Güvercin
Salı günü sabahtan evrakı verdim, önümüzdeki Çarşamba sonuçlar belli olacaktı. Bütün hafta öğlene kadar yattım, akşama kadar Anahit’le tekrar Fransızca çalıştık, akşamları Rıfat Efendiyle hesabı kapattık, geceleri de evi kahvehaneye çevirdik. Son oyunlar bitmiyordu ama evi dağıtma vaktimiz de geliyordu. Yirmi beşinde evi boşaltacaktık artık.
Çarşamba günü gidip kontrol ettim. Adım vardı, tamamdı. Şimdi Eylül’ü bekleyecek, sonra başlayacaktım.
Rıfat Efendiyle konuştum. Eve alışmıştım, yanıma birilerini bulup evde kalmayı düşünüyordum ama param azdı. O teklifini yineledi, biraz isteyerek biraz istemeyerek kabul ettim. Evlenirken para lazım olacaktı, hazırda kapısı açık yerim vardı. O kadar parayı kiraya harcamanın gereği yoktu.
Günlük rutinim az değişerek de olsa devam etti ve sonunda günümüz bitti. Kendi aldığımız eşyaları öğrencilere dağıttık, bilgisayarı ederinin bayağı satıp parasını bölüştük, her birini otogara gidip yolcu ettim ve Rıfat Efendinin yanına taşındım.
Ben değişikliği sevmem. Sanki otistikmişim gibi düzenimin aynen sürmesini isterim. Değişikliğe uyum sağlamak için size bir gün gerekiyorsa bana üç gün, beş gün, belki bir hafta gerekir. Haliyle Rıfat Efendide kaldığım 21 Temmuz gecesi misafir gibi hissediyordum. Sabah, namaza kalkan Rıfat Efendiyle beraber ayaktayım. Eve dönmek geçiyordu içimden, çıkıp apartmanın önüne gittim ve öylece evime baktım. Daha dün benimdi, şimdiyse içine girmem haneye tecavüz olacaktı. Hayat ne garipti!
Fransızca derslerine dükkânda devam ettik. Rıfat Efendi, sanki o da öğrenciymiş gibi Anahit’i dinliyordu. Giren çıkan müşteriler derken ritmimiz aksıyordu ama içimden yukarıda çalışmak gelmiyordu. Akşam olduğunda, Anahit döndüğünde de Rıfat Efendiyle İngilizce çalışıyorduk. Bir buçuk ay sonra stajım başlıyordu ama ben elime tek bir kitap dahi almıyordum. Hazır dile merak salmışken tekrar, alabileceğimi almak derdindeydim. Sonra yine bırakacak, unutacaktım zaten. Olmuşken tam olsundu.
Ağustos başında Serdar aradı. Hakimlik sınavını sonraya bırakmaya karar vermişti, o da avukatlık stajı yapacaktı. Neden değiştirmişti fikrini?
“Ya ortaam alışmışım kendi başıma yaşamaya, ev dar geldi. Sabah anam, öğlen kardeşim, akşam babam. Daraldım bir haftada. Senin bürodan bana da alsak ya kağıtları?”
“Alalım da geç olmasın?”
“Olmaz, olmaz. Yetişir. Daha sene başlamadı.”
“Öyle olsun. E, ne zaman geliyorsun?”
“Yoldayım.”
Oha hayvan herif oha. Böyle baskın gibi olur mu?
“Otel motel ayarladın mı?”
“Senin Rıfat Efendi ne güne duruyor?”
“Söyledin mi ona da?”
“Seni aradım işte. Akşama doğru iniyorum. Evi biliyorum, merak etme. Kendim kalkar gelirim.”
Kapattı. Bir yandan seviniyordum, bir yandan da böyle zorlama işleri sevmediğim için kızıyordum ama sevincim ağır basıyordu. Rıfat Efendiye söyledim, “başımın üstünde yeri var” dedi. Akşam Serdar geldi, on gün sonra tekrar buluştuk. Onu salona yatırdık, başka yatak yoktu zira, ertesi gün de kağıtların peşinde koşarken ona yardım ettim. Önce okula gittim, sonra büroya. Büroda onu görmeden kabul etmedilerse yok da demediler en azından.
Evinden kaçıp gelen Serdar mutluydu. Rıfat Efendi zaten akşama kadar dükkânda duruyor, akşam da kitaplarına gömülüyordu. Fakat ben mutlu değildim. Adamın rahatını bozuyorduk. Tamam, hiçbir şey söylüyor veya gösteriyor değildi ama onun da kendi düzeni vardı.
Serdar’a eve çıkalım dedim, tamam dedi. Tamamdı ama burslar yok, çalışmak yasak. Hangi parayla çıkacağız? Ben derslere devam ederken onu kiralık ev aramakla görevlendirdim ama iki haftalık araması hüsranla sonuçlandı. Ucuz bir yer yoktu. Rıfat Efendiye kira ödeyelim dedi, Rıfat Efendi kaplan gibi gürledi. Ağustos biterkense başka bir ihtimal belirdi: Ev almak.
Önce Rıfat Efendi kalanı geri verdi, ardından Meral Abla Levon amcanın biriktirdiğini elime saydı. Birden yine zengin olmuştum. Zengin olduğumun ertesi günü de meclis toplandı ve karar verildi: 3 Kasım’da erken seçim yapılacak.
Öğrenmiştim ki seçim zamanı Türkiye’de hiçbir iş yapılmaz. Ben de tüm parayla Kapalıçarşı’yı gezip altın aldım, onları da bankaya filan vermeyip Rıfat Efendinin yatağının baş ucuna yerleştirdim. Evinde kiloluk altın olan fakirin biriydim, Hintlerden farksızdım.
Eylül’le staj başladı. Her hafta baroda dersler, savcıdan sonra asliye ceza mahkemesi, oradan çıkıp sulh hukuk… Neler görmedim, neler duymadım? Stajın görünür amacı mahkemelerin ve genelinde hukuk sisteminin nasıl çalıştığını yerinde görmemizdi, tali amacınınsa insanların neler yapıp neler söyleyebileceğini deneyimlememizdi. Üç kuruş para için adam yaralayan, çocuğunu kaçırıp annesine göstermeyen, gözümüzün içine bakarak beş yaşında çocuğun inanmayacağı yalanları atıp Allah şahidimdir diyen, kendi hazırladığı sözleşmeyi mahkemeye taşıyan… Yok yoktu.
Daha ilginci şuydu ki ne kazanan ne kaybeden mutluydu. Dört sene okul, şimdi bir sene stajla adalet için beş seneyi harcıyor, yetmiyor sonra ömür boyu öğrenmeye devam ediyorduk ama kimseyi mutlu edemiyorduk. Hadi kaybeden neyse de kazanan bile neden mutsuz olurdu ki?
Hocam haklıydı demek. Geç gelen adalet adaletsizlikten kötüydü. Arada geçen sürede beklentiler büyüyor, bir taraf suçsuz olduğunu kanıtladığını sanırken diğeri karşının en ağır cezayı almasını bekliyor, sonunda kimse tatmin olmuyordu. Bir takım elbise giyip cezada indirim alınan yerde hangisine kızacaktık?
İyice meraklanıp boş vakitlerimde arşive daldım ve okulda, sınavlarda sorulan zor soruların aslında kolay bile kaldığını gördüm. Tamam, hocam haklıydı be geç gelen adalet adaletsizlikten değildi ama öyle dosyalar da vardı ki anlamak için bir daha ve bir daha okumak gerekiyordu. Bin bir yalan ifadenin içinden doğruyu çekmek, sonra bunu itiraf ettirmek, aslında apaçık olan durumlarda tek bir delilin noksanlığından günlerce, haftalarca, hatta aylarca karara ulaşamamak… Hele bir de şüpheden sanığın yararlanması vardı ki üçünü dinlediğim, beşini okuduğum sekiz davada meslektaşlarımın yaratıcılığına hayran kalmıştım.
Adliye stajının ikinci ayı biterken seçim de geldi geçti. Önceki seçimde hiç sormadan Ecevit’e oy vermiştim, şimdiyse haberleri iyi kötü takip ediyor ve Ecevit’in pek şansı olmadığını görüyordum. 3 Kasım sabahı Rıfat Efendiye sordum: Kime vereceksin? Saniye düşünmeden “Karaoğlan’a” dedi. Haberlerden ezberlediğim bir iki şeyi söylediğimde hiddetle çıkıştı.
“Ben sağcıya oy vermem. Bu solcular da olmasa yok deprem yok kriz derken elde memleket kalmazdı. Kime vereyim? Baykal’a mı vereyim? Allah bu memleketi ondan korusun.”
“Senden başka kimse vermeyecek gibi baksana. Adamı çoktan öldürüp gömdüler, yetmedi Fatiha’sını bile okudular.”
“Onlar vermesin o zaman. Ben onlar verecek diye mi veriyorum?”
“Şu eski Refahçıları çok övüyorlar. Değiştik filan diyorlarmış.”
“En çok da onlara vermem. Müslümanlıkla milliyetçiliği tekeline alandan korkacaksın esas. Bana bile kafir diyorlar, baksana. Bunlar Baykal’dan bile kötü.”
“E ben de Ecevit’e vereyim o zaman. Bir sen, bir ben, bir kendi, bir de Rahşan. Dört oy çıkar, biz de eğlenmiş oluruz.”
“Ben ona karışmam. Sağcılara verme de ne yaparsan yap. Orası senin aklına vicdanına kalmış.”
Benim aklım vicdanım da bir şey demiyordu. Kabine girdim, kocaman pusulayı açıp baktım. Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü dedim, vardır bir bildiği diye düşünüp güvercine bastım mührü. Akşam gördük ki biz dördümüzden başkaları da oy verse de Ecevit hezimet yaşamıştı. Yüzde bir oyda kalmıştı. Fakat sorun Ecevit’te değil diğerlerindeydi. Uzan dağıttığı Pringles’larla yediyi geçmişti ama on barajına takılıyordu. Sadece o değil, kendilerinden başka herkesin Türk düşmanı olduğu Bahçeli de baraj altıydı, son anda bir atak yapmazsa cumbabamızın DYP’si de. Zaten düşük olan katılım yetmezmiş gibi geçerli oyların yarısı, hatta daha fazlası meclis dışı kalmıştı.
Rıfat Efendi mutsuz, hatta kaygılıydı. O ki siyaseti sevmezdi, bahsi açılınca konuyu değiştirir, bunu yapamazsa susardı, ne oluyordu şimdi?
“Bu memlekette ne zaman dengeler bozulmuşsa o zaman işler kötüye gitmiş. Şimdi de bozuldu, Allah sonumuzu hayır etsin.”
“Bir seçimle sarsılıyorsa yerin dibine batsın öyle memleket.”
“Öyle deme. Eşref saatine denk gelir de kabul ediverir. Öyle deme. Hayır düşün, hayır dua et.”
“Daha şimdi sen söyledin memleket kötüye gidecek diye?”
“Allah sonumuzu hayretsin de dedim.”
“Etsin o zaman, âmin.”
Gece yarısını geçmişti. Rıfat Efendi çayından son bir fırt alıp yatağına gitti, biz de peşinden.
Rıfat Efendinin haline şaşırmıştım ya önceki gün, o hiçbir şeydi. Bize seneler boyunca adaletin dili, dini, rengi, cinsiyeti… Olmaz diye anlatmışlardı. O sabah gördüm ki bu koca bir yalanmış. Kendilerinden Allahlık beklediğimiz kimselerin kimi mutlu kimi mutsuzdu. Sizin işiniz bu muydu? Partizandan adalet beklenebilir miydi?
Stajın üçüncü ayı biterken Anahit’i boşladığımı fark ettim ve akşamında buluşup program yaptık. Salı ve Perşembeleri buluşup ders çalışmakta, Cumartesileri dışarıda sürtüp Pazarlarıysa evde buluşup Fransızca çalışmakta anlaştık. Özellikle mahkeme günlerinin akşamlarını seçmiştim ki o gün gördüklerim hafızamda taptazeyken ona da aktarayım. Dönem sonunda gördük ki bu işe de yaramıştı. Gerçek hayattaki kadar saçma ve karmaşık olmasa da benzer konular sorulmuştu, o da en güzel şekilde cevaplayıp 3.80 ortalama yapmıştı. Bundan iyisi Şamdak ayısıydı.
Bu arada gerçekleşen bir olaysa beni yine hukuktan soğutmayı başarmıştı. Aralık’ta bir sandıkta usulsüzlük olduğu görülmüştü, seçim yenilenecekti. Tam da bunun üstüne kişiye özel yasa da değil, anayasa değişikliği yapıldı ve geleceğin başbakanının meclise girmesi, Rıfat Efendinin deyişiyle “solculara zararı olacak her şeye en birinci koşan” Baykal eliyle sağlandı. Lafa gelince bahsedilen prensiplerdi ya, o kadar meraklı olan önce TMK/2’yi değiştirmez miydi? Değiştirmezdi tabi. Bu madde değişirse düşünce suçuna nasıl kılıf uyduracaklardı?
Bunları düşünürken meslektaşlarımı aynı sebeple kınadığımı hatırladım. Başına gelmeden ölmez diyen hadis doğruydu herhalde. Ama haksız mıydım? Tamam, Rıfat Efendi yüzünden sevmiyordum kendisini ama daha derinde, daha önemli bir şeyden bahsediyordum kendimce. Hoş, onlara sorsak onlar da farklı olmazdı herhalde. Adaletle hukuk arasındaki çizgi, işte, daha mesleğe tam anlamıyla başlamadan kendini göstermişti.
Kendimi sorgularken üç ay daha geldi geçti. Kışın soğuğunda adaletin ateşini yakmak için uğraşanlardan alabildiğim almaya çalışmış, iyi kötü başarmıştım. Ufaktan çevre de edinmiş, hatta baro derslerine giren avukatların birinden staja yanında devam etme teklifi bile almıştım. Sene biterken kendime verdiğim sözü tutmuştum.
Ülkede hükumet değişim süreci de benim adliye stajımla başlayıp bitmişti. İlk üç ay seçimler yapıldı, ikinci üç ayda Erdoğan meclise sokuldu. Arada Irak tezkeresi patladı, meclisten ucu ucuna askerleri göndermeme kararı çıkınca vekillere ateş püskürüldü. Adliye yerine kışlaya gitmiş olsam belki ben de bugün değilse yarın savaşın içine girecektim. Bu kadar kolay mıydı? Elini kaldır, indir, yirmi yaşında çocuklar ya ölsün ya öldürsün ve hayatları, akılları, sağlıkları… sen orada bizim beşte, onda, belki yirmide bir fiyatına ülkenin en güzel etlerini yiyip semirebil diye zelil olsun. Bunu istemeyenlere kötü söz söylensin, itibarlarıyla oynansın. Hani vatan savunması haricinde savaş cinayetti? Hem ölmek isteyenlerin kolundan tutan yoktu. Gitseydiler ya? Kendi çocuklarına bal kaymak, elin çocuklarına şehit olmak. Ne güzel İstanbul’du be!
Bu olayla hukuk ve siyaset arasındaki bağı daha fazla görmüştüm. Tamam, Allahlık yapıyorduk ama taraftık, taraf olmak zorundaydık da. Tarafımız adaletti, kanunlardan çekip çıkarabildiğimiz kadarını çıkarmak görevimizdi. Karşımıza herkes gelebilirdi, herkes. En adi suçludan en yüksek mertebedeki kimseye kadar herkesle bazen açık bazen gizli bir savaşın içindeydik. Adalet bir oluştu erişmek isteyip önümüzde bir dolu engeller bulduğumuz. Hayatın her anındaydı, hiç görmediğimiz yerlere bile sızmıştı. Yolda yürürken yerdeki karıncaya basmamak bile adaletin işiydi.
Ben peki, nasıl bunu ancak şimdi, okul bittikten ve stajı yarıladıktan sonra görmüştüm? O kadar mı salaktım? Sanırım bu soruya evet cevabını vermem gerekli. Rahmetli peder beyim bana birçok şey vermeye çalışırken iki şeyi verememişti: Çalışma azmi ve sorgulama arzusu. Siyasetten de uzak durup beni de tutması üstüne mum dikmiş olsa gerekti. Yoksa, karıncanın hakkının dahi hukuk ve siyasetin alanında olduğunu anlamamak olacak iş değil ya?