Kıtmir’e Veda
Ertesi gün kalkar kalkmaz Rıfat Efendinin yanına gittim. Ben anlamadan bir iş dönmüştü önceki gün, ne olduğunu öğrenmeden bana rahat yoktu. Daha kapıdan girer girmez “o, sen mi geldin damat” diye karşıladı beni. Damat geldi tabi, yaktınız Adil’in başını şu genç yaşında!
Ben lafa giremeden önündeki gazeteyi uzattı. Baktım ama ne demeye çalıştığını anlamadım. Kendisi gösterdi sonra: Bahçeli erken seçim istemiş, tarih olarak da 3 Kasım’ı vermiş. E daha geçen gün seçimler zamanında yapılacak demiyor muydu bunlar?
Hem Rıfat Efendi ne zamandan beridir siyasetle ilgileniyordu?
“Bu herif ülkeyi ateşe atacak.”
“Atmamış hali buysa yandık desene.”
“Yok yok, öyle değil. Bu bildiğin ülkeyi ateşe atacak.”
“Yanarız o zaman. Yapmadığımız şey mi?”
“Yaktıkları yetmedi, şimdi külünü havaya savuracaklar. Yediler yediler de doymadılar.”
“Baksana her gün başka banka batıyor. Yiyecek bir şey mi kaldı?”
“Yünü sütü bittiyse eti kemiği duruyor. Bu kendine milliyetçi kendine muhafazakârlar onları da bitirmeden bırakmaz. Sen görmedin o günleri, bilmiyorsun. Bunlardan başka herkes vatan haini, tek bunlar vatanperver. Alır eline silahı, toplanır yirmi tanesi de bir tenhada bir kişiyi sıkıştırıp canına, malına, o da olmadı namusuna göz diker. Az mı uğraştık bunlarla?”
“Sen de mi karıştın olaylara?”
“Uzak durdum olduğunca, onlar bizi buldu. Biz kaçtık, onlar kovaladı. Gündüz gölge aradık yürümeye, gece ışıklardan kaçtık. Yoktu bizim kimseyle işimiz ama onların vardı. Yolun o yanında yürüdük solcular çıktı karşımıza, bu yanında yürüdük sağcılar. Arabalar olmasa ortadan yürürdük ya, o zaman ikisi de başımıza bela olurdu.”
“Peder beyim de bundan mı bıraktı okulu?”
İlk defa sormuştum bu soruyu. Anahit, evlilik, Anahit’in babası, şarap içmesi, staj… Her şey çıkmıştı aklımdan. Gözlerim dört kulaklarım sekiz açık dibine girip gözlerinin ta içine baktım.
“Ne sandındı ya?” dedi ağır ağır. “Anlatmadı mı hiç sana”?
“Anlatmadı ya. Anlatsana?”
“O dememiş o ki bir şey, bana düşmez.”
“O artık anlatamaz, sana kaldı bu görev.”
“Dememişse sana bir şey, demek bana düşmemiş. Geçmiş gün, hatırda kalan bırak orada dursun.”
“Bir defa sordum, ikinciye sormam Rıfat Efendi. Ama bir ömür de aklımda kalır. Söyle ki sorusunu değil cevabını bileyim.”
“Ne geçecek eline?”
“Belki hiçbir şey, belki çok şey. Kim bilir?”
Tespihine uzandı. Tamamdı. On dakika boyunca çekti durdu. On dakika boyunca sabırla, tek kelime etmeden bekledim. Nihayet duyulur duyulmaz konuşmaya başladı.
“Sana başka bir şey anlatayım, sen de nasibinde ne varsa onu çek çıkar içinden. Salim bir gün geldi eve, okulun ikinci üçüncü haftası. Yüzünde garip bir ifade. ‘Ne oldu’ diye çok sordumsa da bir şey demedi. O zamanlar da aramızdan su sızmazdı. Bana söylemiyorsa bunun da sebebi bendim, o değildi. Ben de ‘ben ne yaptım, ne ettim ki benden gizliyor’ diye düşündüm, aradım, uğraştım ama bulamadım.
“Biraz zaman geçti, ben diyeyim bir ay sen de bir buçuk. Bir akşam, hiç bize göstermeden çekti gitti. Ben ancak sabah gördüm yokluğunu. Duramadım ben de. Biliyordum adresini, sabah hemen ben de çıktım gittim evine, dedelere köye. Gittim ama Salim orada yok. ‘Sen nereden çıktın, kimsin, ne oldu’ diye sordu ettilerse de bir şey söylemedim, gerisin geri Ankara’ya döndüm. Orada yok, burada yok. Eşyaları da evde, yanına almamış. Bu adam nerede?
“Bir ay kadar sonra ortaya çıktı. Bayağı kilo vermişti, Anahit gibi ipince kalmıştı. Ne yapacaktıysa yapmıştı, yüzünde bunun rahatlığı okunuyordu ama bir yandan da mutsuzdu, onu görmek de zor değildi. Rahat ve mutsuz, ne garip çelişki! Sordum, dedim ‘Allah hakkı için anlat, ne oldu’?
“Bir yere gitmesi gerekmiş, gitmiş. Birini görmesi gerekmiş, görmüş. Aslında daha erken dönecekmiş ama fırsat olmamış. Olduğunda da kalkmış gelmiş. Sınavları kaçırmıştı ama toparlardı istese. İstemedi. Bu sefer eşyalarını gözümün önünde topladı, son senede bıraktı okulunu da döndü evine.”
Sustu. Ne anlayacaktım bundan?
“Kimi görmesi gerekmiş?”
“Bırakmayacaksın yakasını, değil mi?”
“Bir daha sormayacağım dedim Rıfat Efendi. Şimdi ne öğrendiysem o.”
“Dedeni görmüş.”
“Şimdi gittim evine, orada yoktu dedin?”
“Deden oradaydı dedim mi?”
“Bunlar ne iş yaptı ki peder beyim okulu bıraktı gitti?”
“O kadarını kendi söylese söylerdi.”
“Sen söylemezsin, o söyleyemez, e dedem de öldü ona da soramam. Böyle olur mu?”
“Araları o zamanda bozuldu, çok bileceksen bunu bil yeter. Sonra babasından kaçmak için askere gitti benden evvel, yirmi koca ay yeter sandı aralarını düzeltmeye ama yetmedi. Bir sene sonra da evlendi, hemen çocuk yaptı. Seni. Bu belki işe yarar, deden insafa gelir diye düşündü ama olmadı. Sonrasını sen de biliyorsun zaten.”
Sonrasını ben de bilmiyordum ama dedemden tiksinmiştim. O bir ayda ne olmuşsa olmuş, babama hayatı zindan etmişti. Sekiz sene yanında kalmıştı babasının, sekiz koca sene. Tanıyordum peder beyimi, illa kötü bir şey olduysa sebebi babasıydı, kendisi değildi. İyi de neydi bu?
“Tamam, dahasını demeyeceksin anladım. Nereye gitmiş, onu desen ya bari?”
“Onu bana da söylemedi. Ne yaptığını da söylemedi ya, ben anladım. Belki yanlış anladım diye sana da söylemiyorum zaten. Rahmet-i Rahman’la sarmalansın, günahını almak olmaz.”
Daha da sormak bir işe yaramazdı bu sözden sonra. O bildiğini anlatırdı, zannını değil. Sustum, o da sustu. Başka zaman yeni bahis açıp bana düşüncelerimi unuttururdu ama şimdi sadece elinde tespih dilinde duyulur duyulmaz zikir, sesi yerine tespihin şıkırtısını dinletiyordu. Bana kalmıştı sözü değiştirmek, ben de yaptım.
“Yüzük takmaya da hiç alışık değilim, oynayıp duruyorum. Sen nasıl alıştın takmaya?”
Of çekip tespihini çekmecenin gözüne koydu.
“Oynarken çıkarmayacaksın, sonunda alışırsın gider. Neye alışmıyor insan?”
“Ben seni böyle üzgün görmeye alışamadım ya. Hadi, asma yüzünü. Geçmiş gün. Ne olmuşsa olmuş, ne bitmişse bitmiş. Bugüne gel hele. Düne gel ya da. Sen neler yaptın öyle?”
“Neler yapmışım?”
“Hangi birini sayayım? Desene hele, şarap alıp ceketine sokmak filan. Hele ikidir şarapla gördüm seni. Alkolik mi olacaksın başımıza? Sarhoş olursan hiç eve taşımam seni, baştan uyarayım.”
“Höst deyyus, o nasıl laf öyle! Kendin gibi mi belledin beni de?”
“Nereden esti de aldın, hiç bize göstermeden de taşıdın onca yol?”
“E, siz denizde hoplayıp zıplarken ben de boş durmadım. İnsanı tanımak için konuşturmak lazım, ben de bol bol dinledim.”
“Ne dedi, şarap al da gel mi dedi?”
“Sen de ne çok sordun bugün! Paşamın mutluluğu için şarapçı damgası bile yedim de ben konuşmadım bu kadar!”
Sinirlenmişti ama bu alelade sinir değildi. Başka zaman kızıp geçerdi, şimdi öyle olmayacaktı ama. Anlamıştım, o kadar olsun tanımıştım.
“Kusuruma bakma Rıfat Efendi, akşamdan sonra aklım yerinde değil.”
“Yerinde olduğu zaman mı var a benim meraklı oğlum?”
“Var ya. Yani vardır herhalde. Bak, okul bitti. Hem de dört senede, hiç uzatmadan. Sınav olduğunda aklım başımda oluyor demek.”
“O zaman ben seni sınav edeyim. Edeyim mi?”
“Et, et tabi.”
“Tamam. Üç soru sorayım, ikisini bilemezsen yemeği sen yaparsın. Bilirsen de Kemal’den söyleriz.”
“Tamam.”
“O zaman… Dur, kolay sorayım. Ne sorayım? Hah. Ben dün dedim ki tamam, oğlum vaftiz olacak. Neden dedim bunu?”
“Bak ben sana soracaktım. Sen olur dedin diye ben de gaza geldim de tamam dedim. Neden olur dedin?”
“Ben sana sordum, sen vereceksin cevabı.”
“E ama. Tamam, dur düşüneyim. Babası başka türlü olur demez diye mi?”
“Yok. Hadi ikinci bir şans vereyim ama tek seferlik, diğer sorularımda ilkinde doğru cevabı isterim.”
“O halde düşüneyim biraz. Babası için değilse Anahit için olabilir. Ama yok, Anahit öyle bir şey demedi, ondan olmaz. Önemsiz mi gördün? Yok, önemsiz görecek değilsin. Zaten Müslümanım, yalandan yapsam bir şey olmaz diye düşündün herhalde. Yok yok, ondan da değil” diye güya sesli düşünüyor, esasında onu izleyip doğruyu bulup bulamadığımı anlamaya çalışıyordum ama sanki poker oynuyormuşuz gibi duruyordu, yüzünde hiçbir hareket yoktu. “Bilemedim Rıfat Efendi, sen söyle” diye yenilgiyi kabul ettim.
“Peygamber efendimiz daha çocukken iki melek gelip karnını açmış, içini ve kalbini yıkamış, bu arada da iki kan pıhtısını kalbinden söküp atmıştır. Böylece Şeytanın doğuşta dokunduğu kalbi temizlenip vahye açık ve hazır hale gelmiş, temizlenmiştir. Bu, peygamber efendimizin vaftizidir. Seninki de senin vaftizin olacak. Babasında sana karşı olan o kan pıhtıları böylece sökülüp atılacak.”
“O zaman babasını vaftiz edelim, benimle ne alakası varmış?”
“Bazı zaman olur ki başkasının günahının ceremesini biz çekeriz. Bu da böyle.”
“E ama o zaman Hristiyan olmuş olacağım? Vaftiz olmak oyun değil ki?”
“Allah kalpleri bilendir. Birisi seni vaftiz etti diye Hristiyan mı olunur?”
“Yani öyle de olmaz tabi de… Bu yalan söylemek ama?”
“Savaşta hile mubahtır. Senin nasibinin önüne böyle set çekerse senin bunu yapmanda bir sakınca yoktur. Mekke’de Allah’ı inkâr etmelerine boşuna mı cevaz verdi?”
“Bu da ikinci soru mu?”
“Yok, ikinci soru başka. Sorayım mı?”
“Sor. İlkini bilemedim, bir sıfır sen yeniyorsun.”
“O halde ikinci soru. İlkini bilemedin, bu daha kolay olsun. Demişti ki bir üstadım, iki Efendiye köle olunmaz. Bense dün Muhammed ve İsa efendilerimizin kavliyle istedim kızı. Neden böyle yaptım?”
“O Hristiyan ben Müslüman, ondan olsa gerek diyeceğim ama yok, bundan olsa sormazsın. Tek cevap hakkım var, yanlış cevap vermeyeyim” dedim ve düşünmeye başladım. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu ki birden jeton düştü.
“İkisi de bizim, ikisi de Allah’ın peygamberi. Burada iki efendi yok ki, tek Efendi var.”
“Pes, vallahi bravo. Doğru bildin. Onların arasında ayrım yapılır mıymış?”
“Savcı vurdu gol oldu! Üçüncü soruyu da sor da iki döner patlatalım.”
“Bak hele, bir soruyu bildi diye neler yapıyor. Sen istedin, zor sorayım da gör” dedi. Tam ağzını açarken bir fren sesi duyduk dışarıda, bir de acılı bir inleme. Hemen dışarı koştum, Rıfat Efendi de arkamdan.
Kapının az ilerisinde bir araç duruyordu, önünde de Kıtmir yatıyordu. Araba çarpmıştı. Herifin huyu değildi, yola çıkmazdı yeşil yanmadan. Ne olmuştu da atlamıştı?
Sormanın vakti değildi. Hemen gidip eğildim baktım. Gözünün arkasından kan geliyor, usul usul iniyordu. Bağıracak kadar bile gücü yoktu demek ki. Ben ne yapacağımı bilmezken Rıfat Efendi “Kaldır hemen, aman yavaş ol da incitme” dedi, şoföre de arabayı sürmesini söyleyip hemen arkaya atladı. Elimden geldiğince sarsmadan kucaklamaya çalıştım ama ne fayda? Maşallah benim kadar boyu vardı, sarsmamak mümkün müydü?
Zorla kaldırıp arabaya bindim, Rıfat Efendi yoku tarif etti ve belediyenin veterinerine geldik. Kızdığı zaman arkasını dönüp giden adamdı Kıtmir, sakin adamdı Allah’tan. Başını yol boyu okşadım, vardığımızda dikkatle içeri taşıdım. Sağ olsunlar hemen müdahale ettiler. Üç saat boyunca orada Rıfat Efendiyle Kıtmir’i bekledik ama haberler kötüydü. Araba başına vurmuş, içeride de kanama varmış. “Maalesef kurtaramadık”.
Dünya birden başıma yıkıldı. Eve taşındığımız ilk gün tanışmıştık biz onunla. Peşimden koşmuştu bir sefer, sayısız defa yolumda eşlik etmiş, yemeğime ortak olmuştu. Daha Anahit’i babasından istediğimi söyleyip koca salam alacaktım ben ona. Yapılır mıydı bu?
Benim gözümde yaş, Rıfat Efendinin gözünde yaş öylece oturup kaldık. Veteriner cesedini alıp almayacağımızı sordu, bana kalmadan Rıfat Efendi söyledi: Alacaktık tabi, bırakmak olur muydu?
Bir kutu ayarladılar, bedenini verdiler. Elimde kocaman kutu, yanımda Rıfat Efendiyle bahçede kalmıştık. Ne yapacaktık?
Taksiye atladık. Hekimoğlu Ali Paşa Parkına gittik. Rıfat Efendi sanki buna hazır nazır bekliyormuş gibi bir kürek ayarladı, yapacak daha iyi bir işi olmayan meraklı gözlemcileri hiç umursamadan buyurdu: Kaz. Gelip ne oluyor ne bitiyor diye soranlara kızarak, zabıtayı da resmen kovarak bana Kıtmir’in mezarını kazdırdı. Bedenini mezara koyduk, toprağını attık, Rıfat Efendi duasını etti ve toprağına ilk suyunu döktük.
Bir banka oturduk yan yana, mezarı izledik sessizce. Dokunan eden yoktu. “Bu kadar kolay ha Rıfat Efendi” dedim. Silkindi, bana baktı.
“Ölmek diyorum, bu kadar kolay. Bak, gitti işte. Sabah vardı, ikindide yok.”
“Kolay olsa ben burada olmazdım.”
“O ne demek öyle?”
“Bir bacağı bıraktım ben enkazda. Kaç gün hastanede yattım. Öyle kolay olsaydı Kıtmir’den evvel ben gitmiş olurdum oraya.”
“Allah geçinden versin.”
“Gücünden vermesin de vaktine ben karışmam. Sormuyor da zaten, kendi ne zaman isterse o.”
“Olsun, yine de geçinden versin” dedim, telefonum çaldı. Kıtmir’in haberini Anahit’e vermiştim, önce eve sonra dükkâna gelmiş ama bulamamış, neredesiniz diye soruyordu. Söyledim, parka geldi. Sorsak inanmaz etmezdi ama nereden bulmuşsa bir mum bulmuştu, bir de çakmak. Taze mezara gidip kendince dua etti, istavroz çıkarıp mumunu da yakıp koydu derken bir ses duyduk.
“Ne yapıyorsunuz orada, cami bahçesinde ayin mi yapıyorsunuz?”
Döndüm baktım. Çember sakallı, potur şalvarlı, kırk yaşlarında kara kuru biriydi. Çok da ciddiye almadım. “Köpeğimiz öldü. Usulünce gömdük, duamızı ettik” dedim, arkamı dönüp Rıfat Efendinin yanına yürüyordum ki “cami bahçesinde öyle gavur adeti işler olmaz. Kaldırın o mumu” dedi.
“Cami bahçesi yan tarafta, burası park.”
“Caminin yanı burası, cami bahçesi sayılır.”
“Cadde de caminin caddesi. Samatya da mı cami bahçesi?”
“Kaldırın şu mumu kardeşim, insanı günaha sokmayın.”
Ben sakin kaldıkça üstüme geliyordu. Gariptir, Rıfat Efendi de ses etmeden izliyordu.
“Sana mı soracağım nereye mum dikeceğimi?”
“Allah’ın evinde kafirlik yapmayın, kaldırın dedim şunu.”
Birden sinirlendim. “Ne diyorsun lan sen” deyip üstüne yürüdüm, araya Anahit girdi. Geri dönüp mumu almaya yeltendi ama ben izin vermedim. Kim oluyordu lan bu?
İtler yalnız gezmez. Birden yanında ikinci biri bitti, derken üçüncüsü geldi. Ne oluyor, burası cami bahçesi kardeşim, çok seviyorsanız kiliseye gömün…
Ben kavgaya hazırlanırken Rıfat Efendi doğrulup yanıma geldi, beni susturup kendi konuştu.
“Derdiniz nedir ey cemaat-i müslimin?”
“Köpekleri ölmüş de cami bahçesine gömmüşler de başına bir de mum dikmişler. Kafir kafir işler.”
“Evet, Kıtmir öldü ve buraya gömdük biraz evvel. Duasını ben ettim, kızım da Hristiyan’dır ve başına mum dikmiş. Derdiniz nedir?”
“Sakalından utan Bey Amca. Cami bahçesinden başka yer bulamadınız mı? Hadi…”
“Adi Kıtmir’dir, kimseye de zararı görülmemiştir. Hadi huyunu geçin, adına saygınız olsun. Cümle arz Allah’ın bahçesidir, hiçbir yere gömmeyecek miyiz bu hayvanları?”
“Camiden başka yer mi kalmadı?”
Rıfat Efendi caminin kubbesini, aradaki sokağı ve parkın çitlerini gösterdi.
“Burası bana caminin bahçesi gibi görünmüyor.”
“Araya sokak çektiler diye bahçe ayrılmaz. Ha o taraf, ha bu taraf.”
“Camide cima eylenir mi?”
“Haddini bil be adam!”
“Sen haddini bil! Araya sokak çekmiş, üstüne ev yapmışlar. Caminin yanında diye insanlar evinde eşiyle birlikte olmasın mı?”
İyi yerden vurmuştu ama karşısında primattan aşağı varlıklar vardı.
“Hadi gömdün, ona olur dedik. Başına mum dikmek nedir? Burası Müslüman memleket, saygı duyacaksınız.”
“Allah’ın resulünden, halife-i raşidundan da mı çok mu biliyorsunuz da konuşuyorsunuz? Onları da geçtim, Allah’tan da mı çok biliyorsunuz da konuşuyorsunuz?”
“Çok olmaya başladın Bey Amca.”
“Haddini bilmeyenden haddimi öğrenecek değilim. Herkesin dini kendine.”
“Gidin evinizde yaşayın dininizi. Burası Müslüman memleket.”
“Vay! Allah’tan kitaptan bihaber sen, beni tekfir mi ettin?”
Anahit zavallım, yaptığından bin pişman bir Rıfat Efendiyi bir beni çekiştiriyordu ama yok, geri adım atacağımız yoktu. Bir mumla zarar gören din mi olurdu? Ben bunu düşündüm, anında Rıfat Efendi söyledi.
“Allah’ın nuru Müslümanın kalbinde parıldar. O öyle bir ışıktır ki cümle güneşler bir araya gelse yanında kapkaranlık kalır. Sizde hiç mi nur yok da şu ufacık, titrek ateşten korktunuz? Hiç mi imanınız yok içinizde?”
“Mum yakmak kafirlik alametidir. Müslüman memlekette küfre yer yok!”
“Allah hesabı ahirete bırakmış, tövbe kapısını son nefese kadar açık tutmuş. Sevgiyle dine çağırın demiş resul-u Ekrem, siz böyle mi dine çağırıyorsunuz insanları? Kapatalım mı kiliseleri de, ne diyorsunuz? Peygamber efendimizden de çok biliyorsunuz o ki, hadi anlatın da bilelim?”
“Çok seviyorsanız kalkın kiliseye gidin.”
“Ona da giderim, için rahat olsun. Ömer Faruk efendimiz gitmiş de kilisede namaza durmuş. O da kafir mıdır gözünüzde?”
“Sen Ömer misin?”
“Sen Allah mısın?”
“Tövbe estağfurullah… Burada mum istemiyoruz kardeşim. Gidin evinizde yakın çok istiyorsanız. Kilisenizde yakın. Camiden başka yer mi yok?”
“Bak hele, bana din öğretene bak. Tüm yeryüzü size mescittir diye Allah yalan mı söylemiş?”
“Öyledir, amenna ve saddakna.”
“Tüm arz mescitse kiliseler de mescit değil midir?”
“Camiler neden var o zaman?”
“Ha işte… Hadi gidin, bunu öğrenip gelin.”
“Lafı çevirme Bey Amca. Kaldırın şu mumu.”
“Allah aciz midir de bir mumdan zarar görür?”
“Düzgün konuş!”
“Eh, yettiniz ulan” diye birde bağırdı Rıfat Efendi. “Varsa aranızda adam, bir adım öne atsın da boyunu görelim”. Birbirlerine baktılar, Rıfat Efendi devam etti. “Bir mumla dininiz zarar görüyor imanınız eksiliyorsa basın gidin, pazardan yarım kilo iman alın. Kıtmir burada, mezarında. Duasını ben ettim, mumu da başında yanıyor. Lafla adam olmuyorsanız hakkınız bellidir. Ya gidin dininizi öğrenin adam gibi, ya da gelin ben size kısa tarafından dersinizi vereyim”.
Böyle deyip arkasını döndü, mezara doğru yürüdü. Anahit’in elinden tutup ben de peşinden gittim. Herifler ne yapacaklarını bilemeden durdular, bir iki laf attılarsa da Rıfat Efendi ses etmedi, bana da sessiz olmamı söyledi. Sonunda ikindi okununca kalkıp gittiler ve baş başa kaldık. Anahit mahcup, ne diyeceğini bilmeden duruyordu.
“Sen hiç tasalanma kızım. Bunlar ittir, havlar dururlar. Azıcık diş gösterdin mi de böyle kaçıp giderler. Bunlara elini verdin mi kolunu kaptırırsın. Baştan uzak tutacaksın ki tırnağına bile dokunamasın namussuzlar.”
“Ama gereği yoktu, durduk yere.”
“Öyle deme, öyle olur mu? Bugün altı üstü bir mum dersin, ne olacak kaldıralım dersin, yarın kiliselerin kapısına kilit vurmak isterler. İyiliğin nasıl küçüğü olmaz, kötülüğün küçüğü hiç olmaz. Kötülüğe karşı çıkmak da imandandır.”
“Başınıza bela olmasınlar ama sonra?”
“Olmazlar. Hem olsalar kaç yazar? Onlar belaysa ben daha büyük belayım. Kim demiş uysal koyunum?”
“Özür dilerim, bilemedim.”
“Bak hala… Ne özrü kızım? Özürlük bir şey varsa onlar özür dileyecek. Sen ne yaptın da özür diliyorsun?”
Öyle onları dinliyordum. Az önceki saçmalığı unutmuştum bile, çok hoşuma gitmişti.
“Biz aile olduk ya” deyip ikisini de kendime doğru çekip sarıldım. Daha dün ne güzel Anahit’i istemiş ve babasından olur almıştık, birkaç insan demeye bin şahit ister kimse yüzünden canımızı daha fazla sıkmaya ne gerek vardı?
Ben böyle düşünsem de Allah böyle düşünmüyordu ki parka iki polis girip yanımıza geldi.
“Ne oluyor burada?”
Polisle olan tek anımın tatsız olması nedeniyle moralim tekrar bozuldu.
“Ne oluyormuş?” diye sordu Rıfat Efendi.
“Baylar bize geldi, olay çıkarıyormuşsunuz?”
“Ne olay çıkarıyormuşuz?”
“O kadarını söylemediler. Neler oluyor anlatın hele?”
“Ben avukatım” diye araya girerek ben cevap verdim. “Mahallenin köpeği vardı, Kıtmir. Öğlen araba çarptı, veteriner kurtaramadı. Biz de mahallesinde kalsın diyerek getirdik, aha buraya da gömdük” diyerek mezarı gösterdim.
“Yalnız parka köpek gömülmez.”
“Tamam. Yasayı gösterin, biz de çıkarıp götürelim.”
Tabi ki yasa filan bilmiyorlardı.
“Herkes hayvanını parka gömse ne olur?”
“Herkes hayvanını sokağa bırakırsa ne olacaksa o olur.”
“Kardeşim parka köpek gömülmez.”
“Vatandaşa da kardeşim diye hitap edilmez. Var mı belediyenin hayvan mezarlığı?”
Var mıydı? Yoktu. Ölen sokak hayvanları ne yapılıyordu o zaman?
Hemen karakola anons geçildi. On, on beş dakika sonra cevap alındı: Ekip gelecek, hayvanı alıp uygun yere gömecek.
“Biz burada duasını ettik, suyunu verdik. Daha da rahatsız etmesek olmaz mı?” diye sordu Rıfat Efendi. Olmazdı. Hastalık saçabilirmiş, aç kalan hayvanlar mezarı eşip çıkarıp yiyebilirmiş. Diğer sokak hayvanları yerine kurtlar, bakteriler yese daha iyiymiş.
Ekibi çok beklemedik, sanki hazır bekliyorlarmış gibi hemen geldiler. Mezarı açtık ve Kıtmir alındı, ceset torbasına konuldu ve arabaya yüklendi. Biz de gidebilir miydik beraber, en azından nereye gömüldüğünü bilirdik?
“Bu kadar seviyorduysanız evinize alıp baksaydınız? Ne diye sokakta bıraktınız ki hayvanı?”
İşte bunca verecek cevabım yoktu. Kıtmir benim için sokaktaki hayvandı, eve almayı hiç düşünmemiştim. Haklıydılar ama. O kadar seviyordum o ki, ne diye evime de değildi ki?
Araba gitti, parkta kaldık. İleride şikayetçilerimizi gördüm. Polis işini görmüştü, mutluydular. Mezar yoktu, haliyle mum da yoktu. Daha ne isterdiler ki?
Daha öğlende açtık, şimdi açlığımızı hatırlamıştık. Ne yiyoruz derken “eyvah eyvah” dedi Rıfat Efendi. “Dükkânın kapısını kilitlemedim”.
Hemen koştum. Kaç saattir dışarıdaydık, sanki şimdi beş dakika erken gitmem bir şeyi değiştirecekti ama koştum. Kapı kapalıydı, içeride biri vardı. Hızlıca içeri daldım, içerideki de bana doğru döndü.
Mali!
“Ne arıyorsun la sen burada?”
“Sabah kaçtın gittin, dedim ya buraya gelmiştir ya Anahit’le buluşmuştur. Geldim baktım kapı açık ama yoksunuz. Ben de ‘gelirler şimdi’ diye oturdum bekledim, kaç saattir bekliyorum. Nereye kayboldunuz?”
“Kıtmir’e araba çarptı, onu veterinere götürdük filan. Sen ne zaman geldin?”
“Ne bileyim ne zaman geldim. Öğlen uyandım, kahvaltıdan sonra geldim işte.”
“Biz çıktıktan az sonra. İyi, iyi. Gelen giden oldu mu?”
“Oldu. Bekleyin dedim de hangi mal benim gibi saatlerce bekler? Kıtmir nasıl, iyi mi?”
“Öldü la.”
“Yapma be. Üzüldüm bak şimdi.”
“Üzülmez mi insan? Yukarı, Hekimoğlu Parkına gömdük ama polis geldi götürdü herifi. Başka yere gömeceklermiş.”
“Allah rahmet eylesin, sevenlerinin başı sağ olsun.”
“Âmin, âmin… Hem sen niye geldin?”
“Ne niye geldin? O kadar çeyrek taktım ama limonatamı içmedim. Limonata için geldim.”
“Hay senin limonunu…”
“Küfür etme, it! Altını alırken güzeldi ama? Nerede la benim limonatam?”
“Seviyorum la ben seni. Dur, Rıfat Efendiyle Anahit yolda, gelirler şimdi. Onlar gelsin, gidip alıp geleyim de içelim. Çocukları da çağırırım.”
On beş dakika sonra geldiler. Hemen çıkıp yarım kilo limon alıp eve gittim. Hakan yoktu, ben de Serdar’ı alıp dükkâna döndüm. Limonatayı yukarıda yapacaktım ama Rıfat Efendi aç olduğunu hatırladı, ben de arkasından. Bu sefer kapıyı kilitlemeyi unutmadan dükkândan çıktık, Kemal amcada küçük bir ziyafet çektik. Neden toplandığımızı söylediğimizde söz hediyesi diyerek para da almadı. “Serdar, seni de sözleyelim de bir yemek daha beleşe gelsin” dedim.
“Tanıdığımız bildiğimiz kız. Hem güzel hem akıllı. Kaçmaz valla.”
“La yürü git” dedi ama “olur mu öyle şey” der gibi değil de “şimdi sırası değil” der gibi söyledi. Vay şerefsiz, yoksa? Üstüne varmadım ama soracaktım bunu. Koca gün geçmiş, akşam olmuştu neredeyse. Sorularıma cevap alamamıştım, hatta soramamıştım bile. Rıfat Efendinin son sorusu da kalmıştı bak.
“Rıfat Efendi, senin son soru kaldı.”
“Yemeğimizi yedik, oyun düştü. Bir dahaki sefere.”
“Sor da aklımda kalmasın?”
“Sormayayım ki bir dahaki sefere cebimde cephanem olsun.”
“Ben sorayım o zaman?”
“Bugün de meraklılığın üstünde. E hadi sor. Ama bir tane sor. Şurada belki son defa toplandık, öyle zayi etmeyelim.”
“Tamam, tek soru. Nasıl razı ettin Levon amcayı? Nasıl bildin ne demen ne yapman lazım diye? Adam bir kere gülümsemedi bile, nasıl tamam dedirttin?”
“Evet ya. Teyzem olmasa kapıdan bile kovardı sizi. Nasıl oldu da oldu bu?” diye Anahit de ekledi.
“Ben razı etmedim. O zaten razıydı, ben görmesini sağladım.”
“Ama nasıl?”
“Bir soru dedim, soru hakkın bitti. Hadi, yeter.”
“Ne olur söyleyin” diye Anahit ekledi bir daha.
“Geçen hafta, senin doğum gününde oturduk ya biz beraber? Orada kendisi söyledi, söylediğini bilmeden.”
“Ne dedi ki?”
“Her şey insanın istediği gibi olmuyor dedi.”
“Yani?”
“Anlatıyorum ya işte? Ben de ‘herkes kendi doğrusunu bilir, doğru da ancak olanla bulunur’ dedim. ‘Doğru yoktur, ancak olana hakkını vermektir doğru olan’. Anladı herhalde ne dediğimi ki ‘o zaman olacağı engellemek gerekir’ deyince ‘kendini insan için feda etti. Engellese ne halde olurduk’ diye sordum. İyi yerden vurunca o da çok bir şey diyemedi tabi.
“Aklındaki neydi, neyi isterdi ben bilmem, bilirse ancak kızım bilir. Razı mı geldi yoksa öyle mi davrandı, onu da göreceğiz. Şimdiden sonra ırmağa ters yüzülmez, denize muhakkak varılır. Benim işim de burada biter, kalanı ikinizin elinde.”
İki cümleyle oluyor muydu böyle? Sorma demişti, sormuyordum, çok da önemsemiyordum gerçi. Beni de böyle bir anda kandırmamışlar mıydı zaten?
Kıtmir’i gömmüş, yemeği yemiş, akşamı da etmiştik. Yorulmuşum, Rıfat Efendi de ha keza. Kemal amcadan limonata istedik, altına karşılık borcumu da ödedim. “Bir şeyi unuttum ama neyi” diye düşünürken hatırladım: Staj! Ertesi güne kalmıştı artık, ne yapalım?
Rıfat Efendiyi evine bıraktık, Serdar’la Mali de eve döndü. Ben Anahit’i durağa bırakıp geri döndüm. Hakan akşam gelince yine son defalık kâğıda oturduk, yattık kalktık ve takvimden bir yaprak daha eksilttik.