You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Bir Mutlu Gün

Stajımın sonuna Salim’in dosyası damga vurdu. Konuştuğumuzun ertesi günü Kâmil abi yakası açılmadık küfürlerle yanıma geldi. Salim, savcıya verdiği ifadeyi değiştirmek istemiş. Klasik yalanı söyleyip baskı altındaydım, aslında ben öldürdüm, korkup öyle söyledim demiş. Benim bildiğim polise verilen ifadede işkence gördüm, baskı altındaydım denilir. Bu sefer polise verilen ifadede savcının yanında baskı altındaydım denmişti. Hadi Kâmil abi neyse, herif durduk yere Savcı Demir’i de zan altında bırakıyordu.

Kalktık, hala nezarette bulunan ve mahkemeye henüz çıkmamış Salim’in yanına gittik. Kâmil abi selam niyetine “oğlum sen geri zekalısın, bunu anladık, ama savcıyı neden yakıyorsun” dedi. Selam babında söylediği diğer sözleri, hayal gücünüzün sınırlarına tevdi edeyim.

Bizden az sonra savcı da geldi. Başka zaman savcı ayağa çağırır, neden bilmem burada ayağa gelen kendisi oldu. Kâmil abi, Mahmut Hoca tarafından okuldan kaçarken yakalanan İnek Şaban gibi birden hazır ola geçti, ben de ardından. Bir oyun dönüyor gibiydi, kimin oyunu daha başarılı olacak diye izlemeye koyuldum.

Savcı, geçen günkü sakinlikle “sen bana yalancı mı diyorsun” diyerek başladı. Salim bildiğimiz gibiydi, “ben öldürdüm, kendim öldürdüm, kimse bir şey demedi, kavga ettik öldürdüm” yalanını tekrar ediyordu. Derken savcı, Kâmil abiye rahmet okutur bir sinirle “yirmi senedir sicilimde tek bir leke yok, senin skik ailen yüzünden buna kara çaldırmam ulan!” diye bağırıp yerinden kalktı, “beni takip edin” deyip bize seslendi.

Biz de kuzu kuzu kendisini takip ettik.

Kapıda iki kâğıt çıkarıp gösterdi. Birisi Salim’in ifadesiydi, Kâmil abinin anlattıklarını onaylayıp dahasını da ekliyordu. Diğer kâğıtta parmak izi raporu vardı. Evet, silahta ondan başkasının parmak izi yoktu. Silahın temizlendiği ve Salim’in eline tutuşturulduğu artık kesindi. Peki, kızın otopsisi?

“O kadarını size veremem. Siz biraz bekleyin, döneceğim” deyip gitti. Kâmil abi kapıya çıktı, ben de peşinden. Yarım saat sonra savcı Kâmil abiyi aradı, koşarak içeri girdik. Yüzü kıpkırmızıydı. “Bir de sizi mi arayacağız ulan” diye çıkıştı. Kâmil abi altta kalmazdı ya, suçunu biliyordu ve ses etmedi. Yine odaya girdik. Savcı emirlerini verdi: Masa duvar dibine çekilecek. Hemen çektik. Salim tek başına duvarın karşısına geçecek. Geçti. Üç sandalye karşısına konulacak. Koyduk. Savcı ortada, Kâmil abi sağında, ben solunda oturduk.

Salim’in o anda dünyası biz üçümüzden ibaretti. Kapı arkasındaydı, odanın ışığı yine karanlığı artırmaktan başka işe yaramıyordu. Tüm gördüğü bizim ona sinirle bakan yüzlerimiz ve duvardı.

Üçüncü sorgu başlamıştı.

“Bana bak Salim. Bana bak dedim! Mahkeme nasıl bir yerdir biliyor musun? Karşında böyle üç hâkim olur. Mahkeme heyeti derler buna. Bu üçünün diğer yanında da savcı bulunur. Bu dördü, seni cehennemin dibine göndermek isterse karşılarında kimse duramaz. O bile” deyip Kâmil abiyi gönderdi. Baktım, yüzü buz gibiydi Kâmil abinin. Olacaklardan korkmaya başlamıştım. Kendilerince mahkeme mi kurmuştular?

Savcı devam etti.

“Bunların önüne deliller konulur. Onlar delillere bakıp senin cehennemde ne kadar kalman gerektiğini belirlemeye çalışır. Çıkar ifade verir kimileri, bu delillere yalan demeye filan çalışır. Yemezler ama. Dört kişi, dördü birden salak olacak değil ya? Değil, değil mi Salim? Cevap ver!”

Salim ses etmedi. Savcı, çantasından bir kâğıt çıkarıp masaya vurdu.

“Babanın silahını aldın uykudan kalkar kalkmaz, değil mi Salim?”

“Hemen almadım. Kavga edince aldım.”

“Baban bu silahı taşıyor işe gidince, değil mi?”

“Bazen taşımıyor.”

“Sen silahı alıp çektin vurdun, değil mi? Başka bir şey yapmadın? Sinirle koştun içeri?”

“Yapmadım.”

“Nerede ulan babanın parmak izleri o zaman!” deyip raporu masaya vurdu. Salim öylece duruyordu.

“Bak. Bak şuna ulan! Ne diyor? Oku. Oku dedim! Okuman yazman da mı yok? Tamam, ben okuyayım o zaman. Silahta Salim Teke ile Havva Teke’nin parmak izleri tespit edilmiştir. Annen aklı sıra silahı temizleyip verdi ama senin kadar zeki olduğu için peçeteyle filan tutmadan, eline lap diye alıp verdi. Değil mi? Sana soruyorum, cevap ver!”

“Silahı annem verdi ama ben öldürdüm.”

“Kaç farklı hikâye yazacaksın lan sen bana? Ben önüne her delil koyduğum zaman başka bir şey mi anlatacaksın, ha? Sana soruyorum! Şimdi bana doğruyu anlat yoksa ömrü billah içeriden çıkmaman için gereken neyse yaparım!”

Salim sessizce duruyordu ama bu savcının sınırını daha da artırıyordu. Bir kâğıt daha çıkardı.

“Sen bana geçen gün kardeşime abim tecavüz etti dedin, dimi lan? Ha? Oğlum bak beni deli ediyorsun. Cevap ver yoksa kötü olacak!”

“Evet, öyle dedim.”

“Bak, bu da abinin ifadesi. Ben kardeşime dokunmadım, onu hep korudum, evlendirmelerine karşı çıktım, eve geldiğinde ona hep sahip çıktım demiş. Al ulan, al oku, kendin bak!” deyip bu sefer kâğıdı yüzüne fırlattı. “Kâmil, siz bunları duymadınız” diye ekleyip gözlerini tekrar Salim’in yüzüne dikti. Oysa yine öylece duruyordu.

Tiksintiyle çantasından son bir kâğıt daha çıkardı. Buz gibi bir sesle konuştu.

“Son defa soruyorum: Anlatacak mısın? Bu son şansın. Mahkeme seni değil beni dinleyecek. Bir geri zekalının sözüne itibar edecek değiller.”

Salim hala suskundu. Savcı son kâğıdı Kâmil abinin önüne koydu ve “oku. Sonra da sesli oku” dedi.

Kâmil abi raporun sadece sonuna baktı ve “vay anasını avradını skeyim ben böyle işin” dedi ama sesli okumak yerine sandalyesini geriye itip küçücük odada ileri geri yürümeye başladı. Bıraksalar önceki gün yaptıklarını tekrar edecekti muhakkak.

İyi de kâğıtta ne yazıyordu?

Savcı, masada ters duran kâğıdı bu sefer benim önüme çekip “sen oku” dedi.

“Bebekten alınan DNA örneğinin zanlı Salim Teke’nin DNA’sıyla yüzde doksan dokuz nokta doksan altı oranında uyuştuğu, ayrıca alınan doku örneklerinde babasının sperm izlerine denk gelindiği…”

Vay şerefsiz. Ailedeki bir masumu öldürmüş, diğer masuma da iftira atmıştı ha?

“Sen buradan hapse gideceksin ve oradan ölün çıkacak.”

Savcının son sözleri buydu. Odadan çıktı. Kâmil abi hala ileri geri yürüyordu. Ben, ne olur ne olmaz diyerek ikisinin arasında duruyordum. Salim, bundan sonra başına gelecekleri anlamaya başlamış olsa gerek, bayılacak gibiydi. Kâmil abiyi de zorla kolundan tutup kapıya çıktım, memurlara haber verdim. Boşta bir bilgisayar bulup hızlıca işini gören savcı da geldi. Çok sürmeden mahkemedeydik. Tutuklu yargılama talebinin sebebini bile dinlemeden nöbetçi mahkeme oluru verdi.

Kâmil abi mahkemede hiçbir şey söylemedi. Salondan çıktığımızda da sessizliğini korudu. Savcı odasına çağırdı, üçümüz beraber çıktık. Tükürükten mi olduğunu merak ettiğim bol köpüklü üç kahve geldi. Az önce müebbetinin kesin olduğu birini hapishaneye yollamış kimseler olarak kahvemizi içtik. Benim midem yine bulanıyordu, onlarınki de öyle miydi merak ediyordum.

“Davadan çekilecek misin?”

“Sen çekilmez miydin?”

“Şerefsiz, nasıl da geçti dalgasını bizimle. Yalnız bu kadarını ben de beklememiştim. Senin senaryona kandım.”

“Ne bileyim ben? On yedi yaşında, buna yıktılar suçu diye düşündüm. Bak Savcı!” dedi bana dönüp. “Ben de yanılıyorum. Adaleti tek kişinin eline bırakmıyorlar, heyetler veriyorlar. Boşuna değil. Bok yoluna gidecekti masum çocuk.”

Daha dün Salim’e üzülüp abisine kızıyordum, şimdiyse tam tersine dönmüştü iş. Bir anda kardeşinin kız kardeşine tecavüz ettiğini, babasının da aynı boku yediğini, annesinin de kardeşinin katili olduğunu öğrenmişti. Nasıl yaşardı ki bununla?

Yaşayamadı da. Üç gün sonra abisinin intihar ettiği haberini aldık. Bütün bir aile bir anda yok olmuştu. Çok sonraları, askerden dönünce ilk iş bu davanın sonucunu sordum. Anne cinayetten hüküm giymişti. Salim mahkemede annesine yardım ettiğini itiraf etmiş, cinayetle beraber tecavüzden de hüküm giymişti. Babaysa tecavüzle beraber alıkoyma ve işkenceden hapsi boylamıştı. Topluma zarar bir aile en azından parmaklıklar ardında yıllarını geçirecekti ya, bunları hapiste beslemek bile zarar ziyandı. Kâmil abi iyi haberi sona saklamıştı.

“Babası da ölü bulunmuş. İntihar mı yoksa cinayet mi hala bilinmiyor. Kimsenin umursadığını da sanmıyorum.”

“Salim?”

“O hala içeride. Şikâyet etmiş, hücreye atmışlar. O da kendini asar, yakındır.”

Salim dosyasını defterime mahkemeden çıktığımız akşam olduğunca detaylı şekilde yazdım. Kâmil abi haklıydı, kafa unutsa da kâğıt unutmuyordu. Bu, ileride, meslek hayatımda bana yok gösterecek önemli bir dosya olarak kişisel tarihimde yerini almıştı.

Mahkemenin görüldüğü haftanın hafta sonu, Anahit büyük bir heyecanla eve geldi. “Ne oldu, neler oluyor” derken önüme bir müzik defteri koyup “Rıfat Efendinin bestesi. Ben bu kadarını yapabildim. Dahasını beraber yapacağız” dedi.

Kaç haftadır manyak gibi bununla mı uğraşıyordu gerçekten?

Hemen kemanı çıkarıp çalmaya başladı. Rıfat Efendinin temasına birkaç varyasyon eklemişti. Öyle ki üstüne gitarla çokça doğaçlama yapabilir, hatta belki ötesine bile geçebilirdim.

“Bu kemanla değil de viyolayla daha güzel olur. Şuralarda mesela, bak dinle” deyip bir şeyler çaldı. Çok da farklılık göremedim ama “Aynen, çok haklısın” dedim.

Demez olaydım.

“Hadi o zaman.”

“Nereye?”

“Viyola bakmaya.”

“Dalga geçiyorsun?”

“Yo, gayet ciddiyim.”

“Bir şarkı için viyola mı alınır?”

“Ya sen küçük seviyorsun, ben büyük seviyorum. Ta o zaman dedim, şimdi keman olsun ama sonra ben viyola alırım dedim. Öğrendim işte biraz, vakti geldi. Hadi.”

Sen misin deliye yüz veren? Aha, halı pislik içinde kalmıştı.

“Manyak mısınız affedersin? Şurada altı üstü dört beş şarkı çalmayı öğrendin diye keman öğrendin mi oldu?”

“Sen geliyor musun yoksa ben yalnız mı gideyim?”

“Aman, tamam. Tünel’e mi yine?”

Başını salladı. “Benim bu deliyle ne işim var” diye düşünüp yerimden kalktım, kalkarken parmağımdaki yüzüğü gördüm. Sarılıp öptüm, Rıfat Efendiye selam verdik ve Tünel’e yollandık. Bahtımıza yine Sinan denk geldi, bir saatte benim maaşımı, Anahit’in aylığını, üstüne de Holosko’yu verip çıktık. “Millet babadan dededen kalan tarla tapanı satıp savıp pavyonda yer, ben Zuhal’de yiyorum” diye düşündüm.

“Efendim?”

“Derken?”

“Ne dedin?”

“Bir şey mi dedim?”

“Zuhal filan bir şey dedin. Ne dedin?”

“Ben sesli mi düşündüm ya?”

“Öyle oldu demek. Ne dedin?”

“İyi ki Zuhal var, yoksa biz nereden alırdık viyolayı dedim. On kişiye sorsan on biri ne olduğunu bilmez.”

Güldü. İyi, yediğim boku temizlemiştim bari.

Hemen eve döndük. Keman için yazdığı partileri viyolaya uyarlamaya başladı. Ben de gitarı aldım, sanki çok bilirmiş gibi eşlik etmeye çalıştım. Nasıl bir yetenek vardıysa iyi kötü bir şeyler uydurmaya da başlamıştım ama bir şey yanlıştı.

“Gitar zayıf kalıyor. Bunun yanına piyano lazım.”

“Hadi o zaman.”

“E hadi” deyip hemen ayağa kalktı. Altı üstü viyola için servet ödemiştik, bir de piyano için bir tarla parası mı bırakacaktık şimdi?

“Ölümü çiğnemeniz lazım Anahit Hanım. Ben daha mı minörden öteye geçemedim, hiç de piyano çalmaya çalışacak halim yok.”

“Aman, iyi. Ben bulurum çaldıracak birini. Şarkıyı yazıp bitirelim de.”

İki hafta boyunca her akşam, istisnasız her akşam yetmez gibi hafta sonu bütün gün altı üstü iki üç dakikalık bir şarkıyı yazıp düzeltmek için uğraştık. Gözü hiçbir şey görmüyordu, hiçbir şey. Âdem babamızın Lilit’e yanaştığı gibi yanaşıyordum ama yok, onda bile gözü yoktu. Daha şimdiden yıllardır evli çiftlere mi dönmüştük? Vallahi çıkarır, fırlatır atardım yüzüğü ha!

“Ya onun da zamanı var. Şimdi bunu bir bitirelim önce.”

Keşke bedenimin patronu da onun da zamanı olduğunu bilseydi ama bilmiyordu ki?

Stajın son haftası, Salı akşamı “tamam, oldu bu” dedi. Öyle partiler yazmıştı ki benim çalma ihtimalim yoktu. Öyle mi minörü öğrenmiş Akdeniz akşamları gitaristi de çalamazdı bunları. Sazına hâkim birileri lazımdı.

“Hayko var ya, ona sorayım ben bir.”

“Hayko kim?”

“Albüm bile yaptı. Çok yetenekli adam. Bilmiyor musun?”

“Allah affetsin, bilmiyorum.”

“Öğrenirsin o zaman. Çok iyi müzik yapıyor. Aslında konseri filan olunca gidelim bak, tanışırsın da. Şeker gibi adam.”

“Benden de mi şeker?”

“Sen şeker değilsin ki. Ayısın sen.”

“Teveccüh buyurdunuz.”

“Cümlemizin şekerim” deyip öptü. Fırsat bu fırsat, hazır evde de kimse yok deyip “kırıldım” dedim, “birleştiririm o zaman” dedi. Sonrasını tahmin edersiniz.

İki gün sonra, Perşembe akşamı “yarın elimizde” dedi. Neydi elimizde olan?

“Şarkı. İki de arkadaşını aldı, birkaç yeri düzeltip kaydı yaptılar. Düzenliyor şimdi, yarın elimizde olacak.”

O an öylesine değil gerçekten kıskandım. Anahit bir şey istemiş ve ben yapmamıştım, mecburen başkasına gitmişti. Kararımı verdim: Piyano olmasa bile bir org alıp öğrenecektim.

Cuma günü, hayatımın en mutlu günlerinden bir diğeri oldu. Daha sabahtan patron elinde bir pastayla geldi. Bütün büro bizden kurtuluşunu kutluyordu. Gün boyunca acil işi olanlar onları bitirirken kalanlar bundan sonraki meslek hayatımızda işimize yarayacak son tüyolarını verme telaşındaydı.

Saat dört olunca Kâmil abi patronun odasına çağırdı. Veda vakti gelmişti. Buruk bir şekilde, anlamsız bir hüzünle odaya girdim. İçeride o ve patron vardı.

“Hasan, Savcı iyi iş gördü. Değil mi?”

“Öyle, öyle. İstidadı var bu çocuğun.”

“Ne yapsak, burada tutsak mı? Ha, ne dersin Savcı? Devam etmek ister misin?”

Nerede, kimin yanında iş bulacağım, askerden dönünce patrona mı sorsam diye düşünürken o bana iş teklif etmişti! Birden buruk hüzün gitmişti, tarifi imkânsız bir mutlulukla dolmuştum.

“Fakat askerliği henüz yapmadım.”

“Biliyoruz oğlum. Okul bitti bize geldin. Bilmiyor muyuz? Git onu yap sağ salim, gel, başla diyoruz.”

“Valla mı?”

Allah kahretmeye, bu ne saçma laftı? İkisi birden kahkaha attılar. Patron “he valla” dedi.

“Ben de bunu size nasıl sorsam diye düşünüyordum. Nasıl mutluyum anlatamam. Çok müteşekkirim, çok sağ olun.”

“Şimdi hemen olma. Bakarsın sen dönünce işler değişmiş olur, sonra kararımız değişir, belki sırf itlik olsun diye almayız seni. Belli olmaz” dedi Kâmil abi. “Öyle olursa da canınız sağ olsun. Şimdi beni böyle mutlu ettiniz, o bana yeter” dedim. Kağıtlarımı imzaladılar, tokalaşacağız sanırken öptüler ve dükkândan çıktım.

Bu, mutlu günün ilk perdesiydi.

Binadan çıkar çıkmaz Anahit’i arayıp haberi verdim. Çok sevindi tabi. Yarı yürür yarı koşar şekilde eve gittim. Rıfat Efendiye de haberi vermek istiyordum. Dükkâna Yıldırım gibi girdim, karşımda üç kişi buldum: Rıfat Efendi, Anahit ve Levon Amca.

Vay uyanık, gelmişti de bana haber vermemişti demek? Hem babasını da getirmişti.

Sevinç yumağı olmuştuk. Anahit bana sarılıyor, ben Rıfat Efendiye sarılıyorum, Rıfat Efendi Levon amcaya sarılıyor, Levon Amca bana sarılıyor, sonra beni bırakıp kızına sarılıyor, sonra hepimiz birbirimize sarılıyoruz derken Anahit cebinden bir CD çalar çıkardı, nereden bulduğunu bilmediğim bir hoparlöre bunu taktı ve dükkânın kapısını kilitledi.

Bunca zaman üstünde çalıştığı şarkı bitmişti.

Dinledik. Mest olmuştum. Rıfat Efendinin verdiği temayı Anahit nakış gibi işlemişti. Altı üstü iki buçuk dakikalık şarkıda birden fazla duygu vardı. Bitince Rıfat Efendi istedi, bir daha çaldı. Vallahi olmuştu bu, bildiğin şarkıydı ve hiç beklemeyeceğimiz kadar güzeldi.

İkinci çalış bitince üçüncü, dördüncü defa döndü kayıt. Rıfat Efendi, biraz sevinç biraz da gururla dolu gözlerindeki iki damla yaşı sildi.

“Kızımız meğer bestekârmış da biz görmemişiz.”

“Annesinden miras bu genler. Rahmetli de çok severdi müziği.”

“Allah rahmet eylesin. Yattığı yerde huzur bulsun.”

“Âmin.”

Rıfat Efendi İsa efendimiz değil Allah demişti, Levon Amca da hiç ses etmemişti. Nereden bilirdim ben bunun acısının sonradan benden çıkarılacağını?

Stajımın son maaşını önce dördümüzün çıktığı o akşam yemeğine, kalanının yarısını yine fakir fukaraya dağıtması için Rıfat Efendiye verdim. Bana kalan az miktarı da askerde lazım olur diyerek tutup Pazartesi’yi beklemeye koyuldum.