Son Hazırlıklar
Pazartesi sabahtan Kâmil abi ve patrona evleneceğimi, nikaha davetli olduklarını söyledim.
“Zam mı istiyorsun? Ben seni uyardım, yarın zam diye gelme dedim.”
“Yok, sadece nikaha çağırıyorum. Zammı düşünmedim bile.”
“Siz patronsunuz, çeyrek filan yetmez en az yarım altınınızı alın gelin diyorsun o zaman.”
Ya ne alakası vardı?
“Çağıracak kimsem yok. Bir Rıfat Efendi, o kadar. Ondan sonra en yakınlarım sizlersiniz diye sizi çağırmak istedim. Altın filan istemem, varlığınız yeter.”
Kâmil abi şaka yapıyordu ama bu sözümden sonra üzüldü. Beni koltuğunun altına alıp içeri geçti, “bayanlar baylar, bırakın işlerinizi iki dakika” deyip dükkândakileri yanına çağırdı.
“Milyarlık davadan daha güzel bir haberim var. Savcı kardeşimiz evlenmeye karar vermiş. Hangi gündü? Hah, 27 Ağustos. Ne güne tekabül ediyor? Cuma. Güzel. 27 Ağustos günü, saat kaçtı? Of, her şeyi de sordurmadan tek seferde söyle be oğlum! Saat iki. Tamam. 27 Ağustos Cuma günü, o gün mahkemesi şeyi olmayan herkesi Şişli, Şişli’ydi değil mi? Şişli evlendirme dairesinde nikahımıza bekliyoruz. Kim ne alacağını bana önden söylesin, sonra bak şu şunu aldı da Kâmil abi daha ufağını aldı, bu da ne cimri adammış olmasın.”
“Ben kimseden bir şey istemem Kâmil abi, varlığınız yeterli.”
“Sana soran oldu mu? Bin yıllık gelenek bu, sen dedin diye bozacak değiliz ya? Hem yeni evliye para, askerle mahpustan daha çok lazım. Hadi hadi, öyle eğilip bükülme. Yarın da başkası evlenince sen yapacaksın aynısını. Ele gonca gül sana dikenli tel değil ya?”
Ben sadece patronla Kâmil abiyi düşünmüştüm ama şimdi on kişi gelecekti. Anahit’e arkadaşlarını toplamasını, bütün dükkânın nikaha geleceğini haber verdim hemen. O güne dek daha kolay, haliyle ucuz ve rahat işleri verirken o günden sonra daha zahmetli ama geliri de ona göre daha çok olan işleri de ufaktan bana paslamaya başlayacaklarınıysa henüz bilmiyordum.
Ertesi akşam Serdar’a mektup yazdım. Ona uzun dönem çıkmıştı, askerdeydi hala. Sinop’ta keyfine bakıyordu herif, dünya ona güzeldi. Olmuşken Mali ve Hakan’ı da aradım.
“Limonatalar hazır mı?”
“Üreli hem de. En sevdiğinden.”
“İğrençsin lan. Gül gibi kız bile seni adam edememiş hala, senden bir bok olmaz.”
“Cümlemizin inşallah.”
Onlar da geliyordu. Stajda tanıştığım diğer arkadaşlarımı da aramayı düşündümse de vazgeçtim. Meral abla, ben yalnız dururken Anahit’in yedi göbek sülalesi olmaz diyerek karşı çıkmıştı. Daha fazla insana gerek yoktu.
Bir teki hariç.
Önce iş çıkışı okula gittim ama yerinde yoktu. Ertesi gün işten izin alıp tekrar gittim ama yine bulamadım. Bölüm sekreterliğinden numarasını istedim ama vermediler. Sonunda pes edip Meral abladan ceza hocamın telefonunu istedim. Verdi ama “benden aldığını sen bile bilmiyorsun” dedi. Bilmiyordum tabi, söylemeye gerek var mıydı?
Hocam, “ben Savcı” der demez tanıdı. Biraz şundan bundan konuştuk, sonunda nikaha davet ettiğimi söyledim. Hemen gününü saatini sorup ünlü ajandasına not etti. Böylece de benim çağıracağım herkese haber vermiş oldum. Bir tek Serdar’ın durumunu bilmiyordum ama bir yolunu bulup geleceğinden emindim.
Anahit de bu arada okuldan arkadaşlarını çağırdı, Levon Amca da birkaç uzaktan da olsa akrabasını. Bir akşam oturup baktık, otuz altı kişiydi davetliler. Yeterdi, dahasına ne gerek vardı zaten?
Temmuz’un sonuna geldiğimizde işler gayet iyi gidiyordu. Anahit okula devam ederken ikimize ucu ucuna da olsa yetecek kazancım var gibiydi. İki okulun sınavlarına da girmiş ve sonucu bekliyordu. Levon Amca hala yeni hır gür çıkarmamış, sadece ne zaman vaftiz olacağımı soruyordu. Rıfat Efendi ve Meral Abla zaten hep yanımızdaydı.
O halde vaftiz olmak gerekti artık.
Pazar günü ayine Levon amcayla beraber gittik, ayin sonrası papazı kenara çekip anlattık. Pek mutlu oldu, pek sevindi adam. Ben, öncesinde Rıfat Efendiden birkaç şey öğrenmiştim Hristiyanlıkla ilgili. İşte İsa efendimiz çok güzel, en mantıklı din Hristiyanlık, zaten Vaftizci Yahya gibi bir kimse de boşuna başını bir davaya koymaz filan. İkisi iki yandan mest ola ola dinledi beni.
“Sen olmuşsun evladım. Bir tek yeniden doğman kalmış.”
Sonra sordu: Vaftiz babam kim olacak?
O ne demekti la? Vaftiz babası?
Bir saat anlattı. O benim dini önderim gibiymiş de, ben ondan öğrenmiş ve öğrenecekmişim de, hep yanımda olacakmış da… Saydı da saydı. Yoktu ki bende vaftiz babası filan?
“Levon Amca olmaz mı?”
“Olmaz. O senin baban sayılacak. Başka biri lazım.”
“Siz olun?”
“Birini bulun da gelin.”
“Kirkor! Bir bakar mısın buraya?”
Levon amca, kenarda hala duada olan birini çağırdı. Ona sorduk, olur dedi. İyi, vaftiz babasını da bulmuştuk. Ne zaman vaftiz oluyordum? Haftaya Cumartesi iyi miydi? İyiydi. Anlaştık.
Benim vaftizime kalmadan Anahit’in sonuçlarının ikisi de açıklandı. İki okuldan da kabul almıştı. Oturduk düşündük, Galatasaray’da karar kıldık. Hem diploması Fransa’da da işe yarardı sanki çok lazımmış gibi, hem daha iyi bir çevre yapardı, hem de Fransızca okumak kulağına daha hoş gelmişti.
Üç gün geçti, sıra benim için bir facia, Anahit için son zamanların en iyi komedi filmi, Levon Amca için kaybettiği maçta attığı tek teselli golü, Rıfat Efendi için o olsa onun daha iyi yapacağı bir olay, Meral Abla içinse Levon amcaya çatmak için sanki elinde yeterincesi yokmuş gibi bir başkası olan vaftiz törenime geldi.
Sabah onda maaile kilisedeydik. Önden sipariş listesi verilmişti, hepsini alıp gittik. Altarın yanında küçük bir odaya girdim, soyunup dökünüp bir şortla kalıp çıktım. Herkes giyinik, bir ben cıbıl duruyordum. Papaz okudu üfledi, önceden hazır ettikleri koca bir leğen suyun başına geçtim. Aldığım süzme zeytin yağı içine boca edildi, eğildim ve belki seksen yaşındaki papaz beni bir güzel yıkadı, yetmemiş olsa gerek bayağı başımdan aşağı da boca etti. Allah’tan kapılar kapalıydı da bu rezilliği başka izleyen yoktu. Sonra elime bir kitapçık verildi ve ne olduğunu bilmediğim bir şeyleri okudum. Sonunda yine sipariş edilmiş haçım kutsandı, yeni ismim olan Yahya deftere ve vaftiz belgesine yazıldı, imzalar atıldı ve iş bitti. Artık yeniden doğmuştum ve adım Savcı Adil değil Yahya idi.
“Sen çok heveslisin diye baştan söylemedik, bir de para…”
“Ne parası?”
“Para işte. Tören ve buradaki harcamanın parası.”
“Ne kadar?”
“Normalde beş yüz milyon yeter ama…”
“Ne diyorsun sen papaz efendi? Millet o para için bir ay çalışıyor!”
“Uzatmayalım, değil mi Yahya oğlum?”
Levon Amca bana ilk defa oğlum demişti ya, laf sokmak için mi demişti yoksa içinden mi gelmişti o an, bilmiyordum. Olurdu olmazdı, cebimdeki elli milyonu verip “üstünü sonra getireyim” dedim. Rahip isteksizce kabul etti. Levon Amca hep elinin altındaydı, illa tahsil ederdi zaar. Bu iş bitince nikahtan önceki gün kilisedeki nikah için de konuştuk, onu da üç yüz elli milyona bağladık.
Ve ev bulma derdimiz başladı.
Evi kiralık değil satılık arıyorduk, haliyle Levon Amca ve Meral ablaya bir şey diyemedik. Rıfat Efendi ve Anahit iki yandan ev aramaya koyuldu. Bir hafta kadar sonra Rıfat Efendi bir yer bulduğunu söyledi, akşam iş çıkışı üçümüz toplanıp gittik.
Ortaklar’ın sonunda, Mehmetçik Caddesiyle arasında kalan bir yerdi. Sahipleri ahır olarak mı kullanmıştı bilinmez, yıkık dökük ama manzarası çok güzel, yandan okula bakarken karşıda inip çıkan tepedeki evleri izleyen, kocaman bir salona kıyasla küçük sayılır iki yatak odası olan, mutfağının önündeki balkonun dışarıyı izlediği bir çatı katıydı bu. Ben, eve vereceğimiz para kadar bir de içini düzeltmeye harcamamız gerekeceği için istemedim, Anahit de evin o halini sevmeyince boş verip başka yerlere bakmaya karar verdik ama Rıfat Efendiye de sorduk: Neden burayı beğenmişti ki?
“Evin arsası para eder. İçini kendimiz yaparız diye düşündüm. Emsalleri bunun üç katı para, kelepir göründü.”
Kelepir olduğu doğruydu ama bizde bir evi, hele ki bir ayda insana çevirecek durum yoktu.
“Yerini beğendiyseniz ben burayı üç haftada adam ederim. Siz de o arada eşya bakarsınız. Ne diyorsunuz?”
Ertesi gün bir daha bakmaya gittik. Yeri güzeldi tabi, beş dakikada Mecidiyeköy’deydik ama üç haftada burası adam olur muydu?
“Ben dersem yaparım.”
İlk gördüğümüz yere hemen tamam demek istemedik bu sefer ve vazgeçtik. Üç gün daha geçti, Temmuz’un otuzu oldu ve Rıfat Efendi başka bir yer buldu. Gültepe’de kocaman teraslı bir yerdi ama bunun da muhitini beğenmemiştik. Anahit ertesi gün Bomonti’de muhteşem bir yer bulmuştu ama değil kutudaki hazine, bir o kadarı daha lazımdı bunu almamız için. Dört Levent’te bir eve daha baktıktan sonra pes ettim. Ev bakmak benlik iş değildi.
“İlkini Rıfat Efendi adam ederim dedi, yeri de güzel. Olmaz mı?”
“Olur aslında ya. Satılmıştır ama.”
Aradık sorduk, duruyordu.
Kırk dereden su getirip Rıfat Efendiyi tapuyu üstüne alması için ikna ettik. Ertesi gün tapuya gidildi, işlemler hemen bitirildi ve ahırdan bozma harabe evimiz oldu.
“Siz şimdi bana nereyi nasıl istersiniz, söyleyin. Ben de yarından tezi yok ustaları ayarlayayım da nikahtan çıkınca kendi evinizde oturmaya başlayın.”
Böyle bir anda sorunca söylemek zordu ama Anahit planını çoktan yapmıştı bile. Bana hiç sormadan, salondan başlayarak direkt anlatmaya başladı.
“Duvarlar beyaz olsun diyorum…”
Dakika bir gol bir, hemen araya girdim.
“Ben beyaz duvarlı bir sorgu odasında yarım saat geçirdim de az kalsın ölüyordum. Başka renk olsa? Beyaz renk bile değil zaten. Ne idüğü belirsiz, karaktersiz bir şey.”
“Yok yok, beyaz olsun. Ne güzel, ferah ferah.”
“Hastane gibi.”
“Bölmez misin bir dakika? Bir şey anlatmaya çalışıyorum.”
“Konu ev oldu mu hanımına az konuşup çok susacaksın.”
“O senin kızınsa ben de oğlun değil miyim?”
“Bölmez misin bir dakika? Kızım bir şey anlatmaya çalışıyor.”
Vay Rıfat Efendi vay. Yirmi beş yıllık oğlunu satmıştı beş yıllık kızına.
“Ben hiç karışmıyorum o zaman.”
“Ha şöyle. Evet kızım?”
“Duvarlar beyaz olsun. Şu bezle temizlenenler var ya, o boyadan. Şu köşe oturma alanı olur, şuraya da yemek masası koyarız. Yanındaki duvarı kitaplık yapalım, ne diyorsun?”
Bana bakıyordu. Omuz silktim.
“Hanıma az konuşup çok susmak gerekir.”
“Aman, sen de. Şuraya kitaplık, karşı duvara da puzzle alır, yapar yapar asarız. Diğer yanda da televizyon koyarız koltuğun karşısına. Güzel olur bence.”
“Kızım çok zevkli maşallah, kendi gibi güzel bir ev yapacak burayı.”
“Öyle deme Rıfat Efendi, utanırım.”
“Güzele bakmak sevapsa güzele güzel olduğunu söylemek daha da sevap.”
Anahit kikirdedi. Benden iyi anlaşıyordular maşallah.
Salonda karar kılınca yandaki ilk küçük odaya geçtik.
“Burasının da beyaz olmasını istiyorum. Aslında hepsi beyaz olsun. Evet evet, tümü beyaz olsun. Başka renge gerek yok. Yatak odası yaparız burayı. Çok hafif sarı tonlu bir beyaz. Ne uykudan uyandırır ne uykusuz bırakır.”
Rıfat Efendinin kalemi defterinin üstünde oynuyordu. Sarımsı beyaz. “O ne demek” diye sormak istediğime bahse girerdim ama delikanlılığa halel getirmeyecekti ya, soramıyordu. Anahit devam etti.
“Yatağı şu türlü koyarız. Şu köşede gardırop, diğerine de şifonyer… Yeter, dahasına gerek yok.”
Diğer odaya geçtik.
“Burası şimdilik çalışma odası olsun. Pencerenin önüne bir masa koyarız, şu duvara da diğer kitaplık gelir. Arkaya da enstrümanları koyarız. Tamam, güzel oldu bu.”
Mutfağa geldi sıra.
“Burayı hiç beğenmedim. Tümünü kıralım, ben bir mutfak bakarım. Ölçüleri alırsın, değil mi Rıfat Efendi? Tamam. Aslında mutfak yeterince büyük. Masayı buraya koysak da olur. Salona bulurum ben bir şeyler. Belki bir koltuk daha? Bakarız ona.”
Banyo?
“Duşakabin yerine küvet mi olsa? Daha rahat, ferah ferah. Güzel olur, değil mi? Şu yana çamaşır makinesini koyarız. Şurada da bir dolap. Oldu, değil mi?”
“Oldu kızım. Kalanını ben hallederim. Sen ne diyorsun Savcı?”
“Hanım demiş, Rıfat Efendi tasdik etmiş. Bana ne demek düşer?”
“Hadi, gücenmek yok. Ne güzel ev yaptı işte kızım. Bana üç hafta verin, üçüncü hafta eşyaları getirir dizersiniz.”
Orada gücenmiştim ya gerçekten, sonra Anahit yana yakıla eşya ararken iyi ettiğimi anladım. Bir oraya bir buraya eşya bakmaya gittik. Yetmez gibi Rıfat Efendi bir hafta sonra geldi, güzel haberi verdi: Onun biriktirdiği evle tadilata harcanırmış, eşyalara kalmazmış pek bir şey. Onun hesabını da gani gani aşmışız ama ev çok güzel olacakmış.
Bunca zaman bankada yatan ve günbegün ufak ufak da olsa azalan paranın hatırı sayılır bir kısmını eşyalara harcadık. Anahit gözünün önünde canlandırıyordu her şeyi, bense kararlarına onay verip bankamatiği pos cihazına sokmakla görevliydim. Bir de nikah sonrası davetlilerimizi çıkaracağımız yemekten. Umarım değerdi bunca harcamaya.
Değer miydi gerçekten? Hemen her akşam Rıfat Efendiyle büyük bir heyecanla son gelişmeleri tartışıyor, planlarında ufak tefek değişiklikler yapıyorlardı. Değerdi herhalde, ne bileyim?