıkıyordu. O küçük, elvan boyayla boyanmış gibi duran ve kapı açılır açılmaz insanı sarıp sarmalayan bin bir kokunun bulunduğu yer, asla boş olmuyordu. Ezkaza boş kaldığı zamanlarıysa toplu alım yapan müşteriler telafi ediyordu. Sanki Allah’ın maaşlı çalışanı gibiydi Rıfat Efendi. Bir gün az, başka bir gün daha az kazansa da aylık toplamda her zaman iyi bir geliri vardı fakat gideri de hiç az değildi. Üç çocuğunun hatırasına üç fakir öğrenci bulup her birine burs veriyor, eşinin adına çokça sadaka dağıtıyor, her gün başka bir kitap alıyor, istisnasız her öğünde yoldan geçen bir veya birkaç fakiri yemeğine ortak ediyor ve etsiz öğün yemiyordu. Bunları da hamile kadınlardan bir kuruş almadan, öğrencilere de her şeyi yarı fiyatına satarak yapıyordu. Halil İbrahim sofrası dahi böylesine bereketli değildi. Görmesem inanmazdım, gördüm hala inanamıyorum.
İkinci sınıf bitince yalnız yaşayan Rıfat Efendinin çağrısına, hatta ricasına rağmen arkadaşlarımla eve çıktım. Evi özellikle onunkine yakın aramıştım. Hayat bana tek bir aile üyesi bırakmıştı, onu da kaybetmeye niyetim yoktu. İki haftalık uğraşın sonunda bir yer buldum ve iki yurttan oda, bir de bölüm arkadaşımla eve çıktık. Marmara Caddesinin Samatya ucunda Rıfat Efendi, Cerrahpaşa ucunda biz oturuyorduk. Evi yürüyerek beş dakika uzaklıktaydı.
O yaz bir de bir avukat yanında staja başlamıştım. Hayatım tekrar düzene giriyordu. Bir yıl önceki yıkım, ne kadar olursa ancak o kadar düzelmişti. Öksüzlüğe alışkanlığım sayesinde yetimliğe alışmam da kolay olmuştu. Her hafta sonu gittiğim mezarlığa gidemediğim, belki de gitmediğim o Temmuz ve Ağustos’un sonunda yeni normalim artık oluşmuştu: Anacığım gibi peder beyim de artık her an benimleydi, yokluklarından varlık çıkarmaya alışmıştım.
Üçüncü sınıf, daha önce hiç tanımadığım bir hisle başladı. Arkadaşlarımla kantinde oturuyorduk. Benim yüzüm kapıya dönüktü. Başka zaman gelene geçene bakmazken o gün bakacağım tuttu ve onu gördüm. Kara saçlı, kara gözlü, buğday tenli, göktense yere yakın boylu, ancak levh-i mahfuzu yazan kalemin çizebileceği, onun da yaptıktan sonra Allah’tan af dileyip emekliliğini isteyeceği bir güzellikti bu.
Aklım başımdan gitti. Konuşan kimseyi duymuyor, yakın ve uzak kimseyi görmüyordum. Kalbim, çok zaman sonra yine mutlulukla atıyor, midemdeki kelebekler o atışa eşlik ediyordu. Çok oturmadan kalktı gitti, görüntüsüyse çakılıp kaldı önümde.
Beni kızdırmak ve ilgimi geri kendilerine çekmek için Savcı Bey diyen arkadaşlarıma Bay Savcı diyeceksiniz bile diyemedim. İlk defa bir dersi dinleyemedim. Zorla akşamı ettim, girdim yatağa. Yüzü gözlerimin önündeydi. Döndüm olmadı, yattım olmadı. Upuzun Hint fakiri yatağıydı gece. Öyle bir battı ki dört yanımdan; ayağımı uzattım, parmaklıktı, elimi uzattım, soğuk duvar.
Uykusuz gecenin sabahında erkenden okula gittim. Öğlene dek kantinde oturup gelmesini bekledim. Gelmedi. Dersim vardı, ilk defa dersi kırdım. Gelmedi. Akşama, okul kapanana dek bekledim. Gelmedi. Böyle bir hafta geçti. Sanki Hızır gibi bir defa görünüp kaybolmuştu. Kaderime boyun eğip bir hayali yaşatmanın manası yoktu ya, kimin aklı kalbini yenmiş?
Eylül’ün son günü Rıfat Efendinin doğum günüydü. Kendisi sevmezdi ya, bir değişiklik olsun diye bir bahaneyle dışarı çıkarttım. Ne zaman yapıldığını kimsenin bilmediği muhallebiye kaşık atarken önceki gün aldığım dolma kalemi verdim hediye olarak. O dev adam bir çocuk gibi sevinip önce kalemi, sonra beni bağrına bastı. Mutluyduk. Ben, daha adını bile bilmediğim ve sadece bir defa, o da olsun olsun on dakika gördüğüm kızın hayalini süzerken “sende bir hal var ama hayır olsun” dedi. Kızardım. Anlatıp anlatmama kararsızlığım kısa sürdü.
“Ben galiba âşık oldum Rıfat Efendi.”
“Vay ki benim aslanıma, büyüdü de gönlünü kaptırıyor!” deyip bir temiz güldü. Sinirle başımı çevirdim. Dalga geçecek ne vardı ki? O ise gülmeye devam etti, nihayet sonra “de hele nedir, necidir, kimlerdendir” diye sordu. Bir halt edip söylemiştim, öylece bırakmak olmazdı. Ben de anlattım. Bir defa gördüm ama günlerdir yüzü hayalimden gitmiyor dedim. Saçma bulup daha da gülmesini beklerken tam aksine davrandı.
“Bak evladım. İmam Ali efendimizin yanına biri gelir bir gün. ‘Ya Ali’ der, ‘ben seni ne kadar az tanısam da aksine o kadar çok severim. Nedir bunun hikmeti’? ‘E’ der İmam Ali efendimiz. ‘Allah ruhları yaratıp kalu belada ruhları karşısına aldığı zaman ruhlar birbirleriyle tanış oldu. Orada birbirini görüp sevenler bu dünyada da birbirlerini bulup sevdiler, orada birbirlerini sevmeyenler burada da birbirlerini bulup sevmediler. Biz seninle kalu beladan dostuz’.
“Sen de onu görmüş, onu sevmişsin. Burada da buldun, burada da sevdin. O ki sen onu buldun, o da seni buldu. Peki, o da seni sevdi mi?”
Bilmiyordum. Beni görmesinden geçtim, bana doğru bakmamıştı bile.
“Bunda da nice hikmet vardır. Şimdi sen onu arayıp bulacaksın. Ona kendini hatırlatacaksın, ona kalu belayı hatırlatacaksın. O da seni sevmişse yine sevecek. Yok, sevmemişse yine sevmeyecek. Tedbir bizden, takdir Allah’tan.”
İyi de nereden bulacaktım? Kız kaybolmuştu.
“Allah, sevdiği kulunun eşeğini önce kaybettirir, sonra buldurur” deyip güldü. Eşek demesine içerledim ama ses etmedim. Daha büyük bir derdim vardı artık. O kızı ne yapıp edip bulacak, hayali değil yâri kendime yakın edecek, başımda dolanan sevdasının gitmemesi için uğraşacaktım.
Muhallebiler bitti, evlerimize dağıldık. Yol boyu Rıfat Efendi takılmaya devam etti ama kulaklarım yine kapanmıştı. Gözümün önünde okulun bölümlerinin haritası vardı. Bizden değildi, o artık belli olmuştu. Neden insanların yüzlerinden bölümleri tahmin edilemiyordu ki?
Beş güne beş binada karar kıldım fakat uğraşım boşaydı. Yine bir hafta sonu gelmişti ve ortada yoktu. Kani olmuştum ki bu ya bir melekti, görünür olmaması gerektiğini unutmuş veya, daha fenası, bir bana görünüp geri katına çıkmıştı, ya da Hızır aleyhisselamdı ve bir huri donunda aramızda yürüyüp kendini arayan başkalarının yanına gitmişti.
Daralmış, bunalmıştım. İlk aşk hikayemin bir roman olmasını beklerken bir mısrada kalması feci halde sinirimi bozuyordu. İki haftadır uğramadığım okula yine dersten çok önce, bu sefer öğrenci işlerindeki Metin abi sigaraya çıkınca çayla kendine eşlik etmek için gittim. Birin ucuna ikiyi taktı mı Meral Abla kulağından tutup içeri sokana dek dışarıda olurdu. Buna kızan Meral Abla bu sefer onun yerini alır, biz de muhabbete başka bir ortakla devam ederdik.
Elimde iki çayla öğrenci işlerinden kafamı uzattım. Masası Meral ablanınkinin yanında, tam karşımda olan Metin abi mesajı aldı; başıyla çaktırmamaya çalışarak gitmemi, elindeki işi bitirince geleceğini işaret etti. Göz kırpıp dışarı süzüldüm.
Beş dakika sonra yanımdaydı. Havadan sudan boş beleş konuşuyorduk. İsveç’le nasıl da berabere kalmıştık Tayfur’un son dakikadaki golüyle? Rüştü aslında o golü yemezdi ama yemişti işte. Uche de Antalya’ya nasıl gol atmıştı öyle ya? Keşke bizim milli takımda oynasaydı. Jardel de çok fena topçu çıkmıştı ha. Beşinci şampiyonluğu da alırlar mıydı? Alırlardı, alırlardı. Hagi’yle çok iyi anlaşmıştılar.
Bir Aralık sağa sola bakarken ona benzer birini gördüm. “Ya yoksa” diye düşünüp hemen gözlerimi belerttim, evet oydu. İnanamadım, gözlerimi buruşturdum, başımı salladım, bir daha baktım. Vallahi de oydu, billahi de oydu.
Hemen Metin abiyi dürttüm. Abi dedim, Allah aşkına şu kızı tanıyor musun? Gözünün ucuyla baktı, “he” dedi. “Güzel kız, değil mi” diye ekledi. Güzel mi? Güzel benim gibi çirkinlere iltifat, onun gibilereyse aşağılamaydı ancak. “Ben ömrümde böyle bir şey görmedim abi” dedim. “Mihr-i Süleyman’dan, Zühre-i rahşandan, Yusuf-u Kenan’dan güzel abi” dedim gözlerimi alamadan. “Tanıyor musun” diye bir daha sordum. Gülerek “belki” dedi. Bu, evetin Metin abicesiydi. “Kimdir nedir, Allah aşkına söyle abi” diye yalvardım.
O arada iki şey oldu. Önce kız bize doğru dönüp yürümeye başladı. Göğüs kafesim kafamdan da kalın olacak ki kendini yırtıp çıkmaya çalışan kalbimi yerinde tutmayı başardı. Tam o geçti, Metin abi ağzını açmaya kalmadan Meral Abla geldi, Metin abiyi kulağından tuttu ve okkalıca sövdü. “Öğle arası görüşelim” diye zorla fısıldayıp hemen işinin başına koştu ya, zehri vermişti bir kere – ve burada kalacak gibi de değildi.
Meral Abla “sen mi tutuyorsun bunu burada” diye sordu. Cevab veremedim. “Neyi görüşüyorsunuz öğle arasında, ne hinlik peşindesiniz yine” diye de ekledi. Ne hinliği dememe kalmadı kız yine çıktı. İki haftadır bir lahza göremediğim kızı bir anda iki kere görünce ben gitmiştim, benden içeri başka bir ben çıkmıştı. Meral Abla önce yüzüme, oradan da gözlerimin hedefine doğru baktı. “Yedin kızı be yavrum, az insan gibi davran” deyince birden silkindim. “Meral abla, bu kız çok güzel” dedim zorla.
“Öyle ya, maşallah. Mıknatıs gibi. Göz mıknatısı. Görüp gözünü çevirene bir, çevirip ikinciye bakmayana bin helal. Bu sene başladı okula, kaydını ben yaptım.”
“Nedir, necidir, anlat kurbanın olayım.”
“Vay köftehor, aşık mı oldun lan? Eh, olunmayacak gibi değil. Sen de haklısın. Ben diyeyim, sen de dinle o zaman: Fransa’dan gelmişler geçen sene. Babasına gurbetlik yetmiş, ülkeye dönmüşler. Türkçesi biraz kırık ama maşallah ne anlamada ne anlatmada sıkıntısı var. Biliyor musun adını?”
“Bir güzelliğini biliyorum, bir de bizim bölümde olduğunu senden öğrendim. Daha ikinci defa gördüm ama yanıyorum Meral Abla. Kavruldu içim, pastırmaya döndüm.”
Tavrı bazı bazı sert olsa da çok anaç kadındı Meral abla, böylece ben de silkelenmiş ağaç gibi dökülmüştüm bir anda.
“Anahit. Ana baba Ermeni. Dedesi 6-7 Eylül olaylarında zor bela kaçmış ülkeden. Babası Fransa’da doğmuş ama Türkçeyi hiç unutmamışlar. Evde Türkçe konuşmuşlar, Ermenilerle Ermenice, sokakta da Fransızca. Maşallah, üç dili de o da biliyor. Anası trafik kazasında ölünce babasıyla bir başlarına kalmışlar. Sonunda da dönmüşler yurda.”
“Sen bu kadar şeyi nasıl biliyorsun?”
“Boşuna mı bana Meral anne diyorlar?”
Cevabımı almıştım, almıştım ya, umudum da daha bismillah demeden kırılmıştı. O da ben gibi yansa dahi bana bakar mıydı ki? Yok. Ne diye baksındı? Onun da nasibi bir Ermeni olsa gerekti.
Yüzümün asılmasını gören Meral Abla “ne oldu? Ermeni olduğunu duyunca aşkın mı söndü” diye sordu. “Benim aşkım sönesi değil ya, onunki hiç harlanmaz” dedim. Elindeki sigarayı kenardaki bankın ucuna bastırıp söndürdü, içeri giderken son sözlerini söyledi.
“Sevda ateş, ateş de cehennemdir. Cehennem dediğin dal odun yoktur, herkes ateşini buradan götürür.”
Meral ablanın arkasından baktım. Hangisi doğruydu? Kalu beladan tanış olduğumuzu söyleyen Rıfat Efendi mi, işin bu dünyada görüleceğini söyleyen Meral Abla mı? Bilmiyordum. Her boyutun efendisi, Allah gibi cümle varidatın hükümdarı olan zaman, cevabı pek uzun bekletmeden verecekti.