Bir Teklif
Zannımın aksine evrak işleri çabucak bitti. Ruhsatım bir buçuk ay sonra gelecekti, bu arada da ne olduğumu kimse bilmeyecekti. Hukuk okuyup direkt avukatlığa başvuran kimselerin kötü kaderiydi bu. Senelerce öğrenci, sonra bir zaman stajyer avukat olan ben, şimdi hiçbir şeydim. Ruhsatım yoktu, avukat değildim. Okula kaydım yoktu, öğrenci değildim. Stajım resmen bitmişti, stajyer de değildim. Ne olmadığım konusunda yeterli bilgim vardı ama ne olduğum konusunda fikirsizdim.
Önemli de değildi aslında. Cuma akşamı kutlama yemeğinde bir daha konuşup Genelkurmay’a bir faks çekip iki kolunu iki yana açıp beni bekleyen şanlı Türk ordusunun şerefli bir neferi olmak için başvurma kararımı yinelemiştim, bu fikrim de destek görmüştü. O ki illa yapılacaktı bu, ne kadar erken olursa o kadar iyiydi.
“Okulda beraberdik, stajda beraber. Şimdi bir de askerliği beraber yaparsak nüfusa gidip kardeş olarak birbirimizi kaydedelim” dedik ve Salı günü Serdar’la beraber şubeye gittik. Raporu, diplomayı ve diğer evrakı Perşembe günü beraberce teslim edip beklemeye başladık. Aklımızca Kasım’da sevk gelir, biz de birliğimize katılırız diyorduk.
Fakat böyle olmadı.
Artık Genelkurmay’da canı sıkılan bir memura mı denk gelmiştim bilmem, sevkim hızlıca geldi: Burdur’a kadar yolum vardı, 15 gün içinde kışlada olmam gerekti. Ben en az iki ayım var sanırken iki haftam bile yoktu. Serdar? O Şubat’ı bekleyecekti. Beş senelik birlikteliğimiz böylece son buluyordu.
Günlerce kendimi gitmeye hazırladım. Tüm vaktimi Rıfat Efendi ve Anahit’le geçirdim, altı aylık ayrılığımız öncesi aklım sıra o yalnız geçecek günlerim için enerji ve anı biriktirdim. Nereden bilirdim bunun askerliği daha da zor hale getireceğini?
Çok güzel geçen doğum günümde patronun hediye ettiği gömlek üstüne Rıfat Efendinin aldığı paltoyu, vakti henüz gelmemiş olmasına rağmen geçirdim, otuz atlet ve otuz don aldım, sanki gitmeye vaktim olacak gibi bir dolu kazak ve pantolonu da kocaman bavula doldurup Rıfat Efendiyle beraber yola çıktım. 1 Ekim sabahı, “sen nereden çıktın” der gibi bakan erleri arkamıza alarak Rıfat Efendiyle fotoğrafımızı da çekildik ve sivil hayatım altı aylığına son buldu.
Asker oldum.
Anayasanın 72. Maddesi uyarınca vatan hizmeti görevini yerine getiren her Türk erkeği gibi benim de saatler, günler, hatta belki haftalar boyunca susmadan, durup dinlenmeden, gerekirse nefes bile almadan anlatacağım pek çok anım var. Bunların pek çoğu helikopterden helikoptere atlarken havada şarjör değiştirme, keleşle bir kilometre ötedeki hedefi on ikiden vurma, komutanın kapısını tekmeyle açıp ona haddini bildirme, operasyonda terörist ateşi altında kalan timimi tek başıma kurtarma… gibi şeyler ne yazık ki değil. Bu nedenle askerlik anılarımı kendime saklamak istiyorum.
Sonbahar daha başlamamışken terk ettiğim İstanbul’a kışın sonunda, bahar gelmekle gelmemek arasında kararsızken döndüm. Dağıtımım yapıldıktan ve ben ülkenin diğer ucuna yollandıktan sonra Anahit zavallım iki haftada bir ziyaretime gelmiş, sadece iki gün ve yalnızca birkaç saatliğine de olsa görmek için on bir saat gidiş, on bir saat dönüşten her ay kırk dört saatini yollarda geçirmişti. Daha güzeli ise bunların belki yarısında benim dışarı çıkmama, onun içeri girmesine izin verilmemesiydi. Dik başlılığımın acısını ikimiz birden çektik fakat bir defa bile ağzını açıp bir şey söylemedi.
Nisan’ın başında otogara indiğim zaman karşımda üç olağan şüphelinin üçünü birden buldum. Anahit ve Rıfat Efendi sevdikleri döndüğü için, Levon amcaysa kızı ikide bir memleketi boydan boya kat etmeyeceği için mutluydu.
Ben? Hatırlamıyorum. Güya kısa dönem gidip gelmiştim ama sorsalar altı ay değil altı asırdır başka bir dünyada, hatta başka bir evrende yaşadığıma yemin edebilirdim. Nöbetler, tartışmalar, kavgalar… Orada, devletten soramadığı hesabı benden sormaya çalışanlarla cebelleşmiştim. Bedenim yorgundu, zihnim ha keza. Hayatımın gençlik döneminin sonuna gelmiştim artık. Para kazanmaya başlamak büyümek demekti ve büyümem lazımdı.
Bir hafta verdim kendime. Bir hafta boyunca önceki altı ayı unutmak için her şeyi yaptım. 2004 yılının Nisan ayının başında her akşam sinemaya gittik, bara gittik, tiyatroya gittik. Günlerim öğlene kadar yatmakla geçti. Evde tek bir öğün yemek yapmadım, hep dışarıdan yedim. Rıfat Efendiyi boşladım, yalan yok, hiçbir arkadaşımı da görmedim. Varsa yoksa Anahit’ti, tüm vaktim onunla geçti.
Sonunda, 9 Nisan’da sabah erkenden kalktım. Tıraşımı oldum, beyaz gömleğimi siyah takımımın içine giydim, kırmızı kravatımı taktım ve erkenden evden çıktım. Bulduğum ilk otobüsle Kocaeli’ye gidip peder beyim ziyaret ettim, “duanı eksik etme” deyip mezarındaki otları temizleyip çiçekler ektim ve baş ucuna gelip geçen hayvanlar için üç tas su koydum. Sonra hemen gerisin geri İstanbul’a döndüm, metroya atlayıp Aksaray’a geldim, caddeye çıkıp altı ayımın geçtiği binanın kapısında durdum. “Medet Allah ya Muhammed ya Ali” deyip öncekinin aksine bir besmeleyle önce binaya, sonra dükkâna girdim.
Yeni hayatım başlıyordu.
Patron dükkândaydı. Beni görünce önce bir an tanıyamadı. “Aha, yandı gülüm keten helva” derken birden yüzümü çıkardı ve gülümseyerek “o, Savcı Bey. Biz seni bu kadar erken beklemiyorduk” dedi.
Keten helva gerçekten yanmıştı.
“Genelkurmay’a çaktım telefonu, bekletmeden hemen askere aldılar. ‘6 ay da yeter, seni daha fazla çekemeyiz’ deyip bir hafta önce postaladılar.”
“E iyi, iyi. Ne güzel olmuş işte. Hoş geldin. Nasıl, alıştın mı sivile?”
On, on beş dakika kadar böylece havadan sudan konuştuk. Anılarımı anlatmaya pek hevesli olmadığımı görünce o da pek girmedi bu toplara. Onun yerine ben giderken kalan dosyalardan biraz konuştuk, bu arada da hızlıca görülen Salim ve ailesinin davası ve sonrası olanlardan haberdar oldum.
Ve, tahmin ettiğiniz üzere, Kâmil abi de bu arada bize katıldı.
Onlar yemeğe çıkacaktı, bana da katılmamı söyledilerse de neden bilmem, bu teklifi reddettim. Kalkmadan “e, ne zaman başlıyorsun” diye sordu Kâmil abi. Ben sormaya çekinmiştim, sağ olsun bu yükü üstümden almıştı.
“Pazartesi geleyim mi?”
“Cumartesi ne işin var?”
“Hafta sonudur diye düşündüm.”
“Aman, sanki bizim haftamız var da sonu olacak. Aldın mı ruhsatını?”
“Yok. Baroda hala.”
“Tamam. Yarın gel, biraz işim var. Yardım edersin. Pazartesi de kâğıt kürek işlerini halledersin, girişini filan yaparız.”
Bu kadar kolay olmamalıydı ama. Hem bu kadar hızlı da olmamalıydı. Askerlik iki ay erken, iş iki gün erken. Anacığımın ölümü erken, peder beyimin ölümü erken, Anahit’le nişanımız erken… Her şey erken olmak zorunda mıydı?
“Tamam. Sabahtan mı geleyim?”
“Hadi ilk günün hatırına öğlende gel. On ikide burada ol. Bu bir seferlik ama ha, sonra en geç onda beklerim.”
“Tamam.”
Onlar kalktı, ben de kapıdan çıkana dek bin bir teşekkür ettim. Onlar sola döndü, ben sağa dönüp karşıya geçtim ve ayrıldık. Sivil hayatımın birinci haftasıyla beraber gençliğimin de bittiğini düşünüyordum ki parmağımdaki yüzüğe gözüm bir daha takıldı. Tabi ya, vaktim vardı daha. Zaten stajda da para kazanmamış mıydım canım? Gençtim hala genç. Vardı daha yaşlanmama zaman.
Tahmin etmek pek zor olmasa gerek, haberi hemen Anahit’e verdim Rıfat Efendiye yollanırken. Ankara’nın doğusundan abim gelmiş, evde bir bayram havası.
Tabi kutlamaya çok vaktim olmadı. Akşamdan hazırlığa başladım, sabah dokuzda kapıdaydım fakat ufak bir sorun vardı: Bende anahtar yoktu, Kâmil abi de henüz gelmemişti. Bu ufak detay yüzünden ha geldi ha gelecek diyerek on ikiye on kalaya dek kapıda öylece dikilip bekledim. Anahit sağ olsun, önceki akşam “Sen ütüledin mi daha da kırışık oluyor, ver bana” deyip ütülemişti tüm giydiklerimi. Oturup kirletecek, hele ki kırıştıracak halim yoktu.
Kâmil abi, Hakan abiden aldığı böreklerle on kala geldi, benim kapıda kalmama da bayağı güldü. Dükkâna çıktık, bir yandan yerken bir yandan konuştuk. Peki, iş?
“İş yok. Giderken meslektaş adayıydın, şimdiyse meslektaş olarak oturuyoruz burada. Bildiğimiz çok şeyi anlattık ama şimdi dahasını da paylaşacağım. Bir de, yemeğe gidiyorduk diye gargaraya geldi. Senin maaş işini de konuşmak lazım. Öyle ya, yine üç kuruşa çalışacak halin yok.”
Doğru ya, maaştan hiç bahsetmemiştik. Staj yaparken bile hakkımı, hem de yasaya rağmen vermişlerdi. Şimdi de verecekleri muhakkaktı. Ama bunu patronla konuşmam gerekmez miydi?
“O patron. Burada işleri ben yürütüyorum. Sanki bilmiyorsun gibi. On senedir beraber çalışıyoruz, burayı da beraber açtık zaten. Dışarıda onun adı büyük yazıyor diye ben de eşek başı değilim ya?”
“Yok, estağfurullah. Hani… Haklısın ya. Özür dilerim.”
“Özürlük bir durum yok. Senin aklında var mı bir şey yoksa önce ben mi diyeyim?”
“Kıllık olsun diye değil de bu maaş işi işe almadan önce konuşulmaz mı?”
“İstersen kovayım, maaşı konuşalım. Uyuşmazsak başka birini buluruz? Bizde stajyer çok.”
“Siz ne derseniz tamamım.”
“O kadar da değil. Sen diyeceksin, ben diyeceğim, sonra ortada bir yerde buluşacağız.”
İyi de ben ne diyecektim? “Sen söyle Kâmil abi” dedim. Hiç uzatmadan önündeki kâğıda bir şeyler yazdı, önüme itti. Detaylarını paylaşmak etik dışı olur, ondan şu kadarını söylemem yetsin: Hızlıca tarafından yaptığım hesaba göre kira dahil tüm faturalarımı ödeyecek bir sabit gelirin üstüne yaptığım her iş başına gayet yüzdeli pay alacaktım. Bu oldukça cömert bir teklifi.
“Bundan iyisi Şamdak ayısı.”
“Öyle olmaz. Şimdi sen daha fazlasını isteyeceksin. Hadi.”
İstemiyordum ama? Yeterdi bu?
“Bak bir sene boyunca maaşın bu olacak. Emin misin? Üç ay sonra bana gelme aman Kâmil abi kurbanın olayım, yaman Kâmil abi ayağının altını öpeyim, bana daha da para deme? Biz de kendimize göre hesap yapıyoruz, bozmayız onu bak.”
“Yeter Kâmil abi, yetmez mi?”
“Eh, sen bilirsin o zaman. Ne iş yapacağını da biliyorsun, değil mi?”
Görev tanımını paradan da önce konuşmamız lazım değil miydi? Her işimiz tersti şu anda.
“Ucuz tarafından dosyalara bakacağım, mahkeme mahkeme koşacağım. Değil mi?”
“Bir de, çoktur Hasan’la konuşuyoruz. Bize bir dedektif lazım. Hafiye. Bize bilgi belge toplayacak, elimizdeki davaları kolaya koşacak. Elinde işin olmadı mı, boş vaktin oldu mu da bunu yaparsın. Ne polis ne savcı bizi umursuyor malum. Güvenilir biri lazım bize. Hasan önerdi, ben de sorayım dedim. Ne diyorsun?”
“Bunu bir sefer yaptım, hoşuma da gitti biraz. Neden olmasın? Hem ekstra gelir olur, fena mı?”
“Güzel. Anlaştık o zaman. Sen Pazartesi kâğıt işlerini halledersin, imzaları atarız. Hadi hayırlı olsun, Allah başımızı öne eğdirmesin.”
Ayağa kalkıp el sıkıştık, sonra iki saat boyunca bana beden dili okuma üstüne hızlandırılmış bir kurs verdi. Saat iki buçuk olunca “yeter” dedi, dersi bırakıp anahtarcı bulduk ve dükkânın anahtarının bir kopyasını yaptırdık. O randevusuna gitti, ben gitar kursuna tekrar kayıt yaptırmaya gittim.
Pazar günü geçti, Pazartesi kâğıt işlerini yaptım. Baroya kaydımı yaparken bir posta daha soyuldumsa da gelecek parayı düşünüp ses etmedim. Günün sonunda da imzaları attık, sigorta girişim yapıldı ve avukatlık hayatım Salı günü resmen başladı.