Limonata
Ev sahibine Haziran sonunda evi boşaltacağımızı söylemiştik, iki aile eve bakmaya gelmişti bile. Ev sahibimiz öğrenciye vermeyi düşünüyordu aslında, o da kendince biraz daha ucuza verip böylece sevap kazanma derdindeydi ya, evin yazın boş kalmasını ve hiç kira alamamayı da istemiyordu.
Zarfla kutuyu odadaki masaya koydum. Serdar zarfı umursamadan “bu ne” der gibi kutuya baktı. “Sana ne, neyse ne” der gibi bakarak cevap verdim. Kaşını gözünü oynatıp “bu ne dedim la” der gibi baktı. Kaşımı gözümü oynatıp “la bela mısın, sana ne” der gibi baktım. “Eh” der gibi baktı. “Ha şöyle, rahat bırak” der gibi baktım ama rahat bırakmak yerine kutuya atıldı ve avını yakalamış şahin gibi tutup açtı. Bir anda gözleri fal taşına döndü, “koşun la koşun, bakın burada ne var” deyip salona seğirtti – ben de arkasından.
“La dur ne oluyor, ne yapıyorsun” dememe kalmadan önce Mali belirdi, sonra Hakan. Bir anda evde bir bayram havası esmişti Ankara’dan abim gelmiş gibi.
“O kardeşim, hayırlı uğurlu olsun.”
“Vay şerefsiz, hiç bize de söylemedin ha.”
“Ne yaptın, teklif ettin mi?”
“Etse yüzük burada mı olurdu salak herif? Etmemiş daha, edecek.”
“Ne küfür ediyorsun yavşak? Bir soru sorduk altı üstü.”
“Ya bir sktir git, senle uğraşamam şimdi. Ne zaman evleniyorsunuz la?”
“Bence mezuniyette direkt nikahı yapalım.”
“İki günde olur mu hemen?”
“Yıldırım nikahı denen bir şey var. Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, nikahı da hemen yaparız.”
“Olum ben ne giyeceğim düğünde? La mal, insan söyler de hazırlık yaparız.”
“Bizim şimdi altın takmamız lazım dimi? Nasıl olacak o? Hepimiz birer çeyrek mi alıyoruz yoksa hepimize tek çeyrek yeter mi?”
“Çeyrek ne la? Cumhuriyet alalım.”
“Sen al. Yarın öbür gün bir banka da sen batırırsın, Savcı senin davana bakar ve kurtarır.”
“Mantıklı aslında bak. Sizde para var mı la? Az borç versenize, bir cumhuriyet alayım ben?”
“Ne giyeceğiz olum? Ceket şart mı?”
“Sen dansöz kıyafetiyle gel.”
“Ay çok komik, gül gül öldüm. Böyle hayvan gibi gidilmez düğüne, takım lazım kravat lazım.”
“Sen önce bir tıraş ol hayvan, sakalın dizine uzadı.”
“Şekil yapıyorum olum. Kızlar buna hasta. Sen ne anlarsın?”
“Sana hasta kızı doktora götürmek lazım. Kim senin neyine baksın?”
“Kıskanma la. Bak, bu bile ne güzel kız buldu. Senin de kör bir alıcın illa vardır.”
Muhabbetleri güzeldi ama beni umursayan yoktu. “Beyler, beyler” diye araya girdim.
“Evlenme filan yok la. Rıfat Efendinin aklına esmiş almış bana sormadan etmeden.”
“Hadi yeme bizi hadi. Almış gelmişsin işte yüzükleri, ne tatava yapıyorsun?”
“La ne tatavası? Adam…”
“Bak hala! Ne güzel kız buldun işte mal, daha ne konuşuyorsun?”
“Ya güzel, ben değil mi dedim? Evlilik…”
“Tamam işte, evlilik. Okul bitti. Şimdi nişanı yaparız, sen askerden gelince de düğün. Mali la, biz şimdi bunların çocuğunun amcası oluyoruz dimi?”
“Biz amcası oluyoruz ama sen halası oluyorsun.”
“Bu şakaları nereden buluyorsun ya?”
“Kendileri bana geliyor.”
“Birimiz de dayısı olalım, kızın erkek kardeşi yok.”
“Kız kardeşi de yok, sen de teyzesi ol o zaman.”
“Yeğenim için olurum, ne varmış? Savcı, makyaj yapmam ama. O kadar da değil.”
“Olum coşmayın, az bir durun dinleyin” dedimse de kimsenin umurunda olmadı.
“Bunun sırası neydi? Nikah, nişan, düğün müydü?”
“Yok la. Bunun daha kınası var, balayı var, var oğlu var. Önce nikah, sonra nişan, kına, düğün.”
“Söz nerede? Söz diye de bir şey var?”
“Söz nişandan sonra işte.”
“Söz nişandan sonra mı olur la mal? Önce söz, sonra nişan.”
“Nikah?”
“O düğünden önce.”
“Biz ne yapacağız şimdi o zaman? Söz mü yapıyoruz şimdi?”
“Söz möz hepsini bir arada yaparız. Bir düğün kalır, onu da askerden gelince yaparız.”
“O zaman altın almaya gerek yok şimdi. İyi iyi, az para biriktirelim.”
“Öyle olmuyor o. Düğünün altını ayrı, nikahın altını ayrı. Hepsininki ayrı.”
“Hiç uğraşmadan Merkez Bankasını üstüne yapıp kurtulalım o zaman. Öyle iş mi olur la?”
“Öyle tabi. Az öğren, odun geldin kalas gidiyorsun.”
“Ben limonatamı pastamı isterim o zaman arkadaş. Yok öyle beleşe altın.”
“Ne açgözlü çıktın la?”
“Kaç milyonluk altın alıyorum da limonata mı çok geldi?”
“Onlar ev kuracak, para lazım. Çok geldi tabi. Sana limonata, ona pasta, öbürüne tavuklu pilav. Para mı dayanır?”
“Ne güzel dünya la. Tamam o zaman, siz altın alın ben de limonata alayım.”
“Aha, yaz bunu Savcı. Mali’den herkese limonata. Benimki Tayland limonundan olsun.”
“O ne la? Tayland limonu ne demek?”
“A cahil, en güzel limon Tayland limonu.”
“Yedin mi hiç?”
“Yo.”
“Ne biliyorsun o zaman? Tamam lan, ben de tavuklu pilav değil etli pilav istiyorum. Kobe ineğinden yapılsın.”
“Kobe ne la?”
“Kobe Bryant var ya, onun inek fabrikası varmış. En güzel eti o yapıyormuş. Ondan istiyorum.”
“O öyle bir şey değil mal. Kobe ineği Asyalı. Çinli mi Japon mu neyse, öyle bir şey.”
“Ben yemem onu o zaman. Çekik gözlüdür o.”
“Japon kadınlarına gelince yerim diyorsun ama?”
“O başka bu başka. Kadınlarını yerim, ineklerini yemem.”
“Yeme tabi. Zeki filan yaparlar seni Allah muhafaza, ne gereği var?”
“Olum dinimizce besmelesiz kesilen hayvanın eti yenmez. Japon ne bilir besmeleyi?”
“Amerikalı biliyor mu da onlarınkini yiyorsun?”
“Bilmese de duymuştur. O kadar Müslüman var orada. Japon nereden duysun?”
“Beyler az durun dinleyin la” diye bağırdım, sustular.
“Olum valla Rıfat Efendi almış la. Sabah mezuniyet için takım aldık, sonra dükkânda az otururken çıkardı verdi. Yok düğün filan. Daha staj var, askerlik var, iş bulma var. Var oğlu var. Ne düğünü?”
“Olsun. Biz şimdi nikahı yapalım, sonra sen gelince tamam ederiz” dedi Serdar.
“Nikah değil, nişan. Bir öğrenemedin.”
“Ya neyse ne” dedim araya girip. “Acelemiz yok ya? Şu işleri yoluna koyduktan sonra yaparız hepsini”.
“Hayırlı iş bekletmeye gelmez” diye bu sefer Mali araya girdi, Hakan da destek çıktı. “Tabi olum. Sen askere gidersin, sonra yengeyi başkası kapar. Önden önlemini al”.
“Bir yüzükle mi başkası kapmayacak? Hem ne biçim konuşuyorsun it, başkası kapar filan?”
“Kızın aklı başına gelir, ‘benim bu malla ne işim var’ filan der diye dedim olum. Senin iyiliğini düşündüğümden hep.”
“Ya bir sktirin gidin mına koyim, uzanıyorum ben az” deyip odama çekildim. İçeride hararetli bir tartışma benden sonra da sürüyordu ama ben bir aralık uyuyakaldım.
Uyandığımda telefonu yanımda bulamadım. İçeri baktım, Serdar’ın yanındaydı. “Ne arıyor la bu burada” diye sordum, yavşak gibi sırıtıp “yemedik telefonunu, al” deyip uzattı. Ne oldu diye sorsam da söylemedi bir şey.
Akşamı kağıtla, ertesi günü aylaklıkla geçirdik. Mezuniyet sabahı tıraşımı oldum, saçlarımı yaptım, vakti bekledikten sonra takımlarımı çekip Rıfat Efendinin yanına gittim. Yeminimi edip diplomamı alacaktım, hayatımın bir sayfası da böylece kapanıp gidecekti.