Savcının Odasında
“Hadi kalk, gidiyoruz” dedi Kâmil abi. Bana konuştuğunu sandım ve hemen ayaklandım. Bekleyen Salim’e bakıp “hepinize tek tek mi söyleyeceğiz? Hadi, sen de. Hadi” dedi. Polis Salim’e kelepçe takacaktı, “gereği yok” dedi Kâmil abi. Normalde avukatları pek sevmez polisler, hele ki emir hiç almazlar ya, kelepçeyi geri yerine taktı. Polis önde, Salim ortada, Kâmil abi ve ben arkada koridordan çıktık. Kapıda bir polis daha bize katıldı, beş kişi ekip arabasına binip yola koyulduk.
“Nereye gidiyoruz” diye sordu Salim. İçimden teşekkür ettim çünkü ben de bilmiyordum. “Gidince görürsün” dedi arabayı kullanan memur. Çok da sürmedi, Çapa’ya geldik. Sağlık raporunu çok da beklemeden aldık, sonra tekrar arabaya binip yola düştük fakat emniyete dönmüyorduk. Nereye gidiyorduk ki o zaman?
Milletten E-5’e bağlandık, Cevizlibağ’ı ve Merter’i geçtik. Adliyeye gidiyorduk. Ama elimizde ifade yoktu? Mahkemede mi ifade alacaklardı? Böyle miydi işleyiş?
Adliyeye geldik. Bir polisle Kâmil abi yanımızdan ayrıldı, Salim ve ben, bu defa yanımızda bir de polisle baş başa kaldık. Emniyette delikanlı takılan Salim burada korkmaya başlamıştı. Yüzünün rengi gitmiş, hafif bir titreme gelmişti. On beş dakika kadar sonra Kâmil abi göründü, uzaktan el edip bizi çağırdı. Yukarı yürüdük, koridorun başında bir odaya girdik.
Savcıya gelmiştik.
Savcılık sorgusu istisnai bir durumdur. Normalde polis yakalar, ifadeyi alır, mahkemeye çıkmadan usule uydurmak için bir avukat getirirdi. Şimdiyse her şey farklıydı. Avukatı olmadan ifade vermeyeceğini beyan ettiği için önce avukat gelmiş, o da polisin yapacağı sorguyu yapmıştı. Elimizde itiraf vardı evet, yazılı olmasa da müvekkilimizin bir ifadesi vardı. Savcılığa neden gelmiştik?
Ben merak içindeydim. Kâmil abi kapıyı çalıp girdi, ardından Salim. Ben dışarıda bekleyeceğimi sanırken beni de çağırdılar. Karakolun o küçük ve kasvetli odasından sonra burası cennet gibiydi. Duvarlar yine beyazdı ama eşyalar daha güzeldi, duvarda pencere vardı ve en önemlisi içeri hava giriyordu.
Savcının solundaki koltuğa Kâmil abi kuruldu, sağındakine Salim oturdu. Ben, masanın karşısındaki koltukta yerimi alıp hemen defterimi çıkardım fakat Kâmil abi bana bakıp gözlerini hafiften kapatıp başını inceden aşağı eğdi. “Yazmana gerek yok” der gibiydi. Defterimi kapatıp çantama koydum.
“Hadi, bir de burada anlat” dedi Kâmil abi. Salim’in korkusu hala sürüyordu, ses etmeden durdu. “Anlat!” diye bağırdı.
“Öğlen kalktım, yemek yedim. Sonra kardeşim geldi. ‘O piçin yanından mi geliyorsun’ dedim, ‘sana ne’ dedi. ‘Düzgün konuş’ dedim, konuşmadı. Ben de vurdum.”
İyi ezberlemişti diyeceği lafları.
“Kendin mi aldın yemeğini?”
Sodan savcıydı.
“Hayır. Annem verdi.”
“Sen kardeşini vurunca annen neredeydi?”
“Bilmiyorum. Komşuya filan gitmiştir.”
Hala aynı terane…
“Yemeğini yerken mi geldi kardeşin?”
“Yok. Bitince.”
“Ne yaptın yemekten sonra?”
“Hiç. Oturdum.”
“Sen hep öyle oturur musun?”
Beklemediği yerden gelmişti soru.
“Otururum bazen.”
“Sen yalan söylüyorsun” deyip önündeki kâğıda baktı, “Salim” diye ekledi savcı.
“Yalan söylemiyorum.”
“Annen oradaydı sen kardeşini öldürünce.”
“Değildi.”
“Sen kendini benden zeki mi sanıyorsun?” dedi savcı. Çok sakindi, öyle ki sakinliği korkutucuydu. Salim de daha da korkmuş olacak, cevap veremedi.
“Baban ne iş yapar?”
“Bekçi.”
“Nerede çalışıyor?”
“Gayrettepe’de büyük bir inşaat var, geceleri orada çalışır.”
“Silahı da var tabi?”
Silahın sahibini bulmuştuk.
“Babanın da başını yaktın, biliyorsun. Değil mi?”
“Babam bir şey yapmadı. Ben öldürdüm.”
“Sen yataktan kalkınca ilk iş babanın silahını mı alırsın?”
“Bugün öyle yaptım” dedi ama sesinde az önce bulunan güven yok olmuştu.
“Neden? Kardeşini öldüreceğini biliyordun da mı kalkar kalkmaz silahı aldın?”
Köşeye sıkışmaya başlamıştı.
“Kavga ettiğimizde gidip aldım.”
“Sen her kavga ettiğinde silah mı kullanırsın?”
“Hayır, bu ilk.”
“Evet, bu ilk. Bak, sabıka kaydın önümde. Tertemiz. Silahı bırak, bıçağı bırak, kavga bile etmemişsin.”
Omuz silkti, başını hafiften aşağı yukarı salladı ama bir şey demedi.
“Senin yaşın kaç?”
“On yedi.”
“Sen çocuksun, suçu sen üstlen dediler, sen de tamam dedin. Cinayet ama bu oğlum, çocuksun diye yırtamazsın bundan. Temiz on beş yıl yatarı var. Kimse demedi mi bunu sana? Tabi, ne bilsinler. Öğreniyorlar yalan yanlış bir şeyler, sonra sizin başınızı yakıyorlar. Kim öldürdü?”
Savcı hala sakindi. İyi polis kötü polis oynuyor gibiydiler. Kâmil abi, kötü polis hala sessiz kendi sırasını bekliyordu. Salim, on beş yılı duyunca daha da korkmuş görünse de rolünü sürdürdü.
“Kimse öldürmedi. Ben öldürdüm.”
“Bak Salim, önümde polisin yazdığı tutanak var. Evde ikiniz varmışsınız sadece, annen hala dışarıdaymış.”
“Doğru.”
“Polisiyse komşular aramış.”
“Bilmiyorum.”
“Mahalleli de kapıya doluşmuş.”
“Bilmiyorum.”
“Ulan bütün mahalle kapıda ama ne anan var ortada ne baban. Normal mi bu?”
Savcının sesi sertleşmeye başlamıştı. Bir rahatlık hissettim. O kadar sakinlik ürküntü vericiydi.
“Bilmiyorum…”
Bu defa yine yalvarır gibi konuşmuştu.
“Son defa soruyorum, kim öldürdü?”
“Ben öldürdüm.”
“Kim öldürmeni söyledi?”
“Kimse söylemedi. Ben kendim öldürdüm.”
“Sen bilirsin. Kâmil, müvekkilin senindir.”
Kâmil abi bu anı bekliyor gibiydi. Yerinden kalkıp Salim’e doğru eğildi. Yine nefesleri birbirine karışıyordu.
“Annen öldürdü, değil mi? Cevap ver! Annen öldürdü. Sen silah sesine uyandın, sonra silahı sildi. ‘Polise ben öldürdüm diyeceksin’ dedi, eline verdi. Değil mi?”
“Hayır, ben öldürdüm.”
“Bana yalan söyleme!” diye bağırdı Kâmil abi. “Parmak izini bulmak öyle günler sürmez. Hele şimdi daha da kolay. Silah babanın. Haliyle silaha senden başkasının da parmak izi olması lazım. Polisler şimdi bakıyorlar, çok sürmez rapor gelir. Silahta senden başkasının parmak izi olmayınca ne olacak? Ha? Sana soruyorum, ne olacak? Ben söyleyeyim ne olacak. Silahın temizlediği anlaşılacak. Birinin sana, parmak izlerinin temizlediği silahı verdiği anlaşılacak.”
“Ben öldürdüm” dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Direnci kırılmıştı. Gözünden yaş akıyordu o ağlamadan.
“Polis babanı buldu. Abin de işte, onu da buldular. Abin yapmadı bunu, hayır. Baban mı yoksa annen mi? Hangisi öldürdü?”
“Ben öldürdüm.”
Bezmiştim ama Kâmil abi bezmemişti hala.
“Neden öldürdüler kızı? Sen mi anlatırsın yoksa ben mi anlatayım?”
Bilen, bildiğini de bilen birinin sesiydi bu. O güveni sadece Salim değil kundaktaki bebek bile tanırdı.
“Sen anlatmıyor musun? Tamam, ben anlatayım o zaman. Kardeşini evlendirip attılar evden ama iki seneye kalmadı, geri geldi kız. Kocası, kaynanası, kaynatası zulüm etse bir de baban döver de geri yollardı kızı. Başka neden geri atarlar? Çocuğu olmadığı için, değil mi Salim?”
Cevap vermedi. Artık gözündeki yaşlara ağlaması da karışmıştı.
“Kardeşin kocasına çocuk veremeyince baba evine geri yolladılar. Zaten nikah mikah yok, kebap iş. Sonra abin skmeye başladı kardeşini. Sabah, akşam, ne zaman fırsat bulursa, ne zaman canı çekerse. Çocuğu olmuyor, konuşsa sözünün değeri yok. Elinde köle. Ama meğer çocuk yapamayan kocasıymış, kardeşin doğurabiliyormuş. Değil mi? Bir de baktınız ki karnı şişiyor kızın. Doktora götürselerdi çocuğu aldırmak için, doktor bu ne iştir diye soracaktı. Kızın karnında bebek, kocası yok. Ne yapacaktılar? Çekip vuracaktılar. Sonra da çekti vurdular. Hem de annen vurdu, annen. Bir kadın, bir kadını öldürdü. Değil mi lan?!”
Kendini zorlukla tutan Salim, en sonunda boşaltıp hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben, dinlediğim hikâyenin şokuyla olduğum yerde kalmıştım, savcıysa iki gözünü Salim’e dikmiş izliyordu. Bu nasıl bir şeydi böyle?
Kâmil abi iki eliyle Salim’i iki kolundan tutup sarstı. “Seviyordun kardeşini, değil mi?” diye sordu. Salim iyice bıraktı kendini. Bağıra bağıra ağlıyordu. Kâmil abi savcıdan izin isteyip bir sigara yaktı pencerenin dibinde. Hayatımın ilk sigarasını orada, ona eşlik ederken yaktım ben de, yanmış bir hayatın anısına son bir saygı duruşunda bulunmak üzere. Anadolu irfanını okumuş ve dinlemiştim ama birinci elden şahidi olmak çok farklıydı. Emniyetteki sorgu odasında dahi midem bu kadar bulanmamıştı. Şimdi kusmak, kulağımdan ses olarak girip bedenimde irine dönüşen pisliği boşaltıp vücudumdan atmak istiyordum.
Sigarası bitince hala sessizce oturan savcıya baktı, onun başını olur anlamında sallamasından sonra “şimdi kendin anlatacak mısın yoksa ben mi anlatayım?” diye sordu. Salim usulca başını sallayınca beni de alıp odadan çıktı. İşimiz şimdilik bitmişti, Salim ifadesini savcıya verecekti. Kâmil abinin de orada müdafi avukatı olarak bulunması gerekmez miydi?
“Yok. Demir yazar, ben de imzamı atarım.”
“Tanıyor musun savcıyı?”
“Sıçtırma sorularına. İşimiz gücümüz bitince sorarsın ne soracaksan.”
Sinirliydi, üstüne gitmeye gerek yoktu. Sorularıma sıçmak yerine cevap vermesi daha iyi olacaktı.
Beraberce aşağı, bahçeye inip beklemeye devam ettik. İkinci sigaranın götüyle üçüncü sigarasını yakarken bir tane daha istedim, ters ters yüzüme baktı.
“Sen sigara içiyor muydun?”
“Yok. Az önce başladım.”
“Sktirme sigaranı o zaman. İyi bir şey olsa ben yemem bu boku.”
“Çok midem bulandı Kâmil abi. O nasıl şeydi öyle? Hem sen nasıl anladın?”
“Sıçtırma sorularına demedim mi ben?”
“Dedin. Pardon.”
“Pardon evde kaldı. Laf dedim mi dinle. Hem daha ilk davanda böyle miden bulanıyorsa senden avukat mavukat olmaz. Bu daha ne ki? Kızından çocuğu olanlar mı ararsın, üç kuruş için kardeşini öldüren mi? Hele bir sefer eşinden intikam almak için çocuğunu öldüren bir piç vardı ki sen olsan kendini öldürürdün herhalde.”
“Sen ne yaptın?”
“Herifi dövdüm, meslekten attılar.”
“Hala çalışıyorsun ama?”
“Diplomamı yaktılar demedim, meslekten attılar dedim. Savcıydım ben.”
Bunu bilmiyordum işte. İki soruma cevap vermişti ama yine kızabilirdi diye daha da soru sormadım. O sigarasını tüttürürken ben de defterimi çıkarıp aklımda kalanları yazmaya koyuldum.
Yarım saat kadar sonra telefonu çaldı, kısa bir konuşmadan sonra yukarı çıktık. Bu defa beni odaya almadı ve kapıda bekledim. On – on beş dakika daha geçti, yanında Salim’le beraber çıktı. Ekip arabasıyla emniyete döndük, biz de oradan ayrıldık. “Yarın gel, istediğini sor anlatayım. Ama bugün bırak beni” dedi, tamam dedim.
Eve dönesim yoktu. Anahit’i aradım, arkadaşlarıylaydı. İyi eğlenceler dileyip Serdar’ı aradım, o da kim olduklarını çok merak ettiğim ama soramadığım arkadaşlarıyla halı sahaya gidecekti. Ben de Rıfat Efendiye gittim. Onun da misafirleri olduğunu görünce önceki sabah söylediği geldi aklıma: Anahit ben işteyken gelmiş, Rıfat Efendiyi ziyaret edip gitmişti. Levon amcayı aradım, dükkânda olduğunu söyledi.
“Alıp geleyim mi üçer lahmacun?”
“Anahit de yanında mı?”
“Yok. Arkadaşlarıylaymış.”
“Eh, atla gel o zaman. Benimki dört tane olsun.”
İlk defa Anahit yanımızda olmadan görüştük. Gelgit aklının gelmiş zamanına mı yoksa gitmiş zamanına mı denk gelmiştim bilmem, iki saat şundan bundan gayet eğlenerek konuştuk. Anahit akşam gelip ikimizi kakara kikiri görünce öylesine sevindi ki onca sene onu öyle mutlu görmemiştim. Levon amca, kızı gelince yine huysuz baba rolünü oynamaya çalıştı ama artık yemezdim. Salim gibi o da ölümcül bir hata yapmıştı bir kere.
Anahit’le de biraz oturduk, sonra dükkânı hep beraber biraz erken kapattık ve eve döndüm. Yıkandım, kurulandım, notlarımı gözden geçirdim ve sabahı beklemeye başladım.
Ertesi sabah, beş yıla ulaşmış eğitim hayatımın en öğretici sabahlarından biri, belki de birincisi olacaktı.