İlk Sorgu
Adli tatil, ismine baktığınız zaman çok güzel bir şey gibi görünebilir – en azından biz hukukçular için. Mahkemeler çalışmıyor, savcılar yıllık izne çıkıyor, avukatlar biraz nefes alıyor sanabilirsiniz. Gerçekse bunun aksidir. Adli yıl boyunca süren koşuşturma, tatil döneminde azalacağı yerde artar. O derece ki senenin dörtte üçünde işlenen suç kadarı sanki o dörtte birlik kısımda işlenir. Bu yetmez gibi dosyalar tasniflenir, dosyalardaki eksikler giderilir, kanıtlar aranır, şahitler aranır, emsal dosyalara daha çok bakılır, dilekçeler yazılır, daha fazla dilekçeler yazılır, nöbetçi hakimliklerin önünde kuyruk olunur, evrakta saatler geçirilir, daha ve daha fazla dilekçe yazılır…
Ben bunları henüz bilmiyordum. Evet, sistemin tamamen durmadığını biliyordum ama en azından büroda işlerin daha da artacağı aklıma bile gelmemişti. İki koca hafta boyunca sadece hafta içi değil hafta sonları da çalıştık. Tamam, karşılığını da aldık ama o hengamenin getirdiği yorgunluğu düşününce daha az para kazanmayı tercih ederdim.
İkinci hafta bitince işler tabi ki bitmedi. O Ağustos sıcağında bunaldığımız Salı gününün akşamında dükkânda üç kişiydik ve barodan bilgilendirme geldi. Nezaretteki bir cinayet zanlısına bizim bürodan Kâmil Abi atanmıştı. Okkalı bir küfür eden Kâmil Abi sağına bakıp pencereyi, soluna bakıp zaten hazır olan beni gördü ve pencereyi yanına alamayacağından olsa gerek bana “hadi gel, gidiyoruz” dedi. Her zaman dava seçme şansımız yoktu, emir de demiri keserdi. “Deneyim deneyimdir” diye düşünüp ikiletmeden “olur” dedim. Olmaz deme şansım da yoktu zaten.
Kendine Bey denilmesinden nefret eden Kâmil abi, Hasan beyden sonra ofisteki en kıdemli kişiydi. Patronumuz Hasan beyin deyişiyle divan-ı Hak’ta Şeytan’ın avukatlığını yapsa onu dahi cennete sokacak biriydi. Geçen beş ayda öğrendiklerimin belki yarısının kaynağı kendisiydi. Bir hukukçunun en sağlam psikologdan çok insan psikolojisinden anlaması gerektiğini, en iyi yazardan daha geniş hayal gücüne sahip olması gerektiğini, en benim diyen felsefeciden iyi felsefe yapması gerektiğini öylesine örneklerle anlatıp göstermişti ki felsefe çift anadalıyla psikoloji okumak, bu arada da edebiyat klasiklerini sabah akşam okumak istiyordum.
Ceketini aldı, kenarda hazır duran kravatını da cebine koydu ve hemen otobüse atlayıp Vatan’a gittik. Yolda bana neler yapmam gerektiğini anlattı: Gördüğüm ve duyduğum her şeyi yazacaktım. Akla güven olmazdı, kağıtsa unutmadı. Bir de o ne yaparsa yapsın karışmayacaktım. Tamamdı.
Eskilerden bir abim anlatmıştı. Vakti zamanında Gayrettepe’de, o ünlü koridorun girişinde “burada Allah yok, peygamber tatile çıktı” yazarmış. Doğru mudur bilmem, doğru olduğunu da pek sanmam ya, emniyete girer girmez aklıma gelen bu oldu: Bu koca binada Allah yoktu, peygamberse tatildeydi. Medet varsa, medet olacaksa bizden ve ancak bizden olurdu.
Kâmil abi sağla solla konuştu, sonunda doğru birine denk geldi ve bizi bir kapının önüne getirip bıraktılar. “Belki ne olup bittiğini anlatacaklardır” diye düşünüyordum ama gelen giden yoktu, kimsenin umurunda da değildik. Bir beş dakika bekledikten sonra Kâmil abi bir polisi çevirip durumumuzu belirtti, memursa sanki ona küfür etmişiz gibi yüzümüze bir tiksintiyle bakıp “bekleyin mına koyim, işiniz ne” dedi. “Ne oluyoruz” diye düşündüm ama Kâmil abi alışıktı, ses etmedi. On dakika daha bekledik ve kapının biri açıldı, “barodan gelen kim” diye sordu birisi. Kâmil abi el etti, ben de ardından. “Biriniz yetmiyor musunuz” diye soran polise “benim kafam yetmez diye yedekte birini getirdim” diye cevap verdi.
Memurun komikliklere vakti yoktu herhalde, yüzünde bir kas bile kımıldamadı. “Avukat istiyormuş, başkaca da bir şey konuşmazmış” dedi. Kapıyı araladı, “hadi sktirin gidin” der gibi bir hareket yapıp uzaklaştı. Kâmil abi önde ben arkada; tümü bir masayla dört sandalyeden mürekkep eşyanın bulunduğu, penceresi ve havalandırması olmayan, sözde karanlığı aydınlatmak için bulunan floresanın aksine karanlığı daha da boğucu hale getirdiği odaya girdik.
İçeride 17-18 yaşlarında, tek başına bir genç, daha doğrusu bir çocuk vardı. Masanın diğer tarafında, duvara sırtını vermiş şekilde iki büklüm oturuyor; rahatsızlığı oturmaya hacet bırakmadan, sadece bakarak da anlaşılan sandalyesinde ileri geri sallanıyordu. Bizim gelişimizden habersiz gibiydi. Kâmil abi sandalyenin birini çekip masanın kısa kenarına dayanarak yanına oturdu, o ise sallanmaya hala devam ediyordu. Ben de bir sandalyeyi çekip masanın diğer ucuna, Kâmil abinin karşısına geçtim ve defterimi çıkardım. Kâmil abi gözüyle defteri gösterdi, anladım: Yazmaya başla diyordu. Ben de ilk izlenimlerimi not etmeye başladım.
Ben yazarken Kâmil abi sessizce bekledi. Odanın yeşilimsi beyaz duvarları daha şimdiden üstüme üstüme geliyordu, “işimiz çabuk bitse de şuradan çıksak” diye düşünüyordum. Bu arada müvekkilimizin sallanması durmuştu ama hala kafasını kaldırıp bakmamıştı. Beklemekten sıkılmış olsa gerek, masaya avucunun içiyle iki kere sertçe vurdu Kâmil abi. O küçücük odada yüzüğünün sesi sanki bomba gibi patlamıştı.
“E aslanım, böyle bekleyecek miyiz?”
Başlamıştık. Gözlerimi dört, kulaklarımı sekiz açmıştım. Onu, büroca gittiğimiz iki yemekten ayrı ilk defa ofisin dışında, hem de iş başında görecektim. Bundan ala deneyim olmazdı.
Çocuk, Kâmil abiye başını kaldırmadan gözünün ucuyla baktı. Ağzından çıkanlar kadar çıkmayanların da önemli olduğunu o güne dek okuduğum dosyalardan biliyordum, ilk sözü de en büyük ipucu olacaktı. Hiçbir mimiğini kaçırmamak için Kâmil abiye ayırdığım gözümü de onun üstüne diktim. Aynı şekilde Kâmil abi de onu izlemeye devam ediyordu. Üstündeki dört gözün baskısından ezilmiş çocuk öylece duruyordu. Yine sıkılmış olsa gerek ki Kâmil abi bu defa elini çocuğun omzuna attı ve o ana dek başını kaldırmayan çocuk bir tilki çevikliğiyle yana kayıp elini boşa düşürdü.
Fakat yine bir şey demedi.
“Anladım. Sen bir bok yedin, şimdi ondan pişmansın. Erkekliğine bok sürdürmemek için itiraf edemiyorsun ama için içini yiyor. Bak Savcı!” dedi bana seslenip. “Bunlar bazen böyledir. Tenhada adam olurlar, taşraya çıkınca kuzu kesilirler”.
Çocuk birden başını kaldırıp bana baktı. Gözlerinde merak vardı. “Sen Savcı mısın” diye sordu, benim cevap vermeme kalmadan Kâmil abi girdi araya.
“Savcı ya, beğenemedin mi?”
Gözleri hala bende cevap verdi çocuk.
“Ben avukat istemiştim.”
Kâmil abi güldü.
“Ne güzel işte. Avukat ayağına geldi. E, karşısında susmak için mi istedin avukatı?”
Kafası karışmış şekilde bir Kâmil abiye bir de bana baktı. Hazırlıklıydım buna, adımı öğrenen herkes bunu unvanım sanıyordu zaten. Kâmil abi devam etmeyince, çocuk da sorusuna cevap almak için diretircesine bekleyince ben konuştum.
“Adım Savcı, peder beyim merhum bu ismi koymuş bana. Avukatım. Barodan gönderdiler geldim.”
Başını Kâmil abiye döndürdü bu sefer.
“Bu kim o zaman?”
Konuştuğu kimseye bakmamak gibi bir huyu vardı herhalde, ya da bizi oyuna düşürmeye çalışıyordu. Kâmil abi başını hafiften oynatınca cevap vermem gerektiğini anladım.
“O esas avukat. Ben staj yapıyorum hala.”
Pek inanmış görünmedi, bundan olsa gerek tekrar sessizliğe gömüldü. Kâmil abi profilini çıkarmıştı. Şimdi gerçekten başlıyorduk. Güçlü ve buyurgan bir sesle konuştu.
“Ben Kâmil, Kâmil Kızık. Kazık değil ha, Kızık. Kazık dersen bozuşuruz. Bu da Savcı, Savcı Hakkatapan. Artık Hakka mı tapar başkasına mı, o kadarını bilmem. Sen kimsin, neden buradasın, anlat da bilelim.”
O bunları söylerken ben yazmaya devam ediyordum. Kafamı kaldırdığımda çocuk sandalyesinde dikleşti, göğsünü sanki meydan okur gibi genişletip açtı, yerdeki başını ağır ağır doğrultup bu defa önce bana, sonra Kâmil abiye bakıp konuştu.
“Ben de Salim.”
Başını hafiften geriye atmış, aklınca kabadayı rolüne bürünmeye çalışmıştı. Rol yaptığını bu kadar belli ettiğini bilseydi başka türlü davranır mıydı merak ediyordum. Kâmil abinin aklından geçeni biliyordum fakat renk vermeden konuşmasına devam etti.
“Memnun oldum Salim Bey. Neden buradasın, onu da diyecek misin yoksa yarım saat polislerin peşinde koşup kendim mi öğreneyim?”
Yine delikanlı ayağına yatıp efelenircesine sandalyesine yerleşti ve cevap verdi.
“Benim bugün kardeşim öldürüldü.”
Kelimesi kelimesine deftere yazdım.
“Başın sağ olsun. Kaç yaşındaydı?” diye sordu Kâmil abi.
“Ayla. On altı yaşında.”
“Duydun mu Savcı, daha reşit bile değilmiş.”
Sesindeki tiksintiyi anlamamak imkansızdı. Belki de bunu göstermek için konuşmuştu.
“Duydum Kâmil bey.”
“Sen mi öldürdün?”
Böyle doğrudan sorabiliyor muyduk?
“Evet, ben öldürdüm.”
Bir an bile teklemeden söylemişti. İtiraf almıştık, işimizin ilk kısmı burada bitmişti. Artık hafifletici sebepler arayacağız, cezada indirim peşinde koşacağız diye düşünürken Kâmil abi aksini konuştu.
“Hayır Salim, sen öldürmedin. Sen öldürmüş olsan polise itiraf eder, beni de uğraştırmazdın.”
“Ben öldürdüm” dedi bağırmaya çalışan fakat boğuk bir sesle. Kâmil abiyse kül yutmazdı.
Yine bir sessizlik oldu. Kapalı bir kutuyu açması lazımdı Kâmil abinin. Fazla zorlarsa kırılırdı, az zorlarsa etki etmezdi. Yirmi senenin deneyimiyle ne yapması gerektiğini bilirdi elbet, ben öyle sanıyordum en azından.
Biraz daha bekledikten sonra yine buyurgan şekilde konuştu Kâmil abi.
“Tamam, sen öldürdün. Neden yaptın peki?”
“Hak etmişti. Ben de hakkını verdim.”
“Sen herkesin hakkını verir misin?”
“O da ne demek” der gibi baktık ama yüzünden ne demek istediği anlaşılıyor değildi, kendisi de anlatmaya meyyal görünmüyordu. Onun yerine başka bir şey sordu.
“Nasıl öldürdün?”
“Çektim vurdum.”
“Silahı nereden buldun?”
“Buldum işte.”
“Bana da bulsana? Avukat deyip geçme, bizim de başımızdan bela eksik olmaz. Lazım filan olur bir gün.”
“Kendin ara bul. Çok zor sanki.”
Karşılıklı birbirlerine laf sokuyorlardı. Hadi Salim neyse, Kâmil abi neden böyle yapıyordu anlam veremiyordum. Çıkınca ilk iş bunu soracaktım, sayfanın en başına not düştüm unutmamak için.
“Tamam. Silah buldun, kardeşini öldürdün. Nerede öldürdün?”
“Evde.”
“Yok muydu kimse?”
“Yoktu.”
“Ne yapmıştı da hak etmişti?”
“Etmişti işte.”
“Sen neden evdeydin? Yok mu senin işin gücün?”
“Yok.”
“Neden? Okulun filan da mı yok?”
“Yok.”
Çetin cevizdi bizim Salim. Kâmil abi konuyu değiştirdi bir daha.
“Annen neredeydi?”
“Bilmem. Komşuya filan gitmiştir.”
Herhalde. Bilmiyor muydu, söylemiyor muydu? Kâmil abi ikincisi olduğuna karar vermişti.
“Biliyorsun, çok iyi biliyorsun hem de. Annen mi söyledi öldür diye?”
“Kimse bir şey söylemedi.”
“O zaman baban.”
“Kimse bir şey söylemedi!” diye bağırdı Salim. Ben zorlu bir hikâye umarken yine dümdüz, saçma sapan, yetmezmiş gibi manasızlığını anlamak için zekaya dahi ihtiyaç duyulmayan bir şey bulmuştum karşımda. Sonunda saçma bir namus davası çıkacaktı, belliydi. Yoksa ne diye on altı yaşında kızı öldürürdü ki birisi? Fakat kimi koruyordu? Geri zekalı, kim bilir kimi korumak için kendini yakıyordu. Kâmil abi de aynı fikirdeydi sanıyordum ama onun aklındaki farklıydı.
“Var mı başka kardeşin?”
“Var.”
Kâmil abi bekledi, Salim sustu. “Kız, erkek? Kaç tane? Her şeyi tek tek mi soralım”?
“Bir abim var.”
Buradan devam edecek sanırken konuyu değiştirdi Kâmil abi.
“Seni okutmadılar değil mi? Liseden mi terksin ortadan mı?”
“Orta sonda bıraktım.”
“Sen mi bıraktın yoksa anan baban mı aldı okuldan?”
“Onlar bıraktırdı.”
“İşin yok gücün yok, neden aldılar? Ne yaptın ne yapıyorsun şimdi?”
“Ne alakası var?”
“Sen cevap ver, ben söylerim ne alakası var.”
“Bir ustanın yanına verdiler çırak diye. Yapamadım, bıraktım.”
“Sonra da haytalığa başladın, öyle mi?”
Cevap vermedi. Evetin Salimcesiydi bu. Derken konu yine değişti.
“Ablanın kocası nerede?”
On altı yaşında kızın kocası mı olurdu? Hadi Anadolu’da olsak neyse de İstanbul’da, bu devirde?
“Kocası yok.”
Biliyordum zaten.
“Kocası yok ama sevgilisi var. Değil mi? Tabi ki öyle. Senin sevgilin var mı?”
“Sana ne?”
Atik davranmıştı Salim.
“Var demeye neden korktun aslanım? Çekinme, yemeyiz. Var, değil mi?”
“Var.”
“Allah daha da çok versin. Nasıl, veriyor mu sana? Sikiyor musun kızı?”
Salim sandalyesini itip kalkıyordu ki Kâmil abi ondan hızlı davranıp omzundan bastırdı ve yerine oturttu, o hızla yerde sürünen sandalyenin sesi yankılandı odada. Bir yandan işaret parmağını Salim’in burnunun ucunda sallarken bir yandan da bana doğru dönüp güldü ve “bak, iyi bak bunlara, iyi” dedi.
“İyi bak bunlara. Kendisi elin kızını sikerken iyi ama ablası birisiyle yatınca orospu olur. Dimi lan, ha? Dimi?”
“Lan” derken “sus!” diye bağırdı Kâmil abi. Kızmıştı gerçekten. Onunla aynı şeyi düşündüğüm için seviniyor, böylesine saçma bir nedenle gencecik bir kızın öldürülmesinden duyduğum tiksintinin doğurduğu kusma hissini bastırmaya çalışıyordum. Kâmil abininse derisi kalındı, alışkındı böyle hikayelere. Daha da sertleşip devam etti.
“Nasıl, kahvede de anlatıyor musun kızı nasıl siktiğini? Alkışlıyorlar mı seni? Ya kızın babası akıllı çıkar da sen gibi kızını değil de seni öldürürse, ha? Sen bu kadar geri zekalı mısın oğlum? Hiç mi beynin yok senin, ha? Yüzüme bak!” deyip eliyle çenesinden tutup başını kaldırdı. Salim’in gözünde bir damla yaş vardı, bir cümle daha etse düşmeye hazır bekliyordu. Kâmil abiyse hiç oralı değil gibiydi. “Anlat lan hadi, nasıl öldürdün? Anlat!” diye sordu.
Salim’in sıkılı dişleri yumuşadı, ağzını aralayıp konuşmaya başladı.
“Öğlen kalktım. Kardeşim evde yoktu. Annemle yemek yedik, sonra kardeşim geldi. Neredeydin dedim, sana ne dedi. Yine o iti mi gördün dedim, yine sana ne dedi. Öldürürüm kızım seni dedim, sende o göt var mı dedi. Ben de emaneti çekip vurdum.”
Az önce ağlamak üzere olan çocuk birden yine buz gibi konuşuyordu. İçimden kalkıp bir yumruk atmak, kendi deyişiyle hakkını vermek geçiyordu ama yapamazdım, biliyordum.
“Kahvaltıya her zaman silahla mı oturursun?”
“Nasıl?”
Tongaya mı düşmüştü?
“Nasıl tabi ya. Kahvaltı ettin, kardeşin geldi, sen de çekip vurdun. Annen neredeydi?”
“Ne bileyim. Dışarı çıkmıştı.”
“Önüne yemeği koyup çıktı annen, nereye gittiğini bile söylemedi. Sen yerken kardeşin geldi, sen de silahı çıkarıp vurdun. Öyle mi?”
“Kahvaltı bitince geldi. Annem de işte… Ne bileyim, çıkmış. Hatırlamıyorum.”
Salim’in ağzının içine girdi. Nefesleri birbirine karışıyordu. Gözünün içine gözlerini dikip yılan gibi tıslayarak sordu.
“Sen beni mi sikiyorsun? Bana bak bana. Yirmi senedir bu işi yapıyorum ben. Neleri gördüm, kimleri gördüm. Duysan aklın şaşar. Şimdi sen üç kuruşluk hikâye yazıp buna inanmamı mı bekliyorsun? Kimi koruyorsun oğlum sen? Bana bak dedim! Bir daha soruyorum: Sana kim vurmanı söyledi?”
“Kimse söylemedi, ben kendim karar verdim.”
“Annen söyledi demek. Anladım. Neden?”
“Annem bir şey söylemedi. Kendim vurdum.”
Demek annesiydi azmettiren. Babası olsa, abisi olsa daha çok anlardım ama annesi…
“Silahı nereden buldun?”
“Buldum işte.”
“Ulan geri zekalı, balistikte ne bok olduğu ortaya çıkar zaten. Ben burada seni korumaya çalışıyorum. Babanın silahı, değil mi?”
“Hayır. Benim. Ben buldum.”
“Babanın silahı, tamam. Hangisi dedi vur diye? Baban mı yoksa annen mi?”
“Kimse demedi. Ben kendim vurdum.”
Kâmil abi bana döndü.
“Yaz: Azmettiren abisi. Annesi…” derken Salim araya girdi. Bu defa karşı çıkar değil yalvarır gibi çıkıyordu sesi.
“Ben vurdum. Kimse söylemedi, ben yaptım.”
Kâmil abi amacına ulaşmıştı ki derin bir nefes alıp verdi. Annesinin azmettirdiği belliydi artık. Kaç aydır tanıdığım adam odaya girdiğimizde bambaşka biri olmuştu, nefesini verdikten sonra yine tanıdığım Kâmil abiye döndü.
“Bak Salim, biraz konuşayım da sen de beni dinle. Polis bize bir kelime bir şey söylemedi. Cesedin yanından seni almışlar, getirmişler. Sen de avukat istemişsin, onlara bir kelime etmemişsin. Sen vurmuş olsan avukat istemez, paşa paşa itirafını eder ve şimdi bu odada değil hastanede raporunu alıyor, hatta belki nöbetçi hâkimin karşısında tutuklama kararını bekliyor olurdun. Bu işte bir iş var, burası açık.
“Kim öldürdü kızı? Hiç ben deme, senin öldürmediğin belli. Hadi seni kırmayalım, sen öldürdün diyelim. Seni azmettiren birinin olduğu muhakkak. Sen tüm suçu üstüne alsan bile soruşturma yapılacak ve azmettiren de illa ki ortaya çıkacak. Başkasının suçunu da yüklenmeye çalışıyorsun ama bunu kimse yemez. Asıl katil, hadi olmadı seni azmettiren de cezasını çekecek. Sen aklın sıra koruyorsun ama ikiniz birden yatacaksınız okkanın altına. Sen en iyisi şunu doğru düzgün anlat da daha fazla masumun canı yanmasın.”
Durdu. Salim’in aklından geçenleri tahmin etmek imkansızdı. Az önce kendisine bağırıp çağıran adamın yumuşaması pek bir etki etmişe benzemiyordu henüz. Kâmil abi mecburen daha fazlasını döktü.
“Ablan ne zaman evlendi?”
“İki sene önce.”
On dört yaşında. Vay anasını avradını arkadaş…
“İyi bile dayanmışlar. Sonra neden döndü? Dövüyor muydu kocası?”
“Ne bileyim ben.”
“Sen bilmeyeceksin de ben mi bileceğim? Ama yok, dövse baban almazdı geri, kovardı evden. Dur bakalım… Çocuğu olmadı, kocası da geri size sepetledi. Değil mi?”
Yine sessizlik. Kâmil abiye hayran olmaya başlamıştım.
“Boşandı mı bari?”
“İmam nikahı yapmıştılar.”
İçimden ana avrat küfür ettim. Kâmil abi renk vermedi.
“Ne zaman döndü kardeşin eve?”
“Bu kış. Altı yedi ay önce.”
On dört yaşında elin evine yollasınlar, on beş on altı yaşında geri dön… Kızın ölümüne sevinmeye başlamıştım.
“O zaman…” dedi, birden yüzü değişti Kâmil abinin. Sandalyesinden kalkıp bir hışımla geri itti, Salim’in üstüne yürüyüp yakasından tutup havaya kaldırdı ve duvara dayadı. Çocuğun ayakları yerden kesilmişti, korkuyla Kâmil abiye bakıyordu. “Aman abi” deyip yanaştım, boşta kalan eliyle beni itip fırtına gibi gürleyen bir fısıltıyla sordu:
Hanginiz? Hanginiz ulan?!
Korkuyla titreyen Salim yalvaran gözlerle bana bakıyordu. Karışmamam lazımdı ama işler çığırından çıkıyordu. Yine “Kâmil abi” dedim ama beni duymuyordu. Gözleri Salim’in gözlerine sabitlenmiş öylece duruyordu. Çocuğu kendisine doğru çekip duvara doğru savurup vurdu ve bir daha sordu: Hanginiz?
Çocuk cevap veremeden ağlamaya başladı. Kâmil abi “siz kalın burada” deyip odadan bir hışımla çıktı. Sigaraya mı gitmişti? Arada sırada, en çok da sinirli olduğu zaman yakardı uç uca. Eğer öyleyse en az on beş yirmi dakika gelmezdi.
Salim’le baş başa kalmıştık. Güç bela sandalyesini altına çekip oturdu. Ağlamaya devam ediyordu. Bir şey söylemeli miyim diye düşündüm, beklemeye karar verdim. Kâmil abi bir şey yakalamıştı. Peki, neydi bu?
Notlarıma bakıp bildiklerimi düzene sokmaya çalıştım. Öğlen kalkmıştı, annesi kahvaltısını hazırlayıp karnını doyurmuştu. Sonra kardeşi dışarıdan gelmişti ve kavga etmişlerdi, o da kardeşini vurmuştu. İyi ama cinayet akşam üstü işlenmişti? Öğlen derken bunu mu kastediyordu? Öyle bile olsa annesi nereye gitmişti? Öyle ya, evden çıkarken usulen de olsa nereye gittiğini söylerdi insan. Hem silah… Tamam, sokak aralarında silah bulmak zor değildi belki ama on yedi, hadi olsun on sekiz yaşında çocuk da mı buluyordu bunu? Uyuşturucu olsa anlardım, peki silah?
Ben bunları düşünürken o sessizce oturuyor, yine sandalyesinde ileri geri sallanıyordu. “Bir şeyler söylemem lazım” diye düşündüm ki kapı açıldı ve Kâmil abi, yanında bir memurla gelip Salim’in önüne bir kâğıt fırlattı. “Memur Bey de şahidim, at şuna imzanı” dedi. Muvafakatname belgesiydi bu. Çocuk polise baktı, onun da “at hadi, uğraştırma” demesinden sonra imzaladı.
İkinci aşama başlıyordu.