Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Çay ve Kahve

Dersler bitti, sınavlar geldi geçti derken mezuniyet geldi. Bölümü dört yılda bitiren azınlıktan olarak garip bir gurur duyuyordum. Sağa sola koşturup bürokrasi işlerini hallettim, hocalarımla tek tek vedalaştım derken fark ettim ki Rıfat Efendinin bile okul anıları varken benim neredeyse hiç yoktu. Yaklaşık bin beş yüz günlük sürede yirmi gün belki ilginç şeyler yapmıştım o kadar. Geri kalanında evden derse dersten eve gitmiş, arada kütüphaneye uğramıştım. Birden sadece anı biriktirmek için yüksek lisans yapma fikri belirdi zihnimde ama iki yıl da ona harcamaya hevesim yoktu, bir anda parlayan ateş aynı hızla söndü. İş hayatında biriktirecektim artık anılarımı, geçen geçmişti bile.

Mezuniyet törenine iki gün kala Rıfat Efendinin çağrısı ve Anahit’in katılımıyla, törende giymek üzere hayatımın ilk takım elbisesini almak üzere buluştuk. Eminönü’ne gideriz derken Taksim’e götürüldüm, bir lira veririz derken beş liraya iki takım aldırıldım. Karşı çıkmaya çalışmam beyhudeydi. Üç kişiydik, demokratik bir süreçle karar alınmıştı ve buna boyun eğmem gerekti. Ben kimdim de demokrasiye saygı duymuyordum?

Ne kadar ısrar ettimse de parayı Rıfat Efendi ödedi. Benim de o kadar param yoktu zaten, istesem de ödeyemezdim. Sonra bir yere oturduk ve Rıfat Efendiyi ilk defa çay yerine kahve içerken gördüm. “Sen de mi Avrupalı oldun Rıfat Efendi” dedim, “Rıfat’a kahve de mi yasak” diye sordu. Yasak değildi de yirmi senedir bir kere kahve içmemiş adam, garip gelmişti tabi.

“Kahve nasıl bulunmuştur, biliyor musunuz?”

“Biliyorum. Arabistan’da keçiler bunu yiyor, sonra gece uyumuyormuş. Böyle bulmuşlar” dedi Anahit.

“Yok, o öyle değil. Yanaşın iyice yamacıma da anlatayım” dedi, höpürdeterek “adını yarı siyah yarı beyaz maymundan mı yoksa o çılgın Fransiskenlerden mi aldığını bilmediği” kapuçinosundan bir yudum alarak anlatmaya koyuldu.

“Lilit Âdem babamıza kızıp gittiğinde neler olduğunu biliyorsunuz. Ah-u figan gökleri sardı, öyle ki Allah teala kulaklarına tıkaç takmadan uyuyamaz oldu. Âdem babamızsa üzgün, uyku tutmuyor. Derken bir ara uykusu gelir gibi oldu ama aklında da soru: Ya Lilit gelir de onu görmezse? Onu uykuda bulur, ona kızıp geri dönerse?

“Cennet bahçesinde dolaşmaya başladı. Allah her şeyin ismini kendisine öğretmiş ama hangisi ne işe yarar söylememiş. Bir etin tadının nasıl muhteşem olduğunu ve nasıl kızartırsa daha da güzel olacağını bildirmiş, bir de soğan, sarımsak ve balın eşsiz yiyecekler olduğunu. Geri kalanı kendisi keşfetsin diye bırakmış.

“Âdem babamız bahçede gezerken cümle otların, tohumların, yemişlerin, meyvelerin tadına bakmaya başlamış. Karnı aç değilmiş ya, uykuya dalmamak için böyle bir oyun bulmuş kendine. Derken cennetin güneyinde daha önce görmediği bir yapıya denk gelmiş. ‘Bu ne ola, ben bunu nasıl daha önce görmedim’ diye sorarak girmiş içeri ki ne görsün? Allah’ın mutfağı değil miymiş burası?

“Hemen dolapları, rafları karıştırmaya başlamış, bir rafta bir kâse içinde garip, kara kuru, küçük tohumlar bulmuş. Ağzına bir avuç atmış ama öyle acıymış ki bunlar, bir lokmasını dahi yutamadan tükürmüş hepsini gerisin geri.”

“Kahve tohumu muymuş bunlar?” diye sordum.

“Ne alakası var a deyyus! Hardal tohumuymuş meğer. ‘Amanın yandım Allah, yok mu bir yudum su’ diye bağırmış, o an bir melek belirtip bir testi su vermiş eline ama üst katta uykuda olan Allah da hemen dibindeki bu bağırtıya uyanmış. ‘Yine ne oldu, neye bağırdın behey başımın belası? Var olmak zor geldi de geri toprağa dönmek mi istersin?’ diye bir güzel haşlamış. Âdem babamız da anlatmış olan biteni.

“O an Allah teala düşünmüş ve demiş ki ‘ey Âdem, ben sana uykusuzluk veririm ama bir daha ağzını açarsan yemin olsun seni değil Lilit’i toprak ederim, bir daha da ne onu görürsün ne de memelerini’. Bu yarı öneri yarı tehdit karşısında boyun eğen Âdem babamıza raftan bir kutu uzatıp ‘bunu yemeyeceksin. Suya koyacak, tanesini bırakıp suyunu içeceksin’ diye buyurmuş. Âdem babamız müteşekkir hamd etmiş rabbine, almış kutuyu çıkmış evden.”

“Kahve mi vermiş?” diye sordum yine. Ters ters bakıp konuşmasına devam etti. Küfür etseydi daha iyiydi.

“Âdem babamız evden çıkarken Harut aleyhisselam görmüş Âdem babamızı. Evvela Allah’ın mutfağından hırsızlık yaptığını düşünmüş, ‘yakıştı mı sana ey Âdem, cümle bahçe önünde uzanırken hırsızlık yapmak nice iştir’ diye sormuş. Anlatmış Âdem babamız. Harut aleyhisselam sözlerinden üzgün özür dilemiş, sonra kendisini takip etmesini söylemiş.

“Cennetin kuzey kapısına gelmişler. Burada meleklerin evleri varmış. Kendi evinden başka bir kutu almış, Âdem babamıza teklifini yapmış: Bu kutuya karşılık o kutu. Anlatmaya da koyulmuş: Bu kutudakini Allah onlar için yaratmış. Onu yiyip içtikleri zaman uyku tutmaz, böylece de geceleri de Allah’ın ulu adını tespihe devam edebilirlermiş. Tam da istediği şeymiş işte bu. Dilerse bunu alabilir ama elindekini verebilir, dilemezse de Allah’ın kendisini başından savmak için verdiği kutudakini içip durabilirmiş. Âdem babamız Allah’ın ona ne verdiğini bilmediğinden almış Harut’un elinden verdiği kutuyu, emrini de bihakkın uygulayıp bir güzel kaynatmış içindekileri ve gerçekten uykusu gitmiş. İşte Harut’un verdiği bu kutuda kahve varmış, insanlar da kahveyle böylece tanışmış.”

Peki, diğer kutuda ne varmış? Ben sorana kadar Anahit sordu, Rıfat Efendi de hiç kızıp etmeden cevabını verdi: Çay. Ben sorsam evvela azarımı yer sonra cevabımı alırdım. Buna içerledimse de ses etmedim, sordum.

“Sonra ne olmuş? Sabaha kadar uyanık mı kalmış?”

“Kalmış tabi. Sabah uyanınca Allah teala meleklerden gelen kokuyu almış, birden hiddetlenmiş. O Âdem babamıza vermiş kendine özel olanı, ne diye bu meleklerle paylaşmış ki onu? Bir güzel paylamış Âdem babamızı. O da gece kendisi yatarken Harut’un gelip takas teklif ettiğini, kendisinin de kabul ettiğini anlatmış. ‘Behey salak, ben sana kendi özel otumu verdim de sen onu bu gafillerin meyvesiyle değiştirdin ha? Artık geceleri uyumak sana yasak. Sen de onlar gibi her gece iki yüz kırk üç rekât namaza duracak, beni tespih edip hamd-ü senada bulunacaksın’ buyurmuş. Sonra Harut’u da bir güzel paylamış, ‘sen hele dur, ben sana ne yapacağımı bilirim’ demiş. Hülasa evlatlarım, namaz da böylece, kahvenin bulunuşuyla beraber insana farz kılınmış.”

Nerede başlamış nerede bitirmişti böyle!

“Çay Allah’ın içeceğidir diyorsun yani?”

“Tabi, tabi! Koskoca meleği dahi yoldan çıkarmış bir içecek hem de. Boşuna değil ki cümle Müslüman en çok çay içsin.”

“Ama çay buralara sonradan gelmiş, eskiden kahve içerlermiş?” diye sordum. Birden kükredi, “onlar cahilse benim suçum nedir bre deyyus” dedi. Onun suçu yoktu tabi.

“Ben sorunca hemen kızıyorsun, Anahit sorunca hiçbir şey demiyorsun. Ayrımcılık bu.”

“O benim kızım. Onun yeri ayrı” deyip yanına yanaştırdı, bir güzel öptü.

“Allah muhabbetinizi arttırsın. Ben hiç aranıza girmeyeyim.”

“İnsan amcası eşini seviyor diye kıskanır mı?”

“Beni de sevsin ama.”

“Gel yanıma gel, kıskanma gel” dedi, yanaştım. Bir de beni öptü, sonra güldü. Haksız mıydım ama?

Kahvelerimizi içtikten sonra Anahit yanımızdan ayrıldı, biz de dükkâna döndük. Yemek yememiştik hala. Bir kutu yumurtadan menemen yapmak için eve çıkacaktım, durdurup çekmeceye uzandı ve bir zarfla bir kutu çıkardı. “Bunlar nedir” der gibi baktım, oturmamı söyledi ve oturdum. Zarfı uzatıp “bu borcumun birazıdır” dedi, kutuyu uzatıp “bu da faizidir” dedi ve güldü.

Borç filan yok, gereği de yok, sende kalsın diye ne kadar direttimse de dinlemedi. Sağa sola sormuş, şimdi bir sene ücretsiz köle gibi çalışacağımı öğrenmiş. Bana en çok şimdi lazımmış bu para, nasıl gereği yokmuş?

Hakkı vardı, bir sene ne yiyip ne içeceğim diye derde düşmüştüm ufaktan. Evi dağıtıyorduk, Temmuz’da yersiz yurtsuz da kalacaktım. Tam da vaktinde denk gelmişti bu. Bana vermek için borca girip girmediğini sordum, yok dedi. Yemin istedim, “bana yalancı mı diyorsun” diye çıkıştı. “Doğru söyleyen yeminden de kaçmaz” dedim, yemin etti ve yarı gönüllü yarı gönülsüz aldım zarfı ve kutuya baktım. Avuç içi kadar kara bir şeydi.

“Bunda ne var?”

“Açıp kendin bak.”

Açtım baktım. İki yüzük vardı içinde, benimse aklımda, en azından o anda öyle bir şey yoktu. Aramız iyiydi zaten, işimiz gücümüz de olacaktı biraz zaman alsa da. Önce stajım biter, sonra askerden gelirim ve sonra bu işleri yaparız diye düşünüyordum. Durduk yere nereden çıkmıştı bu?

“Hayırlı iş ertelemeye gelmez. Yüzüğü taktığın gün evlenmene gerek yok ya? Sen niyetini bildir, illa ki Allah da yolunuzu açar.”

“Biz bunu hiç konuşmadık ki Rıfat Efendi? Yani tamam, muradımız budur ama hiç sorup söylemeden böyle bir anda damdan düşer gibi de evlenme teklif edilmez ki?”

“Edilir yavrum edilir. Ben de evvel sen gibi düşündüm ta gençlik zamanımda. Okul bitsin, askerlik bitsin, iş kurma işi bitsin derken yıllar geçti de ta ne zaman geldi sıra evliliğe. Baban merhum da aynısını yaptı. Şimdi sorsan hiç gereği yokmuş derim. Niyet hayır akıbet hayır, bu işten de sana zarar değil ancak fayda gelir.”

“Hadi de ki dediğini yaptım. Bir sene staj, bir buçuk sene askerlik. İki buçuk seneden evvel bir şey olacağı yok. Sonra iş buldum, para kazanmaya başladım, ev düzdüm derken hadi bir sene daha geçsin. Dört sene sonrasının işi, şimdiden ne gereği var ki yangından mal kaçırır gibi?”

“Rüyamda gördüm. Bilirsin ben pek rüya görmem, görürsem hatırlamam m, hatırladım mı da ciddiye alırım. Al sen bunları, git kızıma. Varsa bunda bir hikmet, illa ki çıkar görünür. Yoksa da zaten Alim’in ilmi doğrusunu güzelini gösterir. Takdir Allah’ındır.”

“Ne gördün ki rüyanda?”

“Ne gördüysem gördüm. Yok mudur şuncacık itimadın Rıfat’a?”

“Vardır, vardır tabi. Olmaz mı? Merak ettim işte, ne gördün?”

“Bilmezsen neyin eksik kalacak?”

“Bildiğimde çoğalacağım, yetmez mi?”

“Önce de bana, babası benden kısa. Değil mi?”

“Senden uzun kaç kişi var dünyada?”

“Tamam, kısa işte. Kara saçlı kara gözlü?”

“He, kızı gibi.”

“Böyle hafiften bet sesli?”

“Sen anlatmayacaksın da numara mı yapıyorsun?”

“Anlatıyorum işte. Bir mecliste denk gelmişiz hepimiz. Anahit, babası, sen ve ben. Konuşuyoruz ama sana böyle ters ters bakıyor gibi. Bir aralık kızım balayını nerede yapsanız diye soruyor, sen Fransa’ya gidelim diyorsun. Sonra hepimiz kalkıp evimize gidiyoruz, ertesi gün yine orada buluşuyoruz. Parmağınızda yüzükler, babası da öyle kötü kötü bakmıyor sana. Torunum olmuş, veriyorsunuz elime. ‘Dini ne olacak’ diye soruyorum ama cevabı duyamadan uyanıyorum.”

“Değil Anahit’leyken, ben hayatımda balayı kelimesini cümle içinde kullanmadım. Bak bu ilk oldu. Sen bizi ona yolladın, balayından sonra evlendik, hemen de torun yaptık da dinini merak ettin. Öyle mi?”

“Valla öyle. Ben yapmadım ama, rüyamda gördüm.”

“A Rıfat Efendi, ben öbür ay evsiz kalacağım, bir buçuk sene de askerlik var. Bu durumda bir de torun mu vereceğim sana?”

“Ben o kadarını bilmem. Sordun anlattım.”

“Anlattın tamam, sağ ol var ol, Allah seni başımdan eksik etmesin de bu kadarı biraz hızlı değil mi?”

“Onun kararını ben veremem. Sordun söyledim. Babası sana ters ters bakıyordu ama evlendiğiniz zaman iyi iyi baktı, onu hiç görmüyorsun.”

“O da senin hüsnü kuruntun.”

“Kabullendi mi seni?”

“Yani kabullendi de değil ama öyle karşı da çıkmadı.”

“Bak işte, nasıl da doğru benim rüyam! Dinle sen beni, dinle. Allah boş yere rüya gördürmez.”

“Ya şeytansa rüya gördüren? O da girer rüyalara, sen benden iyi bilirsin.”

“O deyyus benden korkar, giremez rüyama. Hem sen düşün. İlla yap demiyorum, en azından bir düşün.”

“Erken Rıfat Efendi, çok erken daha. Kaç sene bir onun bir bunun derdiyle uğraşacağız. Şimdiden yapmanın bir anlamı yok ki.”

“Olsun. Sen yine de bir düşün.”

“İyi tamam, düşüneyim” deyip yüzüklere baktım. “Kaç lira verdin bunlara”?

“Para vermedim. Sponsor buldum diyelim.”

“Milyarlık sponsor, nedir bunun hikmeti?”

“Sen ne çok soru sordun bugün? Biraz da güven bu Rıfat’a. Bugün olmasa yarın alacaksın zaten, şimdi istemesen de koy kenara dursun.”

“Sen de dardasın, onu istemedim ben. Yoksa güzeller de ha. Valla. Zevkli adamsın vesselam.”

“Öyleyimdir. Oğlum güzel, kızım güzel, parmaklarındaki de öylece güzel olsun istedim.”

Büyük olanı aldım, parmağıma geçirdim. Cuk oturdu. “Sen benim parmağımın ölçüsünü nasıl aldın”?

“Gramlarla, santimlerle çalışa çalışa gözüm alışmış demek. Kızıma da aynı böyle tam olacak.”

“Senden korkulur ha Rıfat Efendi.”

“Korkulur tabi. Ne sandın sen beni?”

Bir çılgın adam sandım, ne sandımdı başka?

“Doğru söyle, torun istemek için mi aldın bunları?”

“Onun da vakti gelecek. Her şey sırayla.”

“Vaftiz de edersin sen.”

“Torunum öyle isterse tabi ederim?”

“Ne oldu, Müslüman yapmıyor musun?”

“O kendisi olur zaten. Olmak istemezse de zorla Müslüman mı yapılır?”

“Anasına benzerse ikisini de olmaz ama.”

“Her insan İslam üstündedir, kimi bilir kimi bilmez.”

Silkindim. “Evlendirdin, çocuk yaptık da dinini mi tartışıyoruz şimdi”?

“Sen açtın konuyu, ben bir şey demedim ki?”

Haklıydı. Bir şey diyemedim. Yarı gönülsüz de olsa aldım zarfla kutuyu, koydum cebime. Yukarı çıkıp menemeni yaptım, bir güzel yedik ve evime döndüm. Dönmeseydim belki daha iyiydi gerçi ya, nereden bilirdim?