Birkaç Şart
Ertesi gün Anahit öğlende aradı. Sesinde hala sinir vardı. Hala mı siniri dinmedi diye düşündüm, ben sormadan o söyledi.
“Akşam teyzem gitmeden babama söyledim, olmaz diye kıyameti kopardı. Bir saat dil döktük ama bir işe yaramadı. Ne yapacağız?”
“Biz de sonraya bırakırız o zaman. Zaten erken şimdi, kaç sene bekleyeceğiz evlilik için. O da alışır, kanıksar bu arada?”
“Olmaz. Şimdi de ben inat ettim. Öyle salak salak, saçma sapan konuşuyor ediyor. Hayat benim hayatım, onun istediği şekilde yaşayacak değilim ya?”
“Tabi değilsin ama o da hiç beklemiyor bunu. Şimdi en azından. Sen niyetimizi söyledin, bunu artık biliyor. Benim stajım bitince mesela, o zaman yapalım? Bir senesi var, bir senede o da beni tanır eder, buna da alışır. Olmaz mı?”
“Olmaz. Sinirimi bozdu, olmaz.”
“Gel biraz çıkalım, hava alalım. Sen de sakinleş, öyle konuşalım?”
“Tamam çıkalım ama ben karar verdim. Boşuna değiştirmeye çalışma.”
“Bakarız ona. Taksim mi yapalım?”
“Karşıya geçelim. Kadıköy’de güzel bir yer açılmış, arkadaşlar söyledi. Onu görürüz?”
“Tamam. Eminönü o zaman? İskele?”
“Hazırlanıyorum şimdi. On dakikaya çıkarım.”
Ben de hemen hazırlandım ve buluştuk. Vapur boyunca bir güldü bir kızdı. Babandır dedim, gönlünü yapmak lazım dedim, onun da hayattaki tek varlığısın dedim, seni sevdiği için dedim, kötülüğünü istemez dedim, mutlu olmanı ister dedim, zaten erken dedim… Hiçbirini dinlemedi. Sonunda şaka olsun diye “sen de ne evlilik meraklısı çıktın, hiç böyle bilmiyordum” deyince hepten koptu.
“Sen bana evlenme teklif etmedin mi?”
“Ettim.”
“Şimdi neden vazgeçtin?”
“Kim demiş! Sen vazgeçsen bile ben vazgeçmem.”
“O zaman tamam, yeter. Sen teklif ettin, ben kabul ettim. Var olanı yok gibi görmeye göstermeye gerek yok.”
“Ben teklif ettim ama nasıl ettim, sorsana bir?”
“Sordum.”
“Sor sor, düzgün sor.”
“Nasıl ettin?”
Oturdum anlattım. Rıfat Efendinin rüyasını da anlattım, Serdar’ın bana sormadan kendisine yazdığını da, fikrimin o bana öyle bakınca bir anda değiştiğini de.
“Ben, sen istedin de ettin sandım. Tamam o zaman, boş verelim.”
Alınmış gibiydi. Onu öyle duyunca rollerimiz değişti. Ben “hafta sonu geliyoruz” dedim, o boş ver sonraya kalsın dedi. Olmazdı arkadaş. Sonraya filan kalmazdı. Laf ağızdan çıkmıştı bir defa. Ya denileni yapacaktık ya yapmayacağımız şeyi söylemeyecektik. Olurdu olmazdı, iki saatin sonunda olurduda karar kıldık. Bir defa bir şey dedi mi imkânı yok tersine dönmezdi, Allah’tan şimdi olmaz deyişi sinirindendi.
İyi de neden bu kadar kızmıştı ki?
“Babam iyidir hoştur. Terstir biraz ama kötü niyetli değildir. Baksan genç ama eski kafalı, kızına Ermeni eş ister.”
“Ne diye kalkıp Türkiye’ye döndü ki o zaman? Hadi orada kalmadı, Ermenistan’a gitseydi?”
“Burası onun da memleketi. Ermenistan’ı görmemiş etmemiş. Baba yurdu diye kalktı buraya geldi.”
“Vatandaşlığı nasıl almış?”
“Fransa dedemin çocuğuna vatandaşlık vermemiş de öyle almış. Sonra çifte vatandaş oldu.”
“Seni neden Türk yapmış? Fransız vatandaşlığı varmış, tek onunla kalsaymış?”
“Babam istememiş ki, annem istemiş. Buraya gelene kadar babam benimle hiç Türkçe konuşmadı. Ne yaptığını kendi de bilmiyor işte.”
“Düşmanlarının içinde yaşıyor. Tam şizofreni.”
“Düşman da değil ama korkuyor. Baksana teyzem bile ta ne zaman nasıl öğrenmiş ne olduğunu. Yine aynısı olacak diye korkuyor.”
“Ben ilçede dinledim biraz bir şeyler. Anlamadım bu ne iştir, nasıl iştir. Hem kızıyorlar hem yazık oldu diyorlar. Aynı kişi bir sövüyor bir seviyor.”
“Birilerinin günahını herkese yüklüyorlar işte. Herkes haklı, herkes haksız. Bunun doğrusu yok.”
“Arada da olan sana bana oluyor. Kaçıncı yüz yılda yaşıyoruz, Ermeni mi kaldı Türk mü kaldı?”
“En çok şimdi Ermeni kaldı Türk kaldı. Baksana hepsi başka türlü deli.”
Öyleydi. Hepsi başka deliydi.
“Yalnız baban böyle bakıyorsa onun olur demesinin imkânı yok.”
“Ben dedim, gerisi önemli mi?”
“Değil de işte… Ne de olsa babandır, üstünde hakkı vardır.”
“Ben onun hakkını yemiyorum. Benim mutluluğumu değil kendi mutluluğunu düşünüyorsa o benim hakkımı yer.”
Tam bunu dedi, gözüm yüzünden az aşağı kaydı ve kaç saat sonra kolyeyi taktığını gördüm. Adam da alınmakta haklıydı. Haçını takmayan kız kolyeyi takıyordu baksana?
Aman, neyse neydi. “Sizin aile içi işiniz, benim karışmam yakışık almaz” dedim ve sordum: Pazar akşamı ne zaman geliyoruz?
Saat yedide. Tamam. Yedinci ayın yedisi, saat yedide.
Aksam haberi Rıfat Efendiye verdim, o da hazırlanmaya başladı. Salı, Çarşamba, Perşembe… Her gün Anahit’ten babasıyla yaptığı sonuçsuz konuşmaları dinledim. Cuma, Cumartesi derken takvimlerin Pazar’a döndüğü gece “koşun lan” diye bir bağırtıyla uyandım. Deprem oldu sanıp yataktan zıplayıp kapıya koştum bunu yapmamam gerektiğini bilmeme rağmen ve Mali’yi birini altına almış şekilde buldum.
Eve hırsız girmişti.
Serdar ve Hakan da uyanıp koştular hemen. Adamı yerde tutuyordu hala. Güçlüydü Mali. Benden az uzundu ama bayağı yapılıydı. Kızlar da yüzünden çok vücudunu beğenirdi zaten. Hemen bir çarşaf alıp parçaladık, adamın ellerini bağlayıp ağzını kapattık. Ne yapacaktık şimdi?
Önce elindeki poşete baktık, boştu. Üstünü yokladık, yine bir şey yoktu. Mahalledeki en yanlış eve girmişti belki de. Öğrenci evinde ne bulacaktı?
Ne yapacaktık? Polise vermek gerekti ama bir şey çalmamıştı. Bıraksak başka yerlere girecekti. Kısa bir istişare sonrası polisi aramaya karar verdik. Daha güneşe saatler kala polis geldi, karakola ifade vermeye gittik derken yedinci ayın yedisi, sabahın yedisinde ancak eve döndük. Uyumak için geç uyanmak için erken bu saatte kahvaltı edip uyanmak için o kadar da erken olmayan bir saati ettik. Arada da sorduk: Mali nasıl yakalamıştı adamı?
“Ya çişe kalktım, dönerken baktım biri yatağa uzanmış üstünde battaniye. Önce ikinizin biri sandım, ‘sktir git yatağına yat’ dedim. Bir baktım yabancı bir yüz. Kaçmaya çalıştı ama yer mi Anadolu çocuğu?”
Yememişti işte. Bravoydu Anadolu çocuğuna.
Kahvaltıdan sonra, sabahın köründe manyak gibi “son defa” kâğıda oturduk. Öyle elli birde, yüz birde filan değil tam iki yüz elli birde bitirdik. Bitene dek de Anahit’i istememizden konuştuk. Ben sadece Rıfat Efendiyle gideriz diye düşünmüştüm, meğer hepsi birden gelmek istiyordu ya?
Olmaz demek beyhudeydi. Biz giderken arkadan takip edip gelirlerdi, boşuna dil döküp yorulmaya gerek yoktu. Bir yandan da hoşuma gitmişti işin doğrusu. Kalabalık olunca babası belki pısardı biraz, kim bilir?
Oyun öğlende bitti, Rıfat Efendiyi de alıp beşimiz birden o gün dükkânı açmayan berber İbrahim abiyi evinde bastık, tıraşlarımızı olup saçlarımızı yaptırdık. Gömlekler ütülüydü tekrar ütülendi, ceketler ve pantolonlar da bundan nasibini aldı. Hakan’ın takımı yoktu, ona da benim diğer takımı giydirdik. Benden daha ufak ve inceydi, biraz büyüktü ama aman, takım mıydı? Takımdı. Tamamdı işte.
Evde durmak zor gelince Rıfat Efendinin yanına gittik. Önden aklıma geldi, hikâye defterimi aldım ve şeytanın Âdem babamızı evlenmesi için kandırmaya çalışması hikayesini anlattırıp yazdım. Güldük eğlendik derken saat altı buçukta taksiye atladık, arka koltuğa dört kişi zorla sığıştık ve evlerinin önüne geldik.
Kapı ancak zile üçüncü basışımızda açıldı. Anahit Rıfat Efendinin hediyesi elbiseyi giymişti, bembeyaz bir melek gibi karşıladı bizi. Meral Abla salonun kapısında bekliyordu. Babası ise hiç oralı değildi, nezaketen bile oturduğu koltuktan kalkmamıştı. Hiç bozuntuya vermedik. Çikolatayı Anahit’e, çiçeği “yeğeni gibi güzel” Meral ablaya verdim. Babasından boş kalan diğer tekli koltuğa Meral Abla oturdu, çekyatın onlara taraf kısmına Rıfat Efendi diğer tarafa ben geçtik. Masadan dört sandalye çekildi, üç silahşorlar ve Anahit de yan yana dizildiler.
Tamam, kaleye girmiştik. İlk adım tamamdı, ikinciye başlamak gerekti. Rıfat Efendi, sanki kırk yıllık kız istemeci gibi lafa başladı. Havadan sudan konuşup babasını yumuşatmaya çalışıyordu ama yok, ne yapsa adamın yüzündeki kaslar bir milim yukarı oynamıyordu. Artık onun da canına tak etmiş olacak ki Meral Abla aldı sazı eline. Babası sanki hiç yokmuş gibi ikisi konuşuyor, arada bizi lafa katıyorlardı:
Okullar bitmiş, oh ne güzel olmuş. Ben avukatlık stajı yapacakmışım zaten, onu biliyorlarmış. Serdar ne yapıyormuş? Hakimlik sınavına mı hazırlanıyormuş? Aman ne güzel ne güzel, bir avukat bir hâkim varmış evde. Mali? O da kaymakam mı olacakmış? Aman ballı kaymak. Hakan? Dış işleri için mi uğraşıyormuş? E daha ne olacakmış? Maşallah evde devlet varmış devlet.
Evde devlet varmış ama bir de devlet gibi baba varmış. Yok, ne deseler kısa cevaplarla geçiştiriyor, kendisi de yeni bir bahis açmıyordu. Bana, sanki aklından bir şeyler kuruyormuş gibi geliyordu ya, ne olduğunu anlamak imkansızdı.
Artık konuşacak konu bulamayan Meral Abla Anahit’e bir göz işareti yaptı, salondan çıkıp on dakika sonra elinde koca bardaklarda kahvelerle geldi. “Şeker sorulmaz mı” diye düşündüm ama Türk kahvesi yerine kapuçino yaptığını fark ettim. Gülmem geldi gülemedim, dudaklarımı ısırıp durdum. Çok Avrupalıydık canım. Türk kahvesi neydi öyle oryantal oryantal? Bizi kapuçinodan aşağısı keser miydi hiç?
Kahveleri yarıladık, artık vaktidir diyen Rıfat Efendi lafa başladı.
“Rab Âdem babamızı yarattığında o, cennetin en güzel köşesinde yaşamasına, her şeyin en güzeline hem de hiç zahmet çekmeden erişmesine, iyilik ve sevgiden başka şey tanımamasına rağmen bir eş istedi ve ilk günah işlenmemişken, Âdem babamız hala melekler gibi masumken Rab onun bu dileğini gerçekleştirip bir kadın yarattı. Dünyanın düzeni o günden beridir böyle geldi, her insan bu dünyada eşini aradı. Çocuklarımız birbirlerini eş olarak görmüş. Bize gelip bunu bildirmek, evvel rızamızı sonra hayır duamızı almak, sonunda Rabbin katında bu kararlarının tasdik edilmesini istemiş. Biz de kapınıza çocuklarımızın bu niyetleri üstüne geldik. Rabbin emri, İsa ve Muhammed efendilerimizin kavliyle kızınız Anahit’i oğlumuz Savcı’ya istiyoruz.”
Bak hele, hala Allah demiyordu. Ne çakal çıkmıştı Rıfat Efendi!
Babası oturduğu koltukta hafifçe dikeldi. Tüm gözler üstündeydi. Bundan hoşlanmış olsa gerek ki konuşana kadar bizi bayağı bekletti.
“Bunun kararı sadece bana ait değil. Önce soralım. Kızım! Sen bu çocuğu eşin olarak istiyor musun?”
Gözler ışık hızıyla Anahit’e döndü. Allah’tan onun da bizi bekletmek gibi bir niyeti yoktu.
“İstiyorum baba.”
Oh. Bu kadardı işte.
Fakat babası için bu kadar değildi. Bu sefer Meral ablaya döndü sordu. “Sen ne diyorsun”?
“Bu kadar yıldır tanırım, bir yanlışını görmedim. Kızım için koşturdu, senin için koşturdu. Münasiptir, ben de olur diyorum.”
Oley be! Vurdu gol oldu!
Hayır, olmadı. Babası uzun uzun yüzüme baktı. Sanki kalkıp bir yumruk atmak, hepimizi kovmak ister gibiydi. Onun yerine duruşunu bozmadan konuşmaya başladı.
“O ki kızım hala evet diyor, o ki teyzesi de kendisine destek oluyor, bana bu yola taş koymak düşmez.”
İşte bu!
“Fakat benim de bir baba olarak bazı isteklerim olacak.”
Olur, çok lazımsa Boğaz’a bir köprü bile yaparım.
“Evvela biliyorsunuz ki biz Hristiyan’ız. Bizde nikah kilisede yapılır. Oğlunuzsa bildiğim kadarıyla Müslüman. Buna ne diyor?”
Bana doğrudan konuşsa da olurdu. Bu neydi ki?
“Siz nasıl isterseniz. Nikahı kilisede yaparız.”
“Yalnız öyle kafasına esen kilisede nikah yapamaz. Bizim kilisede önce vaftiz olması gerekli.”
Hâlâ bana doğrudan konuşmamasına sinir mi olsam yoksa bu dediğine mi şaşırsam diye mi düşünürken Rıfat Efendi konuştu.
“Olur. Dilerseniz ben vaftiz de edebilirim. Övünmek gibi olmasın, dualarından adımlarına tümünü bilirim.”
“Kendisi cevap verirse daha iyi olur.”
Bunu dedi ama hala bana bakmıyordu bile. Anahit kızmakta haklıydı, bu nasıl adamdı böyle?
“Kabul ediyorum. Buysa gerekli olan, yaparız.”
Lan neyi yaparız? Kiliseden tüm anladığı gidip orada mum yakanlara bakmak, İsa efendimizin resimleriyle heykellerine selam verip geçmek olan adamsın. Hristiyanlık nedir, ne işe yarar bilmiyorsun bile. Neyine tamam diyorsun bunun?
Ben bunları düşünürken babası ilk salvosunu savuşturmamızdan rahatsız, devam etti.
“Güzel. İkincisi, ben Pazar ayinlerini kaçırmam. Benimle beraber ayinlere katılacak. Kutsal ekmeği yiyip kutsal şarabı içecek.”
Vay çakal, din üstünden vurmaya çalışıyordu ama yer mıydım? Vaftiz Rıfat Efendi tamam demişti o ki, buna da karşı çıkmazdı herhalde. Onu beklemeden cevap verdim.
“Bu da kabul.”
Kız mı alıyorduk yoksa beni kendi cennetine sokmaya mı çalışıyordu? Nasıl adamdı bu?
“Üçüncüsü, benim kızım hala okuyor. Okulu bitene kadar nikah, düğün, bilmem ne yok.”
“Siz nasıl isterseniz.”
“Dördüncüsü, benim kızım öyle elin evinde yaşamaz. Evlenecekleri zaman kendi evleri olacak, içi dayalı döşeli olacak.”
“Zaten aksi düşünülemez.”
“Beşincisi, şimdi ben olur dersem öyle her aklınıza estiği zaman görüşmek yok. Benden izin alınacak, ancak ben izin verirsem görüşülecek.”
Çok olmaya başlamamış mıydı? Anahit ağzını açıyordu ki babası susturdu.
“Eğer başka yolu yoksa bu da kabul.”
“Başka yolu yok. İşine gelirse.”
“O zaman kaçarım yok. Kabul.”
“Altıncısı, kızımı alıp benden uzağa götürmek yok. Ben İstanbul’da mıyım? Burada yaşayacaksınız. Fransa’ya mı döndüm? Siz de kalkıp geleceksiniz.”
“İşimiz gücümüz peki? Hadi geldik diyelim, aç susuz ne yapacağız?”
“Ben kızımı aç koymadım, koymam. Seniyse kendin bilirsin.”
Buraya kadar neyseydi ya, buna nasıl tamam derdim? Adam resmen en kolayda en zora sıralamıştı isteklerini. Ne diyeceğimi bilmez sıkıntıyla sağıma soluma baktım derken Meral Abla konuştu.
“Yedincisi, bu deliyi dinlemeyeceksin. Levon, haddini aştın. Sus! Sana zulüm ettiler diye senin de etmen gerekmez. Manyak manyak laflar, yok vaftiz ol da kilisede nikah yapalım. Sen kendin yapmadın kilisede nikahı, nereden çıktı şimdi bu heves? Sus! İşini gücünü bırakacakmış da sen nereye gidersen oraya takip edecekmiş. Kızına eş olacak bu çocuk, ailenin bir parçası olacak. Kapına köpek mi alıyorsun?”
Vallahi devlet gibi kadındı Meral Abla. “Helal olsun, yürü be!” diye bağırmak geliyordu içimden.
Adam ağzını açarken bu sefer Rıfat Efendi vakarıyla öyle bir konuştu ki dinlemek zorunda kaldı.
“Az bilinir bir yazmada der ki Kana’daki düğün aslında İsa efendimizin düğünüdür. Orada validesi Meryem Ana adaşı olan Magdalalı Meryem’le nikahlarını bizzat kendisi kıymış, İsa efendimiz de bu yeni oluşu kutlamak ve kutsamak için suyu şaraba çevirmiş ve buyurmuş: Burada artık ancak beni bulacaksınız, çünkü bu iyi şarap benim”. Kıvrak bir şekilde ceketinin içinden bir şişe şarap çıkardı. Ben de diyordum burada bir kabarıklık var. Kaç saattir nasıl da gizlemeyi başarmıştı böyle?
Hemen Anahit’e buyurdu: Bardak getir kızım. Anahit yıldırım gibi mutfağa gitti, tepsiyle filan uğraşmadan kucağına doldurup getirdi ve önümüze koydu. Rıfat Efendi duyulur duyulmaz bir bismillah çekip şarabı açtı, üç bardağa doldurup birini babasına uzattı, birini kendi aldı, biriniyse yerinde bıraktı.
“Lütfen buyurun.”
Babası sanki efsunlanmış gibi elini bardağa uzattı, eline alıp öylece bekledi ve Rıfat Efendi konuştu.
“Bu, İsa efendimizin kanıdır. Onun kanını içen onunla hemhal olur. Biz de bu şarabı paylaşarak önce onda bir olacağız, sonra kendi aramızda. Lütfen, buyurun” deyip bir yudum aldı, babası da peşinden. Nerede kalmıştı az önce esip gürleyen adam? Bu ne sihirdi, bu ne büyüydü?
Rıfat Efendi elindeki bardağı kenara koydu, boştaki bardağı alıp Anahit ve beni yanına çağırdı. Önce ona sonra bana uzattı, birer yudum aldık ve konuştu.
“Artık bizim gibi onlar da birdir. Bizden daha öte, aynı bardaktan içerek onlar bir olmuş, tevhit olmuştur. Bundan sonra bana düşen kızımı, size düşen oğlumu evlat kabul edip onların birliği ve dirliği için çalışmaktır.”
“Ben böyle oyuna gelmem” dedi babası ya, yine Meral Abla girdi araya. “Sen ister gel ister gelme, oyun oynandı ve kaybettin. Bak, kahveler bitti de şaraba geçtik bile. Savcı, çıkar oğlum yüzükleri”!
Hemen çıkarıp Meral ablaya uzattım, oysa gözüyle Rıfat Efendiye vermemi işaret etti ve ben de ona verdim. Koltuk değneğine dayanıp ayağa kalktı, elini babasına uzattı. Adam kalkmak istemedi ya, Rıfat Efendi son kozunu oynadı:
“Kendisinin çok olan günahları bağışlanmıştır. Çok sevgi göstermesinin nedeni budur. Oysa kendisine az bağışlanan, az sever.”
Ben bir şey anlamamıştım ya, babası anlamış olacak biraz durdu, sonra yavaş yavaş ayağa kalktı. Rıfat Efendi elindeki yüzük kutusunu ona uzatıp “kızınız oğlum için can, benim için candan içeridir. Onlar kararını vermiş, bize düşen ancak hayır dua edip yollarındaki taşları temizlemektir.”
Babası kutuya baktı, Rıfat Efendiye baktı, tekrar kutuya baktı, bana baktı, Anahit’e baktı, tekrar kutuya baktı derken açtı kutuyu, yüzüklere baktı. Ağzını iki defa açıp kapattı, ancak üçüncüde konuştu.
“İlk şartım yerinde durur. Nikah kilisede olacak, bunun için de vaftiz olacaksın.”
Ha şöyle işte, bana konuşsana be adam?
“Tamam.”
“Kızımın okulu bitmeden de evlilik filan yok. Eliniz ekmek tutmadan eviniz, eviniz olmadan yuvanız olmaz.”
“Tamam.”
Bu sefer Rıfat Efendiye döndü.
“Ben sizin sözünüzü unutmayacağım, siz de benim sözümü unutmayın.”
“Söz tutmak için verilir, unutmak için değil.”
Olmuş muydu şimdi?
Kızına baktı. Sanki bir daha göremeyecekmiş gibi uzun uzun, daha şimdiden hasretle baktı. Gözleri kızardı, Meral ablaya döndü. O da başını sallayınca razı geldi kaderine.
“Benim için kızımın mutluluğundan önemli hiçbir şey yok. O ki budur kızımı mutlu edecek, verdim gitti. Ama Savcı! Bir tek gün, bir tek kere kızımı mutsuz görürsem hesabını sorarım, hiçbiriniz de veremezsiniz.”
“Soracak hesap bulamayacaksınız efendim.”
“Allah bir yastıkta kocatsın.”
Bunu deyip önce benim, sonra Anahit’in yüzüğünü parmaklarımıza taktı. Ne saçma gündü bu böyle? Rıfat Efendi bir defa Allah dememişti, az önce bana vaftiz olmamı söyleyen babası Allah’a dua ediyordu! Birden silkinip baktım. Vallahi yüzük parmağımdaydı. Rıfat Efendiye döndüm elini öpmek için, kaş göz edip babasını gösterdi. Hemen onun elini öptüm, sonra Rıfat Efendi ve Meral ablaya geldi sıra. Anahit de Rıfat Efendiyle başlayıp terse dönmüştü. Sonunda da birbirimizi kucakladık.
Bu muydu yani?
“Serdar, şarapları doldur oğlum. Hala ne bekliyorsun? Tamam işte, oldu bitti. Aldınız kızı. Kutlamaya başlayın artık hadi. Bana da koy, boğazım kurudu.”
Serdar “oley be!” diye bağırdı, solunda kalan masa yerine sağındaki bana doğru gelip sarıldı ve kulağıma fısıldadı: Hep benim sayemde çakal, hadi kaptın kızı.
Ulan ben kızı zaten kapmıştım? Birden alelacele, ne olup bittiğini anlamadan kendimi burada bulduysam bir Rıfat Efendinin bir de senin yüzünden? Bir de takdir mi istiyorsun şerefsiz?
Demedim tabi bunu. “Aslan kardeşim” dedim ancak. Sıra küçük başlara gelmişti, bir de onlar sarılıp öptüler derken Serdar “hadi beyler” dedi.
Ne hadi beyler?
Eller ceplere uzandı, üç cepten üç çeyrek altın çıktı ve üçü de Anahit’e verildi. E bana?
“Sana yok. Sordum öğrendim, altın kıza takılırmış.”
Daha şimdiden başlamıştı işte ayrımcılık. Onlardan sonra Meral Abla ve Rıfat Efendi de hediyelerini verdiler Anahit’e. E ben?
“Sen benim oğlumsun, o da benim kızım. Ben kızlarımı daha çok severim, hiç alınganlık yapma.”
E iyi ama. Rıfat Efendi bile geçmişti karşıma. Resmen bir başıma kalmıştım ki babası içeri gitti ve elinde iki paketle geldi. Anahit’e hediyesini verdikten sonra bana döndü, “erkek olmak nedir iyi bilirim” deyip bana hediyemi verdi: Saat. E daha geçen gün Meral Abla da vermişti? Saat koleksiyonu mu yapacaktım ben?
Teşekkür edip eline uzandım öpmek için, kendisi beni öptü. Aha, buzlar erimişti işte. Yalnız bunca olmaz demesine rağmen olacağını bilmesi, üstüne bana da hediye alması çok ilginç gelmişti. Anahit’in korkusu boşunaydı, derdi benimle değil kızının erkenden evlenmesiyleydi demek ki.
Tüm bu hengâme içinde ben kendi hediyemi unutmuştum. Ben de çıkarıp verdim, sonra Anahit’in de aklı başına gelince o da bana verdi. Bu fasıl da tamamdı işte.
“Serdar, şarap dedim oğlum. Hadisene ulan, kurudum diyorum.”
Hemen saki bardakları doldurdu, az önce ceketinden koca şişeyi çıkaran ve bir yudum alan Rıfat Efendi bu sefer dokunmadı. Bir şişe yetmeyince hemen içeriden ikincisi geldi, yetmeyince Mali üçüncüsünü almak için tekele gönderildi. Bu sefer babasının da katılımıyla sohbete dalındı ama ne kadar zorlasam da neler konuşulduğunu bugün hala hatırlamıyorum. Anahit yanımda salak salak oturup duruyor, bundan sonra neler olacağını düşünüyordum. Şimdi söz olmuştu, yüzük de nişan demekti. Sırada nikah, kına ve düğün vardı. Üç ev arkadaşım olmasa beş kişi olacaktık sadece. Beş kişiyle kına mı olurdu, düğün mü?
Önce anacığım, sonra peder beyim ben var olduğum sürece benimle var olacaktı. Yedi kişi olacaktık, yedi, tıpkı şimdi on kişi olduğumuz gibi. Bir de hayalimde değil gerçekte olsalardı keşke…