You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Mezuniyet Töreni

Rıfat Efendi tiril tiril giyinmişti. Üstünde daha önce görmediğim Şile benzinden beyaz bir gömlek, altında kahverengi keten bir pantolon vardı. Ben kendimi şık sanırken benden daha şık olmuştu, yakışmış mıydı bu şimdi?

“Şurada oğlumun mezuniyetine gidiyorum, hayvan gibi mi giyinseydim?”

“Benden yakışıklı olmana da gerek yoktu ama. Ne yaptın, berbere gidip saçlarını mı düzelttirdin sen?”

“Sakallarımı da düzelttirdim. Belli olmuyor mu yoksa?”

“Oluyor, oluyor. E ben düdük gibi kaldım yanında, ayıp ama.”

“Höst deyyus! Sen de güzelsin sen de. Ne güzel yakışıklı olmuşsun işte, daha ne?”

“Ya baksana sana. Kollar maşallah, göğüs desen koldan aşağı kalır değil. Bir de giymişsin daracık gömleği. Göbeğin de olmasa gören Herkül sanır.”

“Rıfat sansınlar kâfi. E, kızım ne zaman geliyor?”

“Onunla orada buluşacağız. Hadi, gidelim mi?”

“Gidelim. Sen şunu da al bir yanına” deyip nazar boncuğu sıkıştırdı elime. Ne kadar da ihtiyacım vardı hani!

O dükkânı kaparken ben de eve döndüm, Serdar’ı da aldık ve Rıfat Efendi önde biz arkada taksiyle gittik.

Yolda Serdar cebime bir şey sokuşturdu. Baktım, yüzük kutusuydu. “Unutmuşsun ortaam, ben de hatırlamasam yandın” dedi. “La ne alakası var, bu nereden çıktı” dedimse de yine güldü yıvışık yıvışık. Rıfat Efendi olmasa küfür de ederdim ama edebimle içimden küfür ettim, o da edebiyle içinden geri iade etti.

Kapıdaki kalabalıkta Anahit’i buldum, yanında Meral Abla vardı. Bembeyaz bir elbise giyinmiş, görünür görünmez bir makyaj yapmıştı sanki ihtiyacı varmış gibi. Daha güzel mi olmuştu? Yok, daha güzel olmamıştı. Daha güzel olma ihtimali yoktu ki olabilsin?

On, on beş dakika havadan sudan konuştuk, sonra tören başladı. Sade suya tirit saçma sapan konuşmalar, isimlerimizin okunması, kep fırlatma derken tören bitti. Hayatımın bir buçuk saati saçma sapan bir şekilde geçip gitmişti. Bir fotoğraf için bunu yapmama ne gerek vardı diye düşündüm ama geç gelen akıl para etmiyordu.

Törenden sonra Rıfat Efendi, Meral abla, Anahit ve Serdar’la kapıda buluştuk. Diğer üçü neyse de Anahit “E hadi” der gibi bakıyordu. Neye hadiydi? Ne yapmam lazımdı da yapmıyordum? İnat gibi o da ne olduğumu söylemiyordu derken Serdar lafı açtı.

“E hadi?”

“Ne hadi?”

“Sürprizin vardı ya hani, konuşmuştuk evde?”

Lan? Biz evde ne konuşmuştuk?

“Hani cebinde. Bizden mi utandın yoksa? Gidelim mi biz?”

Rıfat Efendi de oyunun parçası mıydı bilmem, “şurada çay vardı, gidip alıp gelelim” dedi yanındaki Meral ablaya görünür görünmez dirseğiyle dokunup. Resmen komplo kurmuşlardı bana, resmen oyuna getirilmiştim. Anahit ne biliyordu ne sanıyordu peki?

Böyle zoraki evlilik teklifi mi yapılırdı ulan?

Heyecanla sürprizi bekliyordu, ben de ne yapacağımı tartıyordum. Kolumu hafiften aşağı doğru oynattım, kutu hala cebimdeydi. İçimden Serdar’a küfürler ediyordum. Vakit kazanmak için “hangisi söyledi” diye sordum.

“Serdar yazdı iki gün önce. Telefonumu senden almış.”

Vay şerefsiz. Demek ondan o gün uyandığımda telefonum ondaydı? Sıkıntıyla sağa sola bakıyordum.

“Ayıp ama onun yaptığı da” dedim biraz daha vakit kazanmak için. Hala ne diyeceğimi ne yapacağımı bilmiyordum. Anahit de bir şey demiyor, öylece beni izliyordu. “Ne olduğunu da söyledi mi?” diye sordum. Yok, söylememişti. İyiydi, iyiydi ya bu, bir anda sürpriz de bulamıyordum ki?

Yüzüne baktım bir daha. Çok güzeldi. Ama çok güzeldi. Filler güzeldi mesela, Boğaz güzeldi, yaz sabahı esen meltem güzeldi, dokuzuncu senfoni güzeldi, İnce Memed güzeldi, kuzu tandır güzeldi, İstiklal Caddesi güzeldi, Fenerbahçe güzeldi… Ama hepsi onunla daha güzeldi, o da hepsinden daha güzeldi.

Elini tuttum. Birden neredeyse iki sene öncesine, babasının dükkânında onunla ilk defa konuştuğum güne döndüm. Ne diyeceğimi biliyor fakat nasıl diyeceğimi bilmiyordum. Yüzündeki yarım gülümseme daha da büyümüştü. İçimden bir medet çekip konuştum.

“Benim aklımda burada böyle söylemek yoktu. Aslında hiç yoktu işin doğrusu. Ama işte, bazen bazı şeyler böyle hesapsızca oluyor demek.”

“Ne söyleyeceksin ki?”

Gerçekten bilmiyordu ama anlamamış mıydı acaba?

“Ben seninle çok mutluyum. Gecem gündüz oluyor seninle, gündüzüm sanki cennet bahçesinde gibi. Beş duyum ona çıkıyor seninle. Sanki daha çok görüyorum, daha çok duyuyorum. Bedenim bol gelirdi ruhuma, seninle ruhum sığmıyor bedenime. Taşıyor, artıyor, yetmiyor. Mutsuzluğumda mutluluk oluyorsun, mutluluğum da sanki sensiz yok gibi.”

Ne diyordum ben? Saçma sapan konuşmuştum. Oysa elimi hafiften sıkıp “ben de ben de” dedi. Girişi kötü yapmıştım, devamını nasıl getirecektim? Evde oturup geliş vakitte şiir yazması kolaydı Savcı Efendi, şair adam böyle bir anda dökerdi sözlerini. İçimden bir küfür savurup bir daha yüzüne baktım, “Ne karın ağrısı yapıyorsun, söyle ne diyeceksen” diye düşünüyormuş gibi geldi. Ne akla hizmetse dümdüz söylemeye karar verdim.

“Sen hep benim yanımda olsana?”

“Yanındayım ya işte, hep de olacağım.”

“Benimle evlenir misin?”

Oha hayvan oha, böyle yekten söylenir mi bu?

Ben ne dediğime şaşırmıştım, o benden de çok şaşırmıştı. Eli elimdeydi hala. Diğer elimle ceketin cebine elimi atıp kutuyu çıkardım, yüzükleri gösterdim. Gözleri birden dört açıldı ama ağzından kelime çıkmıyordu. Aha işte, biliyordum ben böyle olacağını.

“Bak çok erken, biliyorum. Daha staj var, askerlik var, iş var, ev kurma var. Var oğlu var. Aklımda hemen söylemek yoktu dedim ya, bundan. Bakma ben…” diye devam ediyordum ki elini elimden çekti. Birden donakaldım. Zaman da benimle beraber durmuştu. Etrafımda kimse hareket etmiyordu. Rüzgâr esmiyor, araçlar gitmiyor, saatler ilerlemiyordu. Hayır diyecekti işte, Allah kahretsin. Ne vardı da Serdar’ın işine uymuştum? Serdar da değil, tüm bu olanın sebebi Rıfat Efendiydi. Ne işin vardı da böyle hemen yüzük almıştın be adam? Olacak iş miydi bu, neden? Neden?

Çektiği eliyle kutuyu aldı, diğer eliyle de kutudaki yüzüğü çıkarıp baktı. Durmuş kalbim birden iki yüz atmaya başladı. Yüzüğü evirip çevirdikten sonra parmağına taktı, birden kalbimin iki yüz atışı üç yüze fırladı ve zaman tekrar akmaya, arabalar hareket etmeye, insanlar konuşmaya, rüzgâr esmeye başladı.

Mala dönmüştüm. Beynim kontağı kapatmıştı, hiçbir şey düşünemiyordum. O bana sarıldı, başını göğsüme koyup “evet” diye fısıldadı usulca.

“Allaaaah” diye bağırdım kendimi tutamadan. Öyle bir sarılıp sıkmışım ki “dur, az yavaş, dur” dedi zavallım.

Biz salak salak birbirimize sarılmış dururken hemen Rıfat Efendi, peşinde iki ekürisiyle geldi. Meral ablaya da ne olduğunu anlatmış olsalar gerek, bir şey demeden bizi izliyordu. Bir elim Anahit’in belinde yana döndüm ve “evet dedi Rıfat Efendi, evet dedi” diye bağırdım, bu kadarı yetmeyince dağ gibi adamın üstüne öyle atladım ki koltuk değneğine iyice dayanmış olmasa o altta ben üstte yere kapaklanırdık. Meral ablaya dönüp baktım ve elimi uzattım, “gel la gel” der gibi bakmasından güç alıp bir de onun üstüne atlayıp bir sıkı sarıldım.

Sıra Serdar’daydı. “Ulan şerefsiz” deyip kafamı salladım, omzuna bir yumruk atıp bir de ona sarıldım. Ben salak salak bir ona bir buna sarılırken Meral Abla beni durdurup “kıza yüzüğü verdin de sen takmıyor musun” diye sordu. Sahi ya, benim yüzüğüm hala kutudaydı. Hemen çıkarıp taktım.

“Sen nasıl aldın yüzüğü, tam oldu” diye sordu Anahit. Rıfat Efendiyi gösterdim. Kulaklarına varmak neymiş, ta ensesine kadar uzanan bir gülümsemeyle “siz Rıfat’ın gözünü çok hafife alıyorsunuz” dedi.

“Nasıl becerdin, anlat da bilelim” dedim.

“Nasıl olacak, doğum günümde beni adaya götürdüğünüz zaman kızımın parmağını bir tutmam yetti. Aha işte bak, tam bu kadar” deyip gösterdi. Milim oynatmadan Anahit’in elini usulca tutup parmağını iki parmağı arasına aldı ve gerçekten tam oturdu.

“Mimar filan mısınız” diye sordu Meral Abla.

“Hayır, aktarım. Gramla santimle çalışa çalışa gözüm alışmış olsa gerek.”

“Bu da bir haslettir, vallahi bravo.”

“Teveccühünüz efendim.”

“E, çaylar” diye sordu Serdar. Yahu kim ne yapsındı çayı? “Evet dedi olum evet dedi, vallahi evet dedi” diye bağırdım. “Tamam, sakin” diye uyardı beni Rıfat Efendi, ben de bir daha ama usulünce kucakladım onu.

Çayları alıp karşıdaki parka oturduk. Anahit bir yanımdaydı, Rıfat Efendi diğer yanımda. Anahit’in yanında Meral abla, onun yanında da Serdar vardı. İki, hadi olsun üç kişilik banka beş kişi sığışmıştık. İçimden Anahit’e sıkı sıkı sarılıp durmadan öpmek geliyordu ama büyüklerimiz yanımızdayken ayıp olur diye yapamıyordum. Eli elimde öylece oturduk azıcık derken Meral Abla konuştu. Sözü banaydı ama Rıfat Efendiye doğru da bakıyor gibiydi.

“E, kızdan cevabı aldın ama bu iş burada bitmez, başlar. Biliyorsun değil mi?”

“Tabi. Önce söz, nikah, nişan, sonra da düğün ve kına” diye araya girdi Serdar.

“Tamam, sen öyle yaparsın” dedi Meral Abla kahkaha attıktan sonra ve bana döndü tekrar.

“Kızım ağaç kovuğundan çıkmadı. Allah rahmet eylesin, anası aramızda değilse de babası var. Onun da icazetini almak, hayır duasını istemek gerek.”

“Gerek tabi, olmaz mı” dedim. Anahit evet demişti işte, bundan sonrası kolaydı.

Daha doğrusu ben öyle sanıyordum.

Birden konu merasimlere döndü. Nasıl olacaktı, neyi ne zaman yapacaktık? Meral Abla ipleri eline alıp anlattı, biz dört erkek de dinledik:

Anahit’le ikimiz bir zaman belirleyecek, babasını evinde ziyaret edip Allah’ın izni, Muhammed ve İsa peygamberlerin kavliyle kızını kendisinden isteyecektik. Sonra söz ve nişan için hep beraber bir zaman tayin edecek, onu yapacaktık. Nikahın acelesi yoktu henüz, düğün zaten daha da sonrasının işiydi.

Meral Abla da olacak mıydı bunların içinde?

“Tabi? Nasibimde evlat sahibi olmak yoktu diye kızıma da el gibi duracak değilim ya? Teyze demek anne yarısı demek, ben de anası sayılırım. Zordur almak bizden kızı Savcı, o tamam dedi diye iş bitti sanma.”

“Benim ne annem ne teyzem var. Baba yerine bir Rıfat Efendi, hayattaki tek ailem o” dedim. O da dediğine pişman olmuştu ya, söz ağızdan çıkmıştı bir kere. “Sana da teyze sayılırım, bunca senedir yanımda büyüdün” dedi, yetmemiş olsa da ekledi: Biriniz kızım biriniz yeğenim, en zor iş de benimki olacak.

En zor iş kiminki olacaktı bilmiyorduk henüz. İçime bir hüzün çökmüştü derken seneler sonra rahmetlik anacığımı bir daha gördüm. Birden karşımda belirdi, “Sen var oldukça ben yanındayım. Damatlık sana nice yakışacak” dedi. Birden ayağa kalktım ama annem yok oldu. Sekiz gözün sekizi de üstümdeydi, ben de sanki bilinçli yapmış gibi “böyle güzel günü çayla mı kutlayacağız, hadi kalkın” dedim.

“Neyle kutlayacağız?”

“Ne bileyim. Yemek mi yesek? Benim karnım acıktı?”

“Benim dükkâna dönmem lazım, geç bile kaldım” dedi Meral Abla. “Ben de açayım, müşteri bekler” diye Rıfat Efendi ekledi. Dönüp Serdar’a baktım, o da “Aylin’le buluşacağım” dedi.

“Bizim Aylin?”

“He, bizim Aylin.”

Vay şerefsiz, o da böyle kutlama yapacaktı demek?

Anahit’le baş başa kalacaktık demek. Bana uyardı. Hepsi birden kalktı, durağa yürüdük. Yolda Meral Abla beni az geriye çekip bir zarf tutuşturdu elime. “Borcunun ilk taksidi. Çok değil ama mezuniyet hediyesi babında” diye ekledi. Sonra bir kutu da o çıkardı, “Bu da faizi” diye ekledi.

“Aman Meral abla, ben faiz istemem.”

“Çok bir şey değil, al. Faizi olarak almazsan mezuniyet hediyesi olarak al.”

“Ne ki bu” diye merakla açtım baktım, saatti. Benim saatim vardı ama?

“O çok genç işi. Sen artık hukukçusun, böyle elegant bir şey daha güzel olur. Hem otomatik saat bu, kaliteli insanlar takar. Zamanı…” diye devam ediyordu ki “biliyorum, biliyorum. Deneyimliyim bu konuda” diye araya girdim. Anahit’e de saat aldığımı, beni de otomatik saat iyidir güzeldir diyerek kandırdıklarını anlattım ve gülüştük. Durakta herkes yoluna gitti ve Anahit’le baş başa kaldık.