You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Kutu

Sivile döner dönmez çalışmaya başlama fikri başka hoşuma gitmemiş olsa da bunun faydasını hemen gördüm. Vaktimi kendi kendime ya da Anahit’le, görüp dinlediğim ve yaşadığım şeyleri unutmaya çalışarak değil bir şeyler yaparak geçirmek çok daha faydalıydı. Hiç değilse deneyim kazanıyor, sigortamı işletiyor, üstüne para bile alıyordum. Daha ne olacaktı?

Nisan ve Mayıs, sonraki aylara kıyasla boş geçti. İki ayda yalnızca dört dava aldım, dördü de birbirinden basitti. Öylesine basittiler ki biraz hukuk bilen birisi, bu dört davanın ikisinde kendi işini kendisi halledebilirdi de. Bana düşen de, haliyle, diğer davalarda iş arkadaşlarıma yardım etmek oldu. Bu arada da Kâmil abinin vücut dili dersleri haftada bir akşam olmak üzere devam etti. O derece ki sonunda kendimi avukattan çok psikolog gibi hissetmeye başladım. Marketteki kasiyerden otobüs şoförüne, parkta oturan amcadan bankada elindeki kâğıdı umursamadan herkesin sırasını kapmaya çalışan teyzeye insanları okuyup anlamaya çalışıyor, bunların nasıl suçları hangi durumlarda işleyebileceğini düşünüyor, önümde dertlerini nasıl anlatıp ne şekilde beni kandırmaya çalışacaklarını kestirmeye uğraşıyordum.

Mayıs’ın ortasına doğru, sondan önceki hafta Fenerbahçe şampiyonluğunu ilan etti ve biz tabi ki Anahit’le beraber statta yerimizi almak üzere ta Denizli’ye gittik. Kendisine verdiğim sözü unutup şampiyonluğumuz garanti olunca üstüne atladım, bu sefer laf olsun diye değil gerçekten az kalsın boğuyordum kızı. Otobüste bütün gece bir kelime bile konuşmadı ama önemli değildi. İstanbul’a beraber döndüğümüz kimi diğer taraftarlarla bağırış çağırış yetmişti.

Anahit’e sözümü unutmuş olsam da Levon amcayla olan iddiamızı unutmamıştım. Forma bir senedir evde duruyordu, Pazartesi işten çıkar çıkmaz eve gidip uyumak yerine formayı alarak yanına gittim. Zaten kızını da Fenerli yaptığım için bana kızgındı. Cimbom da ilk üçe bile girmemişti, onun da siniri vardı ama formayı çıkarıp “hadi, gidiyoruz” dediğimde ne yapacağını bilemez şekilde öylece bana baktı. İddiaya girmiş söz vermişti, sözünden dönemezdi ama göklerdeki efendimiz kahretsin, Fener formasıyla gezmek mi?

Rüşvet teklif etti, kabul etmedim. Kızının evlenmesine izin vermemekle tehdit etti, savuşturdum. Sonunda “yapamam işte ulan” dedi, eyvallah deyip bıraktım. Büyüklüğün bende kalmasını yedirememiş olsa gerek, lanet etti, Anahit eve dönene kadar bekleyip dükkânı ona bıraktı ve ikimiz Kadıköy’e, caddeye gittik ve iki saat boyunca Fenerlilerle beraber şampiyonluğu yerimizde kutladı.

Haziran’da Anahit’in öğrenciliği de bitti ve uzunca süredir ancak telefonla iletiştiğim Meral ablayla mezuniyet töreninde sonunda buluştuk. Bunca zaman, sanki kendisinin gelmesine mâni olmuşum gibi, neden hiçbir şeye çağırmadığımı sordu. Ne bileyim, aklıma gelmiyordu ki? Gelse çağırmaz mıydım? Hem kendi istese gelirdi, kendi de istemediydi demek.

“Hepsinden olup bittikten sonra haberim oldu. Zamanı geri alacak gücüm mü var?”

Haklıydı, diyecek sözüm yoktu.

Tören, hayatımdaki en büyük şaşkınlıklarımdan birini yaşadığım zamandı. İsimler okunuyor, herkes gelip diplomasını alıyordu. Sıra Anahit’e gelince Anahit Hanciyan değil Seda Anahit Hanciyan dediler ya? Bak sen, dört senedir tanıdığımı sandığım kızın ikinci bir adı vardı da ben böylece öğreniyordum ya? Başka neler vardı böyle benden gizlediği?

Hemen sormadım. Onun yerine biraz mezuniyet hediyesi, biraz da alyansı benim yerime Rıfat Efendinin almış olmasının ezikliği nedeniyle bankadaki paradan yüklüce bir miktar çekip aldığım, almadan evvel de parmağının boyunu Rıfat Efendiye etraflıca ve tekrar tekrar anlattırıp küçük veya büyük olmayacağına emin olmak için bayağı uğraştığım taşlı yüzüğü, hem de tıpkı iki sene önce olduğu gibi tören sonrası salonda, hem de yanımızda Serdar hariç ailelerimiz varken, hem de Rıfat Efendi hariç Anahit dahil kimse yine beklemezken, ve hem de bu defa kıytırık bir mezun olarak değil diplomasını almış ve çalışmaya başlamış, eli ekmek tutan, askerlikle ilişkisi olmayan, patronunun deyişiyle geleceği parlak bir avukat olarak parmağına geçirdim. Bu, öncekinin aksine “ben evlenmeye hazırım” mesajını da veriyordu. Zaten Levon Amca kızının mezun olması ve benim çalışmamı şart koşmuştu. Artık hayır demesi için bir bahanesi de yoktu.

Gariptir, hayır da demedi. Kızının parmağına takılan bu ikinci yüzüğü ne hüzün ne boşluk, aksine biraz da gururla izledi ve ben Meral abladan beklerken Rıfat Efendiyi de atlatıp kendisi sordu:

“E, evlilik ne zaman?”

Ne zaman… Bilmem? Yani bir ara olacak zaten, bunu biliyordum ama ne zamanını düşünmemiştim. Sadece kendi yüzüğümü kendim almaya odaklanmış, işin bu daha büyük kısmını kaçırmıştım. Meral Abla da fırsatı kaçırmadı tabi.

“İki senedir yüzüğü taktın. Askerliğin bitti, işini de çok şükür buldun. Artık vaktidir. Oturun anlaşın, bir zamana karar verip bize bildirin de hazırlıklara başlayalım.”

Rıfat Efendi, tüm bu işi başlatan olmasına rağmen hala sessizdi. Aklımca ona vakit kazandırmak için sordum.

“Ne hazırlığı?”

“Ne ne hazırlığı? Nikah tarihi alacağız, ona göre işimizi gücümüzü ayarlayacağız. Ben saçımı yaptıracağım, Levon eşe dosta haber verecek, siz de tabi. Yer bulacağız edeceğiz. Öyle gidip iki evet diyerek, sonra imza atarak bitecek değil ya a avanak?”

Babası ve teyzesi konuşuyordu, ben zoraki lafa girmiştim ama Anahit de tıpkı Rıfat Efendi gibi sessizdi. Önceki oldu bittiye bir şey dememişti ama şimdi hoşnut değil gibiydi. Hadi o neyse de Rıfat Efendi? Okul bitmeden torun demeye başlayan adam şimdi neden sessizdi?

Anahit kıvrak bir hareketle “akşam bölümce kutlama var. Önce o bir geçsin, bunlara sonra bakarız. Sen de geliyorsun, değil mi?” diye sordu. Tabi ki geliyordum, sormaya ne gerek vardı?

Rıfat Efendi, dükkâna dönmesi gerektiğini söyledi, Meral Abla da yine işe dönecekti. Mevzuyu uzatamadan dağıldılar. Anahit’le ben yine baş başa kalmıştık. “Ne yapıyoruz” diye sordum herkes gittikten sonra, “Rıfat Efendiye gidiyoruz” dedi.

“Neden?”

“Baksana, bir tek o ses etmedi.”

“Sahi, ben de onu düşünüyorum. Bir derdi filan varsa herhalde. Yoksa, en ilk onun atlaması gerekti.”

“Hiç kendi kendimize düşünmeyelim, gidip soralım.”

“Anlatmazsa?”

“Sana anlatmazsa da bana anlatır.”

“E gidelim bakalım o zaman.”

Otobüse atlayıp gittik. Rıfat Efendi dükkânda değildi. Eve çıktık baktık, oradaydı. Odasında bir şeyler arıyordu.

“Baskın basanındır Rıfat Efendi” dedim o bizi henüz fark etmemişken. Kocaman adam nasıl da yerinde zıpladı, bir görseydiniz!

“Siz nereden çıktınız öyle!”

“Sen kaçtın geldin, biz de peşinden. Levon Amca konuştu, Meral Abla konuştu da bir sen ses etmedin. Ne oldu, iki sene önce evlenin de bebeciklenin derken şimdi neden sustun?”

“Ha” deyip yatağının altını karıştırmaya devam etti. Aradığı şey bizimle alakalıydı demek. Ses etmedik, “biz içeride bekliyoruz o zaman” dedim. Cevap vermeden aramaya devam etti.

Beş dakika kadar sonra bir elinde kocaman bir paket, diğerinde bir kutuyla yanımıza geldi. Yüzünde mahcup bir ifade, biraz da özür diler gibi bakıyordu. O baktı, biz bekledik. Biz bekledikçe o da bakmaya devam etti. Bir iki dakika karşılıklı bakıştık. Sonunda dayanamadı herhalde, o konuştu.

“Benim hanım, Allah rahmet eylesin, düğünümüzde sevdiği bir entari vardı, onu giydi. Sonra seneler geçti, pişman oldu bu yaptığına. ‘İnsan bir kere evlenir de ne diye gelinlik giymez’ diye hayıflandı. ‘Be kadın, sen gelinlik giyesin diye gidip boşanıp bir daha mı evlenelim dedim ama bir kızdı, bir kızdı… Altı üstü bir fotoğraf çektirmekmiş niyeti. Eh, hanımköylü olur da hanıma yok mu der adam? Kalktık gittik, bir günlük kiraladık bir gelinlik. Kaç yaşında, boyu kadar kızı olan kocaman kadın, bütün gün sokakta o gelinlikle gezdi. Her yerde de bot boy fotoğraf çekildik. Sahilde, sokakta, evde… Baktım çok sevdi, ben de üç gün sonra gidip satın aldım. Dedim hanım, böylesi yetmez. Bir de düğün yapalım bir tane daha. Ömrü yetmedi, düğünde giyemedi. Bu, onun gelinliğidir.”

Böyle söyleyip elindeki büyük paketi gösterdi. Anahit’in gözünden yaş akıyor, benim gözümden yaş akıyor, Rıfat Efendiyse aksimize sakın duruyordu. Biz gelmeden ağlamıştı demek, anlamıştım.

“Kızıma büyük olur, benim Hanım da ufak tefek olsa da kızım gibi şeker boy değildi. Eğer isterseniz…”

Devam etmesine fırsat kalmadı. Anahit oturduğu yerden kalkıp yanına koştu, elbiseyi elinden alıp boşta kalan elini öptü. Gözümde yaş, yüzümde gülümseme, sokakta biri görse Bakırköy’ü arayacağı halde öylece durakaldım. Rıfat Efendi zorla elini kurtarıp “aman kızım, berhudar ol” dedi.

“Giyerim tabi, giymem mi? Terzi bulur yaptırırız, üstüme de oturur.”

“Gelinlik parasından kurtardık ha” diye düşündüm, sonra düşündüğüm için kendime kızdım. Rıfat Efendinin sözleriyse henüz bitmemişti. Yorulmuş olacak, içeri geçip oturdu, kutuyu da önündeki sehpaya koydu.

“Şimdi dediğime karşı çıkmayacağınıza söz verin.”

İyi, söz vermeye verelim de ne diyeceksin?

“Yeni evlenen çifte üç şey gerekir. Para, daha çok para, daha da çok para. Burada vaktinde çocuklarım için hanımdan da gizli biriktirdiğim biraz bir şey var. Allah, bunu onlar için harcamamı nasip etmedi o ki, tümü sizindir. Alın, yuvanızı huzurla, rahatlıkla, ferahlıkla kurun.”

Yok desem söz verdim, he desem olmaz. Kutuyu aralayıp baktım, görür görmez hemen kapattım.

“Burada ne kadar altın olduğunu biliyor musun?”

Merak etmiş olacak, Anahit de baktı ve kocaman gözleri daha da açıldı.

“Bunu nasıl kabul edelim Rıfat Efendi? Bu bir hazine.”

“Hadi, hadi. Söz istedim, verdiniz. Sözden dönmek olmaz.”

“Böyle bir şey olduğunu bilsek söz verir miydik?”

Aferindi Anahit’e. Bana gerek bırakmadan ne lazımsa söylüyordu.

“Bu paranın amacı belli. Bunca zaman dokunmadım, bundan sonra da dokunmam. Siz de şimdi almazsanız ben ölünce size miras kalır, yine sizin elinize geçer. Hiç beni uğraştırmadan şimdi alın daha iyi. Yaşlılıkta değil gençlikte lazım para. Öyle bakmayın ama, sanki kötü bir şey dedim. Hadi, hadi ama” deyip Anahit’in elini tuttu. “Erkeğe güven olmaz, bunu sen alacaksın. O ki yuvayı dişi kuş yapar, bu da senin hakkındır”.

“Alamam Rıfat Efendi. Bu parayla ev alınır, yetmez içi dayanır döşenir de üstüne fazlası bile kalır.”

“Kalanla da beni bir akşam yemeğe çağırırsınız, ödeşiriz.”

“Olmaz. Tamam, söz istedin ve verdik ama bilsek verir miydik?”

“Siz bilirsiniz. Dedim a, ben buna dokunmam. Burada böylece yatar. Siz de ben ölünce mirasım olarak devralırsınız, onca zaman da boş yere kirada sürünür, eşya taksitiyle boğuşur durursunuz.”

“Allah sağlıklı uzun ömür versin, bana senin varlığın lazım paran değil” dedim.

“Allah hepimize ömür versin ama emr-i Hak muhakkak vaki olacak. Benim de günlerim dolacak. Ebedi olan yalnız odur. Görüyorsunuz ya, ben idare ediyorum şükür. Lazım değil bir şey değil. Hem böylece mutlu bile olurum.

“Birbirini seven insanlar iki şeyden çekerse çeker. Bir çocuktan Allah uzak etsin, bir de maddiyattan. Çekmezsiniz işte, ne güzel. Hadi ama, dinletin Rıfat amcanızı.”

Anahit’le birbirimize baktık. İmkânı yoktu tamam dememizin. Bize baktı, “siz bilirsiniz. Mirasımı da reddedecek değilsiniz ya? O zaman elinize alırsınız o zaman” deyip kutuya eliyle pat pat vurdu.

Düşündüm. Dediği doğruydu. Tamam, kazandığım parayla ikimizin karnı iyi kötü doyardı ama en azından bir sene Anahit ya hiçbir şey kazanmayacaktı, ya da ancak karın tokluğuna çalışacaktı. Kaç kişi patron gibi eli açıktı ki? Ama bunca para…

“Allah sana bol tarafından veriyor nasibi Rıfat Efendi. Şükür yokluk görmedin ama bunca varlık da az kimseye nasip olur. Bir şuna bak, bir yaşadığın hayata. Biraz sefa sürsen kim yok derdi?”

“Kim demiş sürmediğimi? Şükür ailem bir güne bir gün kimsenin eline bakmadı. Ne istedilerse gücüm yetti de verebildim. Beni sorarsan kitaplarımı da aldım, memleketten çıkıp dünyayı da gördüm. Ne yemek istediysem yedim, ne giymek istediysem giydim. Daha ne olsun?”

O da doğruydu. Zevkleri pahalı şeyler değildi diye fark edilemiyordu belki ama iyi yaşıyordu Rıfat Efendi. Ben konuşacaktım ki devam etti.

“Sen demiştin bir ara, nereden geliyor bu değirmenin suyu diye. Ben istedim Allah verdi, çok zaman benim istememe bile gerek bırakmadı. Onun hazinesinden eksik olmaz ya, kalanı da memleketten gelenler tamam etti. Ben hiç çalışmasam bile doyardı karnım. Anadolu böyledir. Varsa elinde toprağın, istesen de aç kalmaz karnın. Hele bir de varsa senin yerine işleyen kişin, yeşil ota değil kırmızı ete değer dişin. Ondan, beni merak etmeyin. Yine diyorum: Ben buna dokunmam, kimseyi de dokundurmam. İsterseniz şimdi alın işinize yarasın, isterseniz sonra alın da darlık neymiş bir görün.”

Yine Anahit’le birbirimize baktık. “Yok, olmaz” dedi ama benim fikrim değişmişti. Rıfat Efendi bir defa bu sizin demişti, daha da imkânı yok açlıktan ölse bile dokunmazdı. Biz o zaman, neden şimdi bununla evimizi kurmamalıydık ki?

Öte yandan bunca zaman biriktirdiği paraya el koymak da doğru gelmiyordu. Düşündüm, kendimce bir yol buldum.

“Bununla bir yazlık alalım Rıfat Efendi. Kaç sene oldu bak, deniz yüzü görmedik üç yanımız denizken. Alalım, bir güzel de içini dışını yaptıralım. Her sene tatile gideriz hep beraber.”

“Ne diyorsun sen” der gibi baktı Anahit ama o konuşamadan Rıfat Efendi konuştu.

“Bu sizindir, nasıl kullanacağınızı da siz bilirsiniz. Ama bana sorarsan o ikinci iş olsun. Kışlık olmadan yazlık olmaz. Çok isterseniz, Rabbim rızkınızı açarsa biriktirir, bir de yazlık alırsınız. Ama bence önce içinde yaşayacak evinizi alın, ötesini sonra düşünün.”

“O zaman şöyle yapalım. Biz ne de olsa ev tutacağız, kira vereceğiz. Biz bunu alalım, bu parayla evimizi de alalım. Sonra ama, kirayı da sana her ay ödeyelim. Den onu harcamazsın, biliyorum. O öylece birikir kenarda, onunla da bir de yazlık alırız hep beraber tatil yapacağımız. Biz, sen, Levon amca, Meral abla, hatta belki Serdar, Hakan, Mali… Ama senin ihtiyacın olursa da o para bizim kadar senindir. Hiç düşünmeden alıp kullanacaksın.”

“Ben size borç mu verdim ki borç öder gibi bana geri ödeyeceksiniz?”

“Borç demedim ki Rıfat Efendi. Biz bunu öylece alsak içimize sinmez, almasak boş yere kenarda durur. Bir ara yol arıyorum.”

Anahit’in de aklına yatmıştı herhalde ki bir şey demedi. Ona bakan Rıfat Efendi “öyle olsun o zaman” dedi.

“Ama bize nasıl söz verirdin, sen de öyle söz ver. Lazım olursa ‘aman çocukların parasıdır, dokunmak olmaz’ demeyeceksin.”

“Tamam.”

“Söz dedim Rıfat Efendi, tamam demedim.”

“E tamam işte.”

“Söz verdim’ de.”

“Bırakmayacaksın, değil mi?”

“Yok.”

“Tamam. Söz.”

“Tamam o zaman. Anlaştık.”

Kutuyu aldım, Anahit’in kucağına koydum.

“Sen neden ses etmeden gittin?”

Anahit sormuştu.

“Orada desem olmazdı bunları. Hem biliyordum.”

“Neyi biliyordun?”

“Buraya geleceğinizi.”

“Nasıl?”

“Bırakın da oğlumla kızımı tanıyayım biraz.”

Vay Rıfat Efendi vay. Peşinden koşacağımızı da biliyordu.

Yalnız kalmak istemiş olsa gerek, “sizin işiniz yok mu” diye sordu. Mesajı aldım. “Senin partin var akşam, hadi ona hazırlanalım” dedim ve kutuyu şimdilik onda bırakarak çıktık.

“Doğru mu yaptık?” diye sordu apartmandan çıktığımızda.

“Sen de tanıdın artık. Bunca zaman dokunmamış, bundan sonra da öylece yatardı kenarda. En azından bir işe yarar, bir dertten kurtarır bizi. Fena mı?”

“Evleniyor muyuz biz şimdi?”

“Önce şu parti bir geçsin, ona yarın bakalım. Şu kırmızı elbiseyi mi giyeceksin?”

“Yok, beyazı.”

En az on tane beyaz elbisesi vardı. Hangisini?

“Giyince görürsün işte. Sen beklersin biraz, ben hazırlanır gelirim. Tamam?”

Tamam. Evine gittik, biraz da babasının öğlenki konuşmasından güç alıp kapıda değil içeride bekledim. İlk defa onu hazırlanırken izledim. Giyindi, beğenmedi çıkardı, başka elbise giydi, onu da beğenmedi derken en sonunda benim dediğim kırmızı elbisesinde karar kıldı. Çok lazımmış gibi makyaj yaptı. Hazırdık.

Akşam parti gayet güzel geçti, gülüp eğlendik ve biraz da kafayı bulduk. Gece taksiyle evine bıraktım ve ertesi gün evlilik hazırlıklarını iş çıkışında konuşmak üzere ayrıldık.