You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Teknede Birkaç Saat

O bana bakıyordu, ben ona bakıyordum. Tutup bir daha sarıldım; bir daha kendini benden zor kurtardı ve “öldürmek istiyorsan söyle, böyle yapmana gerek yok” dedi. Ne yapacağımı şaşırmıştım, kızmaya ne gerek vardı ki?

Ne yapalım diye düşündük. Adaya gidip bir akşam kalalım dedim, “evlenmeden olmaz” deyip kahkaha attı. Akşam eve dönmesi gerekti, olmazdı. Karnımız da açtı zaten, biz de yemeğe gittik ve ne zaman istemeye gideceğimizi konuştuk, sonunda doğum gününden bir hafta sonrasına, 7 Temmuz akşamına kadar kıldık. Ben daha erken olsun dedim ama neden bilmem o böyle istedi, ben de sormadım ve ısrar etmedim. Üç hafta vaktimiz vardı.

Yemekten kalkarken parmağındaki yüzüğü çıkarıp geri verdi. İçerledim, neden dedim, “eve parmağımda yüzükle mi gideyim” diye sordu. Haklıydı. Fransa’da da böyle adetler mi vardı, nasıl hepsini gayet normal karşılayıp hemen uyum sağladı diye sordum, “teyzem anlattı bir bir” dedi. Vay, Meral ablaya bak sen diye düşündüm.

Akşam eve döndüğümde Serdar güzel haberi verdi: Ev sahibiyle konuşmuşlar, bir ay daha uzatmışlar.

“Bu kadar zamandır beraber kalıyoruz, kardeşten ileri olduk. Düğünü görmeden gitmek olur mu?” dedi Mali. “Limonatalar hazır olsun” diye bu sefer Hakan ekledi. Ne limonata sevdasıydı bu böyle?

Hafta arası baroya gittim, staj hakkında konuştum. Mümkünse Temmuz’un ortasından sonra başlamak istediğimi söyledim, prosedürleri anlatıp daha sonra gelmemi söylediler. Bir hafta gerekli evrakın peşinden koştum, sonunda tamam ettim. Anahit’in doğum gününün ertesinde bunları verecek, böylece isteme merasimi sonrasında staja başlayacaktım. Aklıma askerlik şubesine gitmek de geldiyse de onu erteledim. Birine çatarım da hemen almaya bakarlar diye korkmuştum, ne yalan söyleyeyim?

Sonraki hafta her günüm Anahit’le geçti. Bir yandan da doğum gününe hazırlık yapıyordum. Onun da benim gibi okuldakilerden başka arkadaşı yoktu. Yalnızca üçünü tanıyordum, ben de onları ayarladım. Serdar, başımın belası da katılacaktı bize. Meral Abla da tamamdı, Rıfat Efendiye sormaya zaten gerek yoktu. Bir tek babası kalmıştı, ona nasıl söyleyeceğimiyse bilmiyordum ki Meral Abla imdada yetişti. Tek şartı vardı: Planı yapan ben olmayacaktım, o olacaktı.

“Anahit hala babasına bahsetmedi biliyorsun. Son anda baskın yapacak sanırım. Şimdi durduk yere seni ortaya atmayalım. Sonra birbirinizle uğraşıp duracaksınız zaten, şimdiden buna başlamaya gerek yok.”

“Beni gördü, biliyor ama?”

“Bilsin. Adam sana kızını verecek. Hayattaki en büyük rakibi, hatta düşmanı sensin. O gün mutlu olacağı varsa da olmaz sırf bu yüzden.”

“Aramızı yaparız işte böyle, ne güzel?”

“Sen kız babası olmayı hafife alıyorsun. Alma. Eşi de öldü zaten, hayatındaki tek kadın kızı. Onu alacaksın elinden, aranızı yapmak mümkün mü sanıyorsun?”

“Sanırsın kızını öldürüyorum. Ben olmasam başkası olacaktı. Ne yapacak, turşusunu mu kuracak?”

“Ona kalsa kurardı ama ona soran yok. Sen daha neler çekeceksin, ah yavrum ah. Öyle kolay olsaydı…”

“Evlenmeyelim o zaman. Korktum ben şimdi.”

“Höst! Kimse benim kızımı evlenme vaadiyle kandıramaz. Kemiklerini kırarım.”

“Evlensek eziyet çekeceğim, evlenmezsem kemiklerim kırılacak. Bana da yazık.”

“Değer ama kızıma.”

“Değer tabi. Değmez mi?”

“O zaman daha da konuşma. Ben Levon’u ayarlarım.”

Tamamdı. Ayarladı da. Pazar günü arkadaşlarıyla Eminönü’nde buluştuk, sonra Meral Abla ve babasıyla geldiler. Altı biz, üç onlar dokuz kişi kocaman teknede baş başaydık. Öğleden akşamın karanlığını geçeye dek kadar Boğaz turu yaptık. Yemeği ve pastayı ayarlamıştım, pastayı kestikten sonra ziyafet çektik. İkinci pastayı da akşama doğru kesip hepimiz bir güzel şeker komasına girdik. En son hava kararınca yirminci yaşının şerefine yirmi havai fişek de patlattık ve günümüz böylece bitti.

Gün böylece bitti ama gün boyu olan biteni anlatmamak olmaz.

Babası Rıfat Efendiyi tanımıyordu. Yani adını duymuştu ama ilk defa orada gördü. Teknede Meral ablayı yanına çekip fısır fısır konuştu. Duymuyordum ama ne dediğini anlamak için kâhin olmaya gerek yoktu: Kim bu herif? Benim kızımın doğum gününde ne işi var? Bu çocuk biraz fazla olmuyor mu? Siz benim başıma bela mısınız? Biraz Avrupalı gibi davranıp ses etmedim diye bunlar başımın üstüne mi çıkacak?

Ne yaptı ne etti, Meral Abla babasını sakinleştirdi. Çok sürmeden babası Rıfat Efendiyle konuşup tanımaya çalıştı. Bu sefer biraz daha yakındaydım, konuşmaları biraz biraz duyuyordum. Kızının doğum günü diye çok da ters çıkmadan konuşuyor, Rıfat Efendiyi tanımaya çalışıyordu. Kaderine razı mı gelmişti yoksa şimdilik sessiz mi kalıyordu bilmiyordum ya, bir olay olmamıştı ve önemli olan buydu.

Rıfat Efendi de buna göre davranıyordu. Allah demeden gününü, saatini geçtim dakikası geçmeyen adam bir defa bile bunlardan bahsetmedi. Hatta şakalar bile yaptı. Biraz korku biraz telaşla on dakika sonra “hadi pastamızı keselim” deyip onları ayırdım, aslında biraz daha sonrasına planladığım bu ilk merasime geçtik.

Anahit seviyor diye hiç sevmediğim bitter çikolatalı bir pasta yaptırmıştım ama pasta da pastaydı hani. O acı meretin içine şekeri öyle güzel, öyle tatlı yedirmişlerdi ki usulen bir diş alıp bırakırım diye düşünürken hayvan gibi yiyip bitirdim tüm dilimi. Hadi ben neyse de Anahit’e ne demeliydi? 1.60’a kafa atan boyu, 45’i zor bulan kilosuyla kocaman dilimi benden de önce bitirmişti ya? Hele Rıfat Efendi, sakalından çikolata parçalarını temizlemeye çalışırken ne kadar da komikti!

Pastadan sonra oyunlar oynadık, iki saat sonra sıra yemeğe gelmişti. Hemen mangallar çıktı, teknenin kıçında etler pişti. Kasap kasap gezmiş, sonunda Et ve Balık Kurumundan dördü kuzu dördü dana sekiz kilo kızartmalık eti almıştım önceki gün, ne olur ne olmaz diye de iki kilo kıyma. Tüm akşam da zeytinyağı ve yoğurt içinde marine etmiş; tuzunu, sarımsağını ve baharatını da bir güzel basarak sabaha kadar beklemiştim. Sabah kalkınca bunları tekneye bırakıp dönmüş ve Rıfat Efendiyi alarak geri dönmüştüm.

Etler lokum gibiydi. Öyle ki Anahit için ayrıca hazırladığım vejetaryen yemeklerin yüzüne bakan yoktu. O gün de Anahit’in vejetaryenliğinin son günü olmuştu zaten. Pes etmişti. Tamam, koyuna kuzuya yazıktı ama böyle tatlardan mahrum kalmak da zor işti.

Yemekten sonra üstümüze bir ağırlık çökmüştü. Dile kolay, on kilo et yemiştik. İlk kıyamet de orada koptu. Babası Anahit’e dönüp kendisine gelince et yemediğini sitemkarane söyledi. Kızcağız ne diyeceğini bilemezken Rıfat Efendi girdi araya.

“Af buyurun, ben et yemeyi severim. Benim yüzümden böyle bir menü seçmişler, bir kusur varsa ancak bendedir.”

“Meral, sen yapmadın mı bu planı?”

“Ben yaptım da yaparken sordum kim ne yer diye. Herkes de eti sevdiğini söyledi. Hem bak, Anahit’in yemeği de burada. Onun yerine bunu yediyse kabahat bende mi?”

“Ben yalvarıyorum da yemiyorsun, alacağın olsun.”

Ne gereği vardı şimdi bunun? Rıfat Efendi ortamı yumuşatmak için Âdem babamızın nasıl eti sevdiğini anlatmaya giriştiyse de kısacık bir cümle onu susturmaya yetti: Ben size sormadım, kızıma sordum. Kendisi cevap verebilir.

Birden hepimiz buz kesildik – Rıfat Efendiden ayrı.

“İsa efendimiz buyurmuş ki ağzınıza girenden değil ağzınızdan çıkandan mesulsünüz. Aziz Pavlus da eklemiş ki kalıcı olan üç şey vardır: İman, umut, sevgi. Bunların en üstünü de sevgidir. Kızınız sizi canından içre seviyor, siz de ağzından girene değil ağzından çıkana bakıp kalıcı olanı önceleseniz?”

“Korintoslulara mektup.”

“Birbirinize hoşgörülü davranın. Birinizin ötekinden bir şikâyeti varsa, Rabbin sizi bağışladığı gibi siz de birbirinizi bağışlayın. Bunların hepsinin üzerine yetkin birliğin bağı olan sevgiyi giyinin. Bu güzel kutlu günü öfke ve hüzün yerine sevinç ve mutlulukla geçirmek daha güzel olmaz mı?”

Ben yine ters çıkmasını beklerken adam birden yumuşadı. Rıfat Efendinin bunca senedir üstüne çalıştığı şey ilk defa bir işe yaramıştı ya? İncil’den ayetleri bile ezberden okuyordu, hey maşallah!

Gemi hepten kuzeye varmıştı. Biraz daha gitsek Karadeniz’e açılacaktık. Böyle temiz su bulunca, hele bir de küçük bir plaj bulunca ne yapılırdı?

Ne yapılacak, denize girilirdi tabi. Hemen tekneyi Poyrazköy limanına rica minnet çektik, bir dükkân bulup mayolar aldık ve denize atladık. Atladık ama bir sorun vardı: Anahit yüzme bilmiyordu. Onca sene Marsilya’da, deniz kenarında, binlerce insanın tatile gittiği yerde yaşayan biri nasıl yüzme bilmezdi? Ben bile biliyordum.

“Denizden korkuyorum.”

“Yanında ben varken hiçbir şeyden korkma.”

Eli elimde yavaş yavaş, adım adım girdik denize. Belini az geçe bu kadar yeter dedi, durduk. Tam bir buçuk saat denizde hoplayıp zıpladık. Büyükler karada kalmayı tercih etmişti. Tam bir buçuk saat Rıfat Efendi ve Meral Abla gülümseyerek, babasıysa “ben sana akşam sorarım” der gibi izledi bizi. Sonunda hepimizde pil bitti, üstünkörü duş alıp tekneye döndük. Babası, artık Rıfat Efendi sayesinde mi yoksa Meral Abla sayesinde mi bilmem, bir şey demedi.

Yine oyunlar ve muhabbetle vakit geçti, gün batarken ikinci pastayı kesip babasıyla başlayarak hediyelerimizi verdik. Beyaz altından taş işlemeli, kendi gibi güzel ve zarif bir kolye almıştım. Ustasının eline sağlık, gerçekten çok güzeldi. Öyle ki Meral ablanın ağzı bir karış açık kalmıştı, belki on dakika incelemişti. Bir ufak sorun harici her şey güzeldi:

“Ama ben takı sevmiyorum ki.”

E ama, bu şimdi mi söylenirdi?

“Haçını bile takmaz bu yüzden. Kızımı hiç tanımamışsın Savcı.”

Tuzun biberi de gelmişti. Neyse ki Meral Abla hemen kendi hediyesini getirdi, derken arkadaşları da devam etti de daha fazla laf yiyemedim.

En son Rıfat Efendi biraz büyükçe bir paket çıkardı. Elbise almıştı. Vișivankayı andırır, beyaz üstüne kırmızı çiçek deseni işlemeli elbiseyi hemen alıp içeride giyinip geldi. Tıpkı yüzük gibi elbise de tam oturmuştu üstüne. Ben yine nasıl bunu becerdiğini düşünürken bu sefer sırrını paylaştı: En küçük boyunu aldım, denk geldi tam oldu.

Gemi hafifçe kuzeye geri döndü, birinci köprünün yakınında havai fişekleri attık, sonunda da Beşiktaş’a döndük ve gün bitti sanırken kaptan gelip Poyrazköy için parasını istedi. Ne olur ne olmaz diye yanıma yüklüce bir miktar almıştım zaten, çıkarıp verdim ve babası “neden senden istedi” diye sordu.

“Meral Abla bana söyledi ayarlamam için, ondan olsa gerek.”

“Burada biz büyükler varız. Bizden istemesi gerekir.”

“Onun ne yapacağını ben belirleyemem ki?”

“Hadi doğruyu söyleyin kızmayacağım. Sen yaptın değil mi bu programı?”

Kızmayacağım demesine güvenip yarı gülümser yarı çekinik şekilde “ben yaptım” dedim. Sen misin bunu diyen? Tüm gün ona neden yalan söyledik diye mi kızmadı, babası dururken bu işler bana mı kalmış diye mi? Ne Rıfat Efendiyi dinledi ne Meral ablayı. Böyle sululuklardan hoşlanmazmış, hele yalana hiç gelemezmiş. Kızı da böyle şovlara zaten kanmazmış. Öğrenci halimle bunca parayı nereden bulduğum da zaten belli değilmiş…

“Ay yeter!” diye bağırdı birden Anahit. Onu ilk defa sinirli görüyordum. Ne dediğini anlamamızı istemediğinden olsa gerek Fransızca konuştu, bu sefer o verdi veriştirdi ama bir şeyi unutmuştu: Daha geçen yaz bana Fransızca öğretmişti. Tamam, çok bilmiyordum ama aradan kelimeler cümleler seçebiliyordum. Rıfat Efendiyse maşallah, kelimeyi geçtim harf atlamadan anlıyordu. Hiç Fransızca bilmesek de ne dediğini anlamak zor değildi zaten.

Babası bir iki bir şeyler söylemeye çalıştıysa da lafı gerisin geri ağzına tıktı. Aklım a şaka yapıp ortamı yumuşatmak için “Bir dahaki sefere Ermeniceyi kullan, bunu biraz anlıyoruz biz” dedim. Bu sefer de benim ağzımın payını bir güzel hem de İngilizce verdi. En sonunda da “Bunu da anlayan yok ya” diye bir hışımla sordu. Rıfat Efendiyi gösterdim usulca. Olanca siniri içinde birden gülmeye başladı ve ben onu biraz daha tanımış oldum: Sürekli gülümsemenin bedeli kızınca çok kızmaktı. Allah’tan kızgınken de gülümsemeye meyyaldi. Üç ders birden almıştım: Kızdırma, kızdırdıysan güldür, gülmezse büyük bir bok yediğini bil.

Bana da kızdıktan sonra elindeki hediyeleri güç bela kucağına alıp dönerken “ben poşet getirmiştim” dedim. Sinirle döndü, poşeti alıp içine elindekileri koyup babasına da Meral ablaya da bakmadan gitti. Gitti ama babasıyla Meral Abla hala duruyordu. Bir yirmi adım filan sonra sağına soluna baktı, sonra arkasına döndü. “Hadi” dedi, hareket yok. “E hadi ama” dedi biraz daha sinirle, Meral Abla önden babası arkadan alelacele iyi akşamlar dileyip takip ettiler. Biz de Rıfat Efendiyle öylece birbirimize baktık.

“Kızımın kızması da komik değil mi?”

Gülmeye başladık, Serdar da bize katıldı. Komikti gerçekten. Hele ki arkasını dönüp gitmesi, sonra durup beklemesi…

“Ne dedi, sen anladın mı?”

“Kızdı işte. Neden böyle yapıyorsun, günümüz güzel geçti zehir etme, sen benim babamsın neden kıskanıyorsun filan. Dedi işte bir şeyler.”

“Bana dediklerini de anladın, değil mi?”

Başını aşağı yukarı salladı.

“Siz neler konuştunuz babasıyla?”

“Onlar şimdilik bende kalsın ama sana da Allah sabır versin. Zor adam.”

“Zor. Anahit’i bile delirtti baksana.”

“Seni daha çok delirtecek. Hazır mısın?”

“Hazır olmama şansım var mı? Aldın yüzüğü, soktun ağzıma. Bu şerefsiz de kızı aramış, sürpriz mürpriz bir şeyler demiş. Yaktınız başımı ikiniz iki yandan.”

“Yalnız ben aramadım, mesaj yazdım” diye düzeltti Serdar. Rıfat Efendiye dua etsin, ağız dolusu küfür edecektim de kendimi zor tuttum.

Tüm günü üstünde geçirmek yetmeyince Rıfat Efendi bir de sahil boyu yürümek istedi, Eminönü’ne yürüyüp evlerimize döndük. İlk sınavı başarıyla geçmiştim, şimdi büyük sınavdaydı sıra ve benim sadece bir haftam vardı.