You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Müzik ve Fener

Adliye stajının sonuna gelirken ikinci sınıfta yanında staj yaptığım büroya, önceden aldığım yazılara rağmen gidip sordum: Beni hala kabul ediyorlar mıydı? Ediyorlardı tabi, eğer ben başka yere gitmek istemezsem kapıları açıktı. Kağıtlar toplandı, imzalar attırıldı, mühürler basıldı ve stajım başladı.

Büro aslında o kadar da büyük değildi. Altısı kıdemli tarafından on avukat vardı, iki de stajyer biz. On iki kişi olsak da ofiste bir anda üç kişiden fazlasını bulmak imkânsız gibiydi. Her saat birileri ya mahkemedeydi, ya müvekkillerinin yanında, ya bir yerlerde kâğıt peşinde, ya da sözde savcı ve kolluğun görevi olan delil arayıp toplama uğraşında. Bunu o ilk gün henüz bilmiyordum tabi. Daha sabahtan önüme ikisi süren üç dosya kondu ve benden sorumlu ve en kıdemlileri olan patronum buyurdu: Üç dosyaya üç haftan var. Üçüncü Cuma oturup dosyaları anlatacaksın, nelerin eksik ve yanlış olduğunu bulacaksın, sence nelerin yapılması gerektiğini söyleyeceksin.

“Soru sorabiliyor muyum?”

“Sor.”

“Yok, şimdi değil. Genel olarak, dosyalara çalışırken.”

“Tabi. Üniversite sınavı değil bu, o günler geçti. Bunlar yetmezse sana izin, dilediğin zaman adliyeye gidip arşivde çalışabilirsin. Vaktimiz ve imkânımız oldukça bizlere de istediğini sorabilirsin.”

Çok kimseden avukatlık stajının getir götürcülük olacağını dinlemiş ve buna hazırlanmıştım. İki sene önceki gibi şimdi de durum çok farklıydı. Bana çaycı değil iş arkadaşı muamelesi yapılması gururumu da okşamıştı doğrusu. Hemen dosyaları aldım, küçük bir kütüphane olan yan odaya geçtim ve en kalınını açıp okumaya başladım – ne yazık ki patronumun yazdığı özete rağmen iddianameyi ne kadar okudumsa da bir şey anlamadım.

“Hadi bu olmadı” deyip ikinciye geçtim, yine aynısı oldu. Daha bir hafta önce böyle bir sorunum yoktu, ne oluyordu? Üçüncü ve en incesini okuyup biraz bir şey anladım ama gün de bitti. Ertesi gün sabahtan dükkâna gidip adliyeye gitmek için izin istedim, izne gerek olmadan sadece bildirerek gidebileceğim söylendi. Bir haftayı adliyede geçirdim. Saçma sapan dosyaların iddianameleriyle kararlarını okudum, kimilerinin gidişatına ve ara kararlarına baktım. Ama yok, olmuyordu. Ne garip dosyaydı bu diğer ikisi?

Hafta sonu Anahit’le buluşunca bu ilk dosyayı ona anlattım: Hakaret, yağma, alıkoyma, tecavüz… Yok yoktu. Öte yandan beyanlardan ayrı delil de yoktu ve bu yüzden dava uzadıkça uzuyordu. Ben bundan ne anlamalıydım da ne anlatmalıydım?

Öğrenci haliyle ve benim detaylara giremeden sunduğum kadarı yüzünden o benden de az anladı. Zaten aklı da başka yerdeydi.

“Diyorum ki müzik mi yapsak?”

“Öyle ha deyince yapılıyor muymuş?”

“İşte enstrüman alalım yapalım. Ne alalım, ona karar veremedim.”

“Daha ne çalmak istediğini bilmiyorsun, böyle olmaz ki?”

“Gider bakarız, seçeriz işte?”

“Yarım kilo gitar sardıralım o zaman, iki yüz elli gram da keman. Yolluk olarak da piyano mu alsak?”

“Çok komiksin.”

“Allah vergisi.”

“Ben ciddiyim. Bakalım mı?”

“Ben sana ne zaman yok dedim?”

Zaten İstiklal’deydik. Tünel’e uzandık, adını daha önceden duyduğumdan Zuhal’e girdik. Boş boş aletlere bakıyorduk. Kenardan biri geldi, “yardımcı olayım” dedi. Ol, ol da gidecek limanı olmayan gemiye pusula ne gerek? Anahit hemen atladı, “biz enstrüman bakıyoruz” dedi. Adının Sinan olduğunu kolundaki künyeden öğrendiğim çalışan “tabi, ne bakıyorsunuz” diye sordu. Aha buyur Anahit Hanım, ver cevabını?

“Ben de tam bilmiyorum. Sabah akşam dinliyoruz, biz de çalalım istedik” deyip beni de attı ortaya. Ehehe mehehe ettim, “tabi çok dinliyoruz, biraz da çalalım. Hırsızlık olarak değil canım, alet çalmak babında” dedim. Ne kadar da komiktim ama?

“Lan sktirin gidin başımdan, manyak mısınız nesiniz” demesini beklerken “neler dinliyorsunuz” diye sordu Sinan. “Neler dinlemiyoruz ki Sinan, neler dinlemiyoruz ki. Az önce lose yourself üstüne hallowed be thy name patlattık, cila niyetine de la boheme attık” demek istedim ama tabi ki demedim çünkü bu savaş Anahit’in savaşıydı, bana neydi ki?

Adamın işi gücü yokmuş gibi koskoca dükkânı gezdirdi, en ucuzundan olduğunu sandığım enstrümanları birer birer elimize tutuşturdu. Bir köşedeki piyanoda onun, diğer köşedeki davulda benim gözüm kalmıştı ama ne o kadar para veresimiz vardı, ne de bunları koyup çalabileceğimiz bir yer. Piyano yerine klavye mi olsa diye düşündük ama içine sinmedi. Ben nasıl küçük seviyordum kendi gibi, o da büyük seviyordu benim gibi.

Bir saatin sonunda körlemesine kararımızı verdik: Bana gitar alacaktık, ona keman. Bunu becerirse viyolaya geçermiş, onun sesi daha güzelmiş. “Viyola kemanın gavurcası değil mi” diye soracaktım ama kendimi zor tuttum. Hadi Anahit neyse de Sinan’a ayıp olurdu. Hoş, Sinan “yanlış anlamayın, en salaklar bile gitar çalmayı beceriyor. Siz haydi haydi becerirsiniz” dedi diye gaza gelip gitara tamam demiştim, onun bir siniri vardı ve ona ayıp olması çok da önemli olmazdı. Zaten o kadar para saydıktan sonra viyolayı bilmesem neydi?

Anahit ödemeyi yaptı; benim sırtımda kocaman, onun sırtında küçücük birer kutuyla çıktık. E, şimdi ne olacaktı?

“Ne bileyim? Eve gidip çalsak mı?”

“Öyle çalınıyor muymuş ya hemen? Millet o kadar kursa mursa gidiyor, boşuna mı?”

“Ben okulda çalmıştım biraz.”

Vay, bunca zaman sonra yeni bir şey öğrenmiştim.

“Hiç demedin?”

“Hiç sormadın ki?”

Mantıklıydı. Kalktık bizim eve gittik. O yayı çekiyor, işkence gibi gıy gıy garip bir ses çıkıyor. Bu muymuş okulda biraz çaldığı? Ben tellere vuruyorum, bir nota diğerine uymuyor. Ne bok yemeye gazına geldim, ne diye bunca parayı aletlere saydık derken kapı çalındı. Gelen komşuydu. Kafası şişmiş, o da insanmış. “Tamam Neriman abla, özür dilerim” deyip yarı aralık kapıdan içeriyi gözlemesine fırsat vermeden kapattım, aletleri de kılıflarına geri koyduk. Hazır Serdar yok, Rıfat Efendi de dükkândayken de başka türlü müzik yaptık.

Ertesi gün Anahit elinde kolum kalınlığında çıktıyla geldi. İnternetten gitar kitabı bulmuş, bastırıp gelmiş. Peki, keman için kitap? O evdeymiş, benim neyime lazımmış? Kemanı getirmiş işte, yetmez miymiş?

Oturduk, akorları öğrendik. Minör varmış, majör varmış, belirli şekilleri kaydırdıkça diğer noktaya geçiyormuş. Bunları bir parça kapmaya başladım hemen. Müziğe istidadım vardı herhalde, ne güzel mi minör ardından sol majör basıp uyumlu sesler çıkarıyordum ama. Fransızca çalışmamıştık bu arada ama ilk günün hevesiyle normaldir diye önemsemedim.

Pazartesi adliye yerine büroya gittim. Günün yarısını eldeki dosyalarla geçirdim, diğer yarısını ödevimle. Haftanın kalanı da böyle geçti. Arada dosyalarımla ilgili sorular sorsam da üstü kapalı cevaplar alıyordum. İkinci haftanın sonunda dosyaları iyi kötü anlamıştım, şimdi bunları “sokaktaki Mehmet emminin anlayacağı şekilde anlatmaya” gelmişti sıra. Tüm hafta sonu bununla uğraştım. Hafta içi de adliyede benzer davalarla emsal kararlar üstüne çalıştım ve Cuma öğlende sunumumu yaptım.

Kendime güvenim pek azdı, ne kadar doğru olduğumu tam bilmiyordum. Patronsa üç sunumumdan da pek etkilendi. İki saat bitmiş, bu arada ben de bitmiştim. Sonuna geldiğimde oturduğu yerde gözleri parlayarak alkışladı, tebrik etti ve ekledi: Asliye hukuku boş ver, sende cezacı kafası var. Birkaç seneye kalmaz, kapında kuyruk oluşur.

Benim ardımdan diğer stajyerin sunumu olacaktı. O günün kalanında izin verildim, ben de hemen soluğu Anahit’in yanında aldım. Rahmetlik peder beyim bu adı boşuna vermemişti bana, bak patronum bile nasıl da taltif etmişti beni!

Stajda dördüncü haftaya eldeki bir dosyayla başladım. Bir cinayet davasıydı ve nefsi müdafaa olduğunu kanıtlamaya çalışıyorduk. Başarılı olursak müvekkili ceza almadan kurtarabilirdik ama zordu. Maktul müvekkili defalarca tehdit ve taciz etmiş, sonunda haneye tecavüze dek götürmüştü işi. Müvekkilimiz maktulü bıçaklamış fakat sonra hemen ambulansı aramıştı fakat kişi kurtarılamamıştı. Savcı cinayet diyordu, bizse nefsi müdafaa. Cinayet işlemek isteyen biri neden ambulansı arar diye soruyorduk ama henüz işe yaramamıştı. Deliller bulmamız lazımdı ama sözde bizim için de delil toplaması gereken savcılık kılını bile kıpırdatmıyordu. İlk defa bu şekilde gördüm ki kolluk adaletin değil devletin hizmetindeydi, avukat olarak biz kendi göbeğimizi kendimiz kesmeliydik.

Duruşmaya iki hafta vardı, maktulün yakınlarından bizim lehimize ifade vermelerini istememiz gerekti. Davaya bakan avukatla beraber ben gittim. Ne kadar uğraşsak da, tahmin edebileceğiniz üzere kapıdan kovulduk. Niyeti bozmuş bir manyak bir kişiye hayatı dar etmiş, sonunda evine girmiş ve ölmüştü. Hukuksa hayatın zehir olsa da katlanacaksın diyordu. Polis görevini yapmıyordu, sorun yoktu. Savcı ve hâkim görevini yapmıyordu ama sorun yoktu. Devletin elini çektiği yerde anarşi başlar. O ki anarşide sorun yoktu, neden devlet birden varlığını hatırlayıp tekrar düzenden bahsediyordu? Düzenden maksat masumu koruyup hayatın olağan akışını sağlamak değil miydi? Bu iki görevin birini yapmayıp birini yaparak nasıl ben işimi yaptım diyecekti?

Bu dosyanın yanına görece daha kolay bir dosya daha Perşembe günü önüme konuldu. Sıradan bir hakaret davasıydı, çok vakit almazdı. “İkinci ay öyle tek dosya yok, beş dosyaya bakacağız” dedi patronum. Hukukçu dediğin bir anda birçok dosyaya bakabilmeli, hepsinin detaylarına hâkim olmalıydı. Öyle olsundu o zaman, ben olmaz demedim ki?

Patron, diğer üç dosyayla beraber bir de zarf uzattı. Maaşımdı. Uyarmayı da ihmal etmedi: Yasaya göre sen bunu almadın, ben de vermedim. Köle değilsin ki bedavaya çalışasın? Hakkını al, gönlüne estiği gibi harca.

Hukuk adaletsiz, adalet hukuksuz. Stajın sırf bunu beyinlerimize kazımak için icat edildiğine artık kaniydim.

Hiç beklemezken gelen bu paradan mutlu olduğumu söylememe gerek yok. Kaç aydır cepten yiyordum, çok iyi gelmişti. Hemen Anahit’i aradım, babasını da ayarlamasını istedim. Akşama yemek yitecektik bu ilk maaşımla.

Kaç ay sonra dördümüz buluştuk ilk defa. Babasından korkuyordum ama boşuna çıktı. Şakalar yaptı, Fransa günlerini anlattı, İstanbul’dan konuştu. Hoşuna gitmişti ilk maaşla yemeğe çıkarılmak. Bunca zaman uzak durmamdan şikâyet bile etti. Ben ne bileydim, korkmasam böyle yapar mıydım?

“Biz artık aileyiz. Ben sizin büyüğünüzüm, bunca zaman sizden bekledim ilk adımı. İkincisi de bu kadar geç olmasın.”

Olmazdı tabi. Sen bana böyle desene?

Yemekten sonra üste kalanı Rıfat Efendiye verdim fakire, ihtiyaç sahibine dağıtması için. İkilemeden aldı, hayır duasını da etti.

Söylememe gerek yok: İkinci ayım ilkinden çok daha yoğun geçti. Davalar, takipler, müzik çalışmaları, Fransızca dersleri, haftada en az bir defa Levon amcayı ziyaretler, bazı akşamlar Rıfat Efendiyle dükkânda çalışmalar, Serdar’la makaralar…

İkinci maaşımı alınca çoktur içimde kalan işi yaptım. Önce forma, sonra Fenerbahçe maçına iki bilet aldım, Anahit’le beraber gittik. Kocaeli’yi 1-0 yendiğimiz maçı da böylece statta izledik. İçimden bir hayvan çıkmıştı. Daha önce Anahit’in yanında bir defa bile küfür etmeyen ben orada el, ayak, bacak, kafa, göz… Allah ne verdiyse sövmüş, Ümit’in asistini Tuncay gole çevirince kuş kadar kızın üstüne deve gibi atlamış ve az daha bacaklarını kırmıştım. Maç öncesi yediğimiz tükürük köfteden mi böyle olmuştum, etrafımdaki binlerce insanı görünce bilmediğim bir yanımı mı keşfetmiştim yoksa aklım sıra ortama mı uymuştum bilmiyorum ama Anahit’in maç çıkışı vapurda “daha da değil maça, karşıya bile gelmem seninle” deyişini belirtmem gerekir.

Öyle de yaptı, biletini almak için işten kaçtığım İstanbulspor deplasmanına gelmedi. “Sen benle maça gelmezsen ben de seninle müzik yapmam” tehdidim işe yaramış olacak ki Diyarbakır maçına beraber gittik, maç önünde de anlaştık: İçimden küfür etmek gelince bir sefer tutacak, ikinci seferde edecektim. Bir de üstüne atlayıp kemiklerini kırmayacak, insan gibi davranacaktım. Küfrü azalttım, gol olmayınca atlama sorunu da kalmadı ve az hasarla maçı atlattı.

Maça girmeden caddede ona da bir Fener forması almıştık. Maçtan çıktık, evine gittik, babasına kapıda selam verip gideceğim derken kıyamet koptu: Babası Cimbomlu çıkmasın mı? Bir hışımla çekti çıkardı Anahit’in üstünden formayı, bir yandan da verip veriştirdi: Her şeyi sineye çekmiş, hepsine tamam demiş ama bu kadar da olmazmış. Dünyada başka takım mı kalmamış, maça gidiyoruz deyince herhalde biz spor yapıyoruz sanmış, bilse hiç izin verir miymiş…

Yüzüne baktım, ciddiydi. Kıllık olsun diye bir şey ararken bunu buldu diye mi ciddiydi yoksa gerçekten Rıfat Efendinin hiç belli etmeden solcu olması gibi o da hiç belli etmeden Galatasaraylıydı diye mi? Bilmiyordum ama ilki olduğunu sanmıyordum. Bir aydır haftada bir yanındaydım, hiç garip gurup halleri olmamıştı.

Çatmış mıydım kayın ve köknar ve meşe ve kavak ve dişbudak babanın Cimbomlusuna? Bu öyle “hadi tamam, vaftiz et tamam, tamam” denilip geçilecek bir şey de değildi. Yanmıştık Allah affetsin, çözümü nasıl belirsizcesine.

Gecenin bir vakti apartmandakileri çok daha rahatsız edemeyeceğinden, bana da kızgın olduğundan hızlıca tarafından biraz daha kızıp kızını aldı, beni saldı. Deliye çatmış olduğumu zaten biliyordum, daha geçen hafta zorla ayine götürmüştü ve ben söz verdim diyerek ses etmemiştim ama bu da biraz fazla değil miydi? “Ben mi Fener mi” diye Anahit sorsa bile biraz düşünür gibi yapıp kendisine son defa uzun uzun bakmak isterdim, babasına ne oluyordu?

Bu defa zevkten değil sinirden ta eve kadar yürüdüm. Rıfat Efendi beni beklemiş, onunla biraz konuşup yattım ve Fenerbahçe arasından sonra işe geri döndüm.