You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Cennetteki Savaş

Haftalar iş, Rıfat Efendi ve Anahit üçgeninde aktı gitti; yaz, olanca güzelliğiyle yine gelip geçmeye başladı. Tevellüdünden bihaber eskiler, geçip giden zamanı kışları veya baharları sayarak ölçerken yazı hiç kullanmamışlardı. Sebebi ne olaydı ki? Rıfat Efendilik bir soru daha bulmuştum, heyecanla defteri kapıp Anahit’i beklemeye koyuldum. Babasıyla aramızı düzeltmiş, iddiaya bile girmiştik: Seneye Cimbom şampiyon olursa ben ona forma alacak ve o formayla Mecidiyeköy’de gezecektim, Fener şampiyon olursa da o bana forma alacak ve caddede tur atacaktı. Biri vermelik biri giymelik iki forma mı olsa diye düşünsek de vazgeçtik. Boşa para harcamaya gerek yoktu.

Anahit öğleyi bayağı geçe geldi. Arkadaşı Kazım’a denk gelmiş, biraz oturup etmişler. “Benim şimdi kıskanıp ne işin var elin herifiyle demem lazım dimi” dedim, “sene olmuş iki bin küsür, mağara devrine dönmeye ne gerek var” dedi. Mantıklı gelince uzatmadım, henüz yalnızca iki defa kullanılmış Rıfat Efendi defterini koltuğumun altına aldım, onun sırtındaki kemanı kenara bırakıp kolundan tutup aşağı indim.

“Ben unuturum sen unutmazsın. Eskiler neden yılları bahar olarak saymış, kış olarak saymış da yaz olarak saymamış? Hadi ben diyeceğimi dedim. Şimdi siz istediğinizi konuşun, sen de arada düşün” dedim girer girmez. Anahit meğer yukarı çıkmadan uğramış, onlar muhabbetlerini etmişler bile. “Kızımın yıkayıp koyduğu bardağının suyu kurumadı daha” diye de ayarı verdi, bu arada da kazandığı sürede düşünüp cevabını buldu:

“Âdem babamızla Havva anamız cennet bahçesinden kovulduğunda aylardan Nisan’dı. O sene kış bayağı sert ve uzun sürmüştü, sorsan Nisan geldi mi çiçekler açar ama o sene nice kraliçe arı yazı beklerken balı bitti diye öldü gitti… Bahardan sayanlar, Âdem babamızın dünyaya gelişinden sayarlar. Vakit geçti ömür bitti, Âdem babamız bir kış günü göçtü gitti bu dünyadan, Allah’la ahitleştiği günlerin sonunu arafta sayıp cennete geri dönmek üzere. İşte kıştan sayanlar da bu yüzden kıştan sayarlar.”

E, çok kısaydı ama bu? Tamam, yazmıştım ama bu kadarcık bölüm mü olurdu?

“Yok mu bunun bir detayı bir şeyi? Böyle kuru kuruya mı bahar ya da yaz demişler?”

“Milyon yıllık insanlık tarihi, ben görüp okuduğumu anlattım. Beğenmediysen kendin ara da kendin bul, deyyus!”

“Tamam, kızma tamam. Defteri de aldım geldim, çok zamandır anlatamıyorsun bir şey. Hevesim yarım kaldı.”

“O zaman düz tarafından sen anlat da dinleyelim desene? Yalnız o kâğıdı kalemi bırak. Dinlersen yazamazsın, yazarsan dinleyemezsin. Ha şöyle… Var mı başka sorunuz?”

Birbirimize baktık. Bende yoktu. Onda var mıydı bir şey?

“Havva’nın nasıl yaratıldığını anlattınız. Peki, Âdem nasıl yaratıldı?”

“O nereden çıktı?” diye sordum ama Rıfat Efendi sorunun bildiği yerden gelmesinden memnun olsa gerek sandalyesinde kaykıldı, bana bakıp kaşlarını çattıktan sonra Anahit’e bakıp gülümsedi ve anlatmaya koyuldu.

“Günlerden bir gün Allah cennet bahçesindeki tahtına kurulmuş. Sol yanında bir incir ağacı, sağ yanında bir kiraz ağacı, önünde yerde karpuz bitmiş, bir kuzu gelmiş onun yapraklarını yiyor… Allah teala kuzudan bir diş alıyor, tadı daha da çıksın diye bir de kiraz atıyor ağzına. O mutlu, o mutlu olduğu için de herkes mutlu. Cennet, adı gibi cennet olmuş.

“Keyfi daha da artsın diye ‘yanaşın yamacıma bre köftehorlar’ diyor meleklere, cümlesi bahçenin dört yanından sökün edip yığılıyor hemen başına. Azrail aleyhisselam Cebrail aleyhisselamın üstüne basıp çiğneyip geçiyor onu ki Allah’a daha da yakın olsun, daha da çok parlasın o nur kendi yüzünde. Mikail aleyhisselam ağır ve vakur, otuz adıma üç adım da kendi ekliyor ki dibine girip kızdırmasın rabbini. İsrafil aleyhisselamsa en gençleri, en yüzsüzleri, tahtının ucuna dayıyor da göğsünü, nefes alacak yer bile bırakmıyor. Ama, dedim ya, Allah’ın keyfi yerinde ve bunu bile umursamıyor.

“Haydi, şimdi yarışma yapacağız. Beni en güzel övenlere rableri katında bir nimet, bir bolluk, bir üstünlük verilecek. Ama sırayla gideceksiniz ha, sırayı bozan elenecek yarışmadan’ diyor. Peki, sıra nasıl olacak? İsimlerine göre dizilmelerini söylüyor ya Allah teala, o güne dek alfabe bir sıraya konmamış ki? ‘Önce ben, önce ben’ diye melekler birbirlerini çığnıyorsa da Allah hemen durduruyor onları, sonra aklına geldiği gibi öylesine sıralıyor harfleri. Böylece de alfabenin sırası da yaratılmış oluyor.

“Bu iş bittikten sonra başlıyor yarışma. Her gelen daha da, daha da güzel övüyor rabbini. Allah memnun, melekler rablerini hoşnut etmekten memnun, bahçedeki cümle varidat tüm bu olan bitenden memnun… Cennetin en güzel anları. Meleklerin cümlesi övgülerini sunduktan sonra Allah ‘hadi, bir tur daha devam edin’ diyor. Yine başlıyorlar, daha da güzel tespih edip övüyorlar rablerini. Üçüncü bir tur daha devam ediyor sonra yarışma ve ‘yeter, sıkıldım’ diyor Allah teala. ‘Birinciyi de seçtim, birinci Cebrail’dir’.

“Cümle melekler üzgün, bir Cebrail aleyhisselam mutlu. Hamd-ü senalar ediyor rabbine derken Şeytan çıkıyor aradan. ‘Ben ne dediysem onu dedi bu, belki üstüne iki laf ekledi. Ben kekemeyim diye mi beni birinci seçmedin’ diye isyan ediyor rabbinin kararına. ‘Sen kimsin de rabbinin seçimini sorguluyorsun, sen misin bu bahçenin zaptiyesi’ diye bir güzel kızıyor Allah, kovuyor onu yanından. Şeytan üzgün, Şeytan kızgın gidiyor öteye ve hemen plan yapmaya başlıyor. ‘Onu benden çok seven yoktur, bunu o da görecek’ diyor içinden.

“Görecek, görecek ama nasıl görecek? Eğlence dağılınca hemen melekleri birer birer fiştekliyor Şeytan. ‘Senin hakkındı o birincilik, bu Cebrail senden çaldı’ diyor. Kimisi kanıyor bu oyuna, kimisi kanmıyor. Bir anda ikiye bölünüyor melekler. Kimi Şeytan’dan yana duruyor, kimi Cebrail’den. Akşam oluyor, sabah oluyor ve Şeytan alıyor yanına kendine kananları, gidiyor Cebrail’in karşısına. ‘Sen de kimsin, bu birincilik senin hakkın değildi. Hile yaptın, hakkımızı çaldın’ diyor. Rabbinin övgüsüne mazhar olmuş Cebrail aleyhisselam da durur mu, ‘nazar etme ne olur, çalış senin de olur’ diyor ama ne fayda? Şeytan almış yanına bunca meleği, sıkıştırmış doğu duvarının dibinde. Bir güzel dövüyorlar Cebrail aleyhisselamı orada.

“Yüzü gözü kanlar içinde Cebrail hemen Allah’ın yanına gidiyor, anlatıyor olan biteni. ‘Ben karışmam, ne işiniz varsa görün. Başım da kalabalık, yapacak işlerim var. Yine gelirsen bir de ben döverim’ deyip kovuyor onu. Cebrail aleyhisselam üzgün, eğiyor başını ve gidiyor. O da Şeytanın yanına çekemediği melekleri topluyor etrafına. ‘Biz rabbimizin kararına saygı duyduk ama bunlar duymadı, bunların hakkını vermek hepimize görevdir’ diyor. Bir anda ikiye bölünüyor cennet. Bir yanda Cebrail ve ordusu, diğer yanda Şeytan ve ordusu. Ve böylece başlıyor cennetteki büyük savaş.

“Melekler, yavrularım, ölümlü değil. Biri birinin ağzını kırıyor, hemen zemzemle yıkıyorlar ve düzeliyor. Kesiyorlar birinin kolunu, götürüp zemzemle birleştiriyorlar. Kan gövdeyi götürüyor, cümle melekut gazi oluyor ama şehit yok.

“Üç gün boyunca evine kapanan Allah üçüncü gün çıkıp bu sahneyi görüyor. ‘Bunlarla mutluluk bana haram, boşuna mı üç gündür uğraşıp duruyorum’ diye düşünüyor, olanca siniriyle bir bağırış bağırıyor ki sırf yankısının dinmesi bir saat sürüyor. İki saf bahçenin iki yanına çekiliyor, ortalarında Allah teala. ‘Siz benim başıma bela mısınız’ diyor hışımla. ‘Şurada iki gün sizi başı boş bıraktım diye bu yaptığınız nedir’ diyor fakat ne fayda? Melekler hınçla dolmuş, bilenmiş birbirine. Dinlemiyorlar. Hepsini yok etmeye karar veriyor Allah fakat merak da ediyor: Ne diye birbirine girdi bunlar?

“Çağırıyor yanına Cebrail aleyhisselamı, soruyor ne olduğunu. Anlatıyor Cebrail. Siniri birden geçiyor Allah’ın. Bu sefer çağırıyor Şeytan’ı ve birini bir yanına alıyor, birini diğer yanına alıyor, geride kalan meleklere hareket ederlerse onları yok edeceğini söyleyip evine götürüyor ikisini.

“Evde Cebrail Şeytan’a, Şeytan Cebrail’e nefretle bakarken ikisini sokuyor yatak odasına. ‘Burada ne olur, biliyor musunuz’ diye soruyor. Cebrail aleyhisselam boş gözlerle bakıyor rabbine ama Şeytan bilgili, anlatıyor hemen. ‘Güzel’ diyor Allah teala. ‘Şimdi sizi yalnız bırakacağım. Üç gününüz var. Üç gün içinde bana töremenizi vereceksiniz. Eğer yapmazsanız yok ederim ikinizi de’.

“Öyle de yapıyor. Üç gün bırakıyor onları baş başa, üç günün sonunda da gidip bakıyor ve Cebrail aleyhisselamın karnındaki döllenmiş yumurtayı alıyor. O yumurtayı önceki üç gün boyunca yoğurduğu balçığa sarıyor, şeklini veriyor, kendi şeklinden ve sonunda ruhu da üflüyor. Böylece de Âdem babamız var oluyor. İşte budur Âdem babamızın yaratılış hikayesi.”

“Meleklerin cinsiyeti olmaz derlerdi ama?” diye sordum. “Bre hain! Allah’ın ol demesi yetmez mi oldurmak için!” diyerek kızdı. O da haklıydı tabi. Ol dediği her şey olurdu, bu neden olmasındı?

“İyi de neden kendi yaratmadı da bu türlü yaptı işini?” diye sordum bu sefer.

“Çünkü onu en güzel öven Cebrail aleyhisselam, onu en çok seven de Şeytan’dı. Bu ikisini tevhit etmek istedi.”

“Biz meleklerle Şeytanların soyuyuz o zaman?” diye sordu Anahit.

“Bittamam öyledir. Boşuna mıdır hepimizin içinde iman olması?”

“Sen yine de bunu her yerde anlatma. Anlayan olur anlamayan olur, başını belaya sokarsın.”

“Ben insandan korkmam. Hem bir derdim var bin dermana değişmem.”

İlla dik kafalılık edecekti. İlla…

“Sana nereden esti de sordun bunu” diye Anahit’e döndüm.

“Fena mı ettim? Bak ne güzel şeyler öğrendik.”

“Öğrendik, tamam da öyle birden nasıl aklına geldi?”

“Havva’yı anlattı, bu eksik kalmasın diye kaç zamandır aklımdaydı. Öylece sormuş bulundum. Bir de, Rıfat Efendi, bir sorum daha var.”

“Sor kızım, yeter ki cevabı bende olsun.”

“Babamı nasıl ikna ettiniz? Sorduk söylemediniz, ona sordum o da anlatmadı. Bunca zaman merak ettim, onu da giderseniz ya?”

 “Siz o gün denizdeyken ‘benim kızım hiç denize giremedi. Onca zaman yanında yaşadık da hiç fırsatı olmadı. Şimdi sizin kızınızı izleyince kendi kızımmış gibi geliyor’ dedim. ‘Onun bir mutluluğu için ben ömrü billahi mutsuzluğa razı gelirdim’ dedim. ‘İsa efendimiz sözdür, İsa efendimiz nurdur, İsa efendimiz sevgidir ve biz ancak sözde, nurda, sevgide yok olunca var oluruz’ dedim. Sonra vakti geldi, bunları hatırlattım.”

“Bu kadar kolay mıydı?”

“İstemese olmazdı. İstedi, oldu.”

“Hala ters de gidiyor ama?”

“Bunu yaparsa değil yapmazsa korkun. Evlat insana öyle bir hazinedir ki onun bir gülüşü için cihanı yaksa ‘başka gezegen yok mu’ diye sorar elinde kibritle. Bunca sevileni paylaşmak kolay değil. Alışacak, o da dengesini bulacak. O zamana kadar sabır size, en çok da sana lazım” deyip parmağını bana uzattı. Biliyordum zaten, yeni bir şey söylemiş değildi. Omuz silkti. Daha yepisyeni babasını Fenerbahçe formasıyla caddede gezinmeye ikna etmiştim, bir şekilde bir denge bulunuyordu işte. Bazen kolay bazen zordu, eh o kadar da olsundu.

Anahit dönüp bana baktı. “Eve mi çıksak” der gibiydi ama benim aklıma başka bir şey gelmişti.

“Rıfat Efendi, ben gitar çalarım Anahit keman. Sana da bir saz bulup grup mu kursak?”

“Aa, çok güzel olur vallahi” dedi Anahit.

“Müzik yaratıcı insanların işidir, o beni fazla fazla aşar.”

“Aman biz çok biliyoruz da çalıyoruz sanki. Biz öğreniyoruz, sen de öğrenirsin işte. Deneriz yaparız, olduğu kadar.”

“Ben denedim de olmadı, beceremedim. Kişi kendin bilmek gibi irfan olmaz demişler, haddini bilmek de bir erdemdir. Siz çalın, ben dinlerim.”

“Başka enstrüman bulalım size de o zaman? Biri olmadı diye hiçbiri olmayacak değil ya?”

“Denedim ama yapamadım a kızım. Bağlama aldım, olmadı. Dedemden miras meyi denedim, olmadı. En kolayı budur dedim, bendir aldım da o da olmadı. Yetenek yoksa zorlamak da manasız.”

“Ney alsak ya sana? Çalarsın böyle Sufi Sufi, ne güzel olur ha.”

“Onu da yaptım. Bir abim vardı Ankara’dayken, Ekrem. Ekrem Vural. Allah yolunu bahtını açık etsin, çok uğraştı ama vermeyince Mabut neylesin Mahmut? En son pes etti ama ederken de kendi neyini verdi. ‘Ben yapamadım ama sen kendi kendine yaparsın’ deyip tutuşturdu elime. Yirmi beş seneden fazla olmuş bak. Nasıl da akıp geçiyor zaman…”

“Sende mi o ney hala?”

“Bende ya. O binadan çıka çıka o kuru kamış parçası çıktı. Anı diye saklarım hala, evde bir yerde olsa gerek.”

“E tamam işte, çok iyi? Bende gitar, Anahit’te keman, sende de ney. Bir de vurmalı çalacak birini bulduk mu tamamdır, grubu kurduk.”

“Maşallah çalmayı öğrendin de grup bile kurdun. Daha dün bir bugün iki, öyle hemen heyecan yapma.”

“Bence de güzel olur, yakışır size. Öyle dingin dingin çalarsınız, biz de dinleriz. Ne güzel olur.”

“Hadi oğlum deli, sen neden ona uyuyorsun a benim akıllı kızım? Yaşım olmuş elli, bu yaştan sonra bir de bunu mu öğreneyim?”

“Ne varmış yaşınızda? Gençsiniz hala. Hem Tolstoy 67 yaşında bisiklete binmeyi öğrenmiş. Öğrenmenin yaşı mı olur?”

“Olmasaydı Tolstoy bu yaşta öğrenmiş diye söyler miydin?”

“Ama… Hadi ama, kırmayın bizi. Babamı da ben ikna ederim, ona da bir enstrüman uydururuz. Dördümüz ne güzel, bir arada çalar söyleriz.”

Rıfat Efendi arada kaldı. Kızı bellemişti bir defa, onun kalbini kıracağına kendi kafasını kırardı daha iyiydi ama evet de diyemiyordu. Tespihine uzanmasını bekledim ama uzanmadı. Çok zamandır ilk defa aklı dolu ama elleri boş durdu, baktı öylece. Biz de sessizce bekledik. Bir iki dakika sonra yüzünde müstehzi bir gülüş belirdi.

“Tamam ama şartlarım var.”

“Kabul” dedim.

Anahit’e döndü, “artık bana siz demek yok. İkiniz artık aile oldunuz sayılır. Nasıl ki oğlumun amcasıyım, senin de amcanım. Sen de bundan sonra bana ‘sen’ diyeceksin” dedi.

“Tamam, siz nasıl isterseniz. Şey… Sen nasıl istersen Rıfat Efendi.”

“Güzeeel. İkincisi, ben bir kurs arar bulurum kendime. Ama ben ‘öğrendim, hadi beraber çalalım’ diyene kadar zorlamak yok.”

“O da kabul, değil mi” dedim Anahit’e bakıp, başını aşağı yukarı salladı. Bu da tamamdı.

“Benim sözlerime beste, bestelerime söz siz yazacaksınız. İster beraber yazın ister tek tek, ben orasına karışmam.”

“Senin bestelerin de mi var Rıfat Efendi?” diye sordum. Bu adam beni daha ne kadar şaşırtacaktı?

“Var yok, orası seni ilgilendirmez şimdi. Ben sözümü alayım, belki ileride lazım olur.”

“Hadi, hadi. Olmasa aklına gelir miydi bu? Söylesene biraz, çalalım. Dur, eve gidip aletleri getireyim de yapalım” deyip hemen kalktım yerimden. Dur, otur dedi ama dinlemedim, bir koşu gitarla kemanı kapıp indim. O aralık Anahit de ikna etmiş olacak, döndüğümde bir iki ofladıysa da bir parça melodi mırıldandı. O kemanla, ben gitarla aradık bulduk yerini. Çalmayı daha bilmiyorduk ama bu melodiden bir şarkı çıkardı, kesindi. Üç kuruşluk nota bilgimle kâğıda da aldım kaybetmemek için ve sordum: Adı neydi bu şarkının?

“Neden.”

“Merak ettim işte.”

“Neden.”

“Ettim, ne bileyim. Merak etmenin nedeni mi olur?”

“Be avanak, şarkının adı neden. Warum aslında, Almanca. Oraya ilk gittiğimde girdi aklıma, o gün bugündür de çıkmaz.”

“Sürprizlerle dolusunuz Rıfat Efendi.”

“O senin güzelliğin oğlum.”

Anahit hala melodinin etkisinde, kenarda öylece çalmaya çalışıyordu. “Buna daha kalın ses gerek, böyle viyola gibi. Bir de piyano… Sana bir piyano mu alsak? Ben o kadar bilmiyorum. Annem olsaydı… Ya da, dur bir… Ben bunu çok güzel şarkı yaparım”.

Ağzıyla mırıldanıyor, sonra kemanla bir şeyler deniyordu. Büyülenmiş gibiydi. Anlamıştım, bizim ders o akşam yalan olmuştu. Nerede devam ederdi? Kendi evinde mi yoksa bizde mi?

“Ben eve gideyim. Bu çok güzel bir şey olacak, hissediyorum.”

İyi, tamam. Taktı o ki bir kere, yapacak bir şey yoktu. Gözü bir şey görmüyor, kulağı bir şey duymuyordu. Yolda çantasını geçtim, üstündeki elbiseleri çalsalar fark etmeyecekti. Nedenini bilmediğim bir yorgunluk hissetmeme rağmen yoluna eşlik edip evine bıraktım. Tahmin edeceğiniz üzere yol boyu bir kelime bile konuşmadı. Allah’tan komutlarımı dinliyordu da kaza bela olmadan evine ulaştık, sonra ben de dükkâna döndüm.

“Bunu bekliyormuş sanki, dünyayı unuttu kız.”

“E, öyle gariban Rıfat’a demesi değil. Biraz da siz çalışın.”

“Sen mi yazdın bunu gerçekten?”

“Yalan borcum mu var?”

“Yok, ondan değil. Sen Almanya’ya gidince ben daha ortaokuldaydım. 10 senedir unutmadın yani. Ne hafıza!”

“Değil mi? Eşek kafa, keşke bazı şeyleri de unutsaydı. Keşke…”

Neden derlenmişti ki şimdi? Yanlış bir şey mi söylemiştim? Üç defa sordum ama yanıt alamadım. Daha da sormak boşa olacaktı. O da Anahit gibi sessizleşince eve çıkmasını, dükkânı benim kapatmamı teklif ettim ama 9 beni eve yolladı. Ben de Serdar’ın da yokluğunu fırsat bilip uzun zamandır kenarda duran Puslu Kıtalar Atlası kitabını açtım biraz okuyup dinlenmek için – ertesi sabah işe gidene dek okumaya devam edeceğimi bilmeyerek.