Adada Bir Gün
Son sınıfın rutini önceki yıllardan farklıydı. Sabah okulun kapısı açılınca giriyor, derslerden kalan vakti haftanın üç günü kütüphane kapanana dek bulduğum her şeyi okuyarak geçiriyor ve ancak geceleri eve dönüyordum. Salı ve Perşembe günleri Anahit’le İngilizce ve Fransızca çalışıyorduk. Bir aylık okuma aşamasından sonra cezada karar kıldım. Zaten çoktur aklımda bu vardı, doğru seçimi yaptığıma kani oldum demek daha doğru belki de. Cumartesileri öğlene dek uyuyor, hava kararana dek romanlar ve filmlerle kafamı boşaltıyor, sonra o dükkânı kapatana dek Rıfat Efendinin yanına gidiyordum. Pazar günlerini de Anahit’e ayırmıştım, o ne isterse onu yapıyorduk. Bedenim de zihnim de bu tempoya alışık değildi aslında ama yazdan gelen idman işe yaratmıştı ve ta dönem sonuna dek bu tempoyu sürdürmeyi başardım. Kış tatilinde bir hafta yine Anahit’le baş başa kaldık, derken okulda son dönemim ne olduğunu anlamadan başlayıp bitti ve o Eylül-Haziran arasından hatıra olarak sadece üç şey kaldı: Rıfat Efendinin doğum günü, Nisan’da tekrar ortaya çıkan Aylin’in ömürlük dersi ve final sınavından sonra ceza hocamın yaptığı ve önceki seneki gibi yazıp masamın başucuna koyduğum konuşması. Tarih sırasıyla gideyim.
Anahit’le doğum günümde yaptığımız uzun yürüyüşte Rıfat Efendinin doğum gününün de yakında olduğunu, ona da böyle sürpriz yapsak güzel olacağını söyledim. Kendisini sanki bir Amca gibi benimsemiş olduğundan hemen olur dedi ve planımızı yaptık.
Pazar sabahı öğlene doğru Anahit geldi, beraberce dükkânı kapattırdık. Karaköy’de börekçide kahvaltı ettik, Kabataş’a aheste aheste yürüyüp Heybeli’ye geçtik. İki senedir koltuk değneklerine hala alışmış değildi, ondan iskele yakınlarında oturup manzara keyfi yaptık. Kâğıt helva mı yemedik pamuk şeker mi? Kocaman adam çocuğa dönmüştü. Meğer onun da varmış ilgilenilmeye ihtiyacı, ben bilmemişim. Hep dikti, hep kocamandı, hep gururluydu diye insan olduğunu unutmuştum, bunu unuttuğumdan ne çok utandım…
Hem yolda hem adada bir o anlattı bir biz. Konuşmayı bunca seven adam oturup bizim çocukça hikâyelerimizi dinledi. İlk defa da ne dinden bahsetti ne diyanetten. Anılarını anlattı hep. Çocukluğundan, üniversite yıllarından, köyden, şehirden… Arası olmasa da adada et yenmez diye balığa yok demedi, “canınız çektiyse beni önemsemeyin” deyip yan masadaki rakıyı gösterdi. Anahit’in rakıyla arası yoktu zaten, gerek yok dedikse de gözleri parladı birden. “Misket var mı” diye sordu, anlamadık. Meğer garsona konuşmuş. Bir şişe şarap açıp önümüze koymasın mı?
“Ne oluyor, kokusunu aldın da sarhoş mu oldun Rıfat Efendi” diye sordum. “Bugün yeni bir oluş değil mi? Günahın küçüğü olmaz, hele bilerek işlenen günahtan büyüğü olmaz ama hiçbir büyüklük de onun rahmetinin azametine ulaşamaz” dedi, önündeki kadehi doldurup “çocuklarının şerefine” kaldırdı. Anahit bana bakıyordu, ben ona bakıyordum. İkimiz de gördüğümüze inanamıyorduk. “Elinizde mi tutacaksınız o kadehleri?” diye sordu, bizim cevap vermemizi beklemeden bir dikişte bitirdi. Eh, ne vücudu alışık ne kafası, önce hıçkırıp sonra bastırmaya çalışsa da geğirdi, evvel estağfurullah çekip sonra Anahit’ten özür diledi ve ekledi: “Siz içmeden ben yenisini dolduramam. Hadi ama”!
Önce kikirdedik, sonra kahkahayı bastık. Onun boş kadehini de Anahit kolunu tutarak kaldırdı, “ikinci babamızın şerefine” deyip bu sefer o bitirdi kadehindekini, ben de ardından. Daha balıkların yarısına gelmemiştik ki ilk şişe bitmişti bile. İki canavarın arasına düşmüştüm. Rıfat Efendi bir şişe daha istedi, benim uzanmama kalmadan Anahit önüne çekip göz kırptı. Sanki kırk yıllık sakiymiş gibi öyle ucu ucuna getirdi ki şişe yemeklerle beraber bitti.
Karanlık basmaya başlayınca sıra hesaba geldi, bizim yarı aralık gözlerimiz de ardına kadar açıldı. O kadar yemiş miydik? Yemiştik demek ki gelmişti bu bol sıfırlı hesap. Üçümüzün de cebi boşaldı, ancak ucu ucuna denk geldi. Güya planda akşama et yemek de vardı ama o kısmı yatmıştı.
Dönüşte vapurda sordum: Misket filan ne işti? Gizliden gizliye şarap içiyordu da bizden mi saklıyordu yoksa? Nasıl bilirdin balıkla hangi şarap içilir diye be adam?
“Sen benim kütüphaneme girmedin ki hiç, ne bileceksin ben ne okurum? Yemekten de okurum, içmekten de okurum, gezmekten de okurum, görmekten de okurum…”
“Buncasını bilirsin de neden bir tekinden anlatırsın o zaman?”
“Ne anlatacağım da bana kalmış. Sana mı soracağım deyyus!”
Haklıydı tabi. Bana mı soracaktı?
İkimiz beraberce Anahit’i evine bıraktık, sonra otobüsle evine döndük ve o gece onda kaldım ve bunca sene ilk defa kitaplığına baktım. Kitaplık demek yanlıştı belki de. Evinin bir parçası kitaplık değildi, kitaplığının bir parçasını ev olarak kullanıyordu. Neler neler yoktu burada. Sabah akşam dini kitaplar okuduğunu sandığım adam yürüyen ansiklopediymiş meğer. Yirmi ikinci yaşımda Rıfat Efendinin kim olduğunu biraz da Anahit sayesinde böylece bilmiş oldum.
Aylar geçti, Nisan oldu, çoktur ortada görünmeyen, okul civarında bile denk gelmediğim Aylin birden yine ortaya çıktı. Canı sıkılınca oynadığı oyunu bırakacaktı ya, bırakmış değildi henüz. Evde yine bir bayram havası esmişti. Önceki sefer yaptığımız konuşma hala hatırındaydı, bu yüzden bana biraz daha mesafeli olsa da o yine oydu ve sıranın bana geldiği gece, hayatımın o güne kadarki kısmının en ilginç teklifini yaptı.
“Hala beraber misiniz o kızla?”
“Evet?”
“Nasıl, iyi mi aranız?”
“Yani, kötü olması için bir sebep yok.”
“Ne güzel, ne güzel… Ve sen şimdi bana yine aynı şeyleri söyleyeceksin. Değil mi?”
“Yani… Yani.”
“Sana sinir oluyorum biliyor musun? Senden başka kimse bana yok diyemedi.”
“Güzelsin. Anahit de beğendi seni, o kadar güzelsin. Ama işte… Biliyorsun, anlattırma tekrar.”
“Yok, gerek yok. Başka bir şey diyeceğim ben şimdi. Seviyorsun onu değil mi? Seviyorsun. O da seni seviyor. Sen de başkasına dokunmuyorsun ondan. Tamam. Bu gece yanında yatacağım senin. Hiçbir şey yapmayacağım, sadece öylece yatıp uyuyacağım. Sen de gerçekten seviyorsan bana dokunmazsın. Bu da içime dert olur ama bir daha da seninle uğraşmam. Yok, diğer türlü olursa ben rahatlarım, sen de derdine yanarsın. Ne diyorsun?”
Bu nasıl bir imtihandı? Ta bir önceki kışı hatırladım. Sadece görmek bile kanı yanlış beynime akıtmıştı. Şimdi bir de yanımda… Tamam, beynimin birine güveniyordum ama diğerine hiç güvenim yoktu. “Saçmalama” dedim, güldü. Ne vardı ki gülecek?
“Tamam diyemedin. Kendine güvenemedin. Ben sana, seninle daha da işim olmaz demiştim, bunu hatırlamadın bile. Sen yapmak istemediğin için değil yapmaman gerektiği için böyle davranıyorsun. Yoksa neden umurunda olsun?”
Öyle güzel köşeye sıkışmıştım ki ne diyeceğimi bilmiyordum. Haklı mıydı? Sanırım haklıydı. O değil de Hakan olsaydı yok demezdim.
Birden derin bir huzursuzluk duydum. Yüzük uzatılmış Gandalf gibiydim. O nasıl korkusundan eline almaya bile çekinmişti, ben de aynısını yapıyordum. Doğrusu buydu zaten ama sebebi… Bu kadar kontrolsüz, bu kadar aciz miydim?
“Tamam ulan” dedim birden. “O ki içine dert oldu, tamam. Ama sonra bana kızma sen ne biçimsin, sen erkek misin diye.”
Güldü. Kahkaha attı. Pışpışlar gibi elini omzuma attı, diğer eliyle de tişörtünü yakasından tutup az aşağı çekerek sordu: Ben şimdi bunları göstersem de bir şey olmaz yani?
“Olmaz tabi.”
Altındaki eteği yukarı doğru çekip bir daha sordu: Bunlardan da bir şey olmaz?
“Hayır.”
Hızlıca bir hareketle tişörtünü çıkardı. Sutyeni yoktu. Bir yüzüne bir memelerine baktım, sonra gözlerimi tekrar yüzüne çevirdim. “E” der gibi baktı. “Maşallah, Allah daha çok versin” dedim. “Manyak mısın” der gibi baktı bu sefer.
“Yüzün mü daha güzel yoksa bunlar mı bilmiyorum. Daha fazla ne demem lazım?”
“Elini uzatabilirsin mesela. Korkma, ısırmazlar.”
“Anacığım rahmetlikle Anahit’ten başkasınınkine uzatmadım, gereği de yok.”
“O olmasaydı ibne olduğuna inanırdım.”
“Yok, erkekler ilgimi çekmiyor. O var ve bana yetiyor. Söylesene, ne geçecek eline? Hadi uzattım elimi, dokundum sıktım. Sonra? Sonra ne olacak? Hatta kilitledik kapıyı, yaptık yapacağımızı. Ne geçecek eline? Ben ondan sonra Anahit’in yüzüne bakamam bir daha. Utanırım. Bundan senin kazancın ne olacak?”
“Bana hayır diyebilen kimse olmadı diyeceğim. Daha ne olsun istiyorsun?”
“O zaman şöyle diyelim: Anahit olmasaydı ben de hayır demezdim, diyemezdim herhalde. Güzelsin gerçekten, ama bende bunu görecek göz yok. O başka yere bakıyor.”
“Emin misin?”
“Sonuna kadar.”
Tişörtünü geri giyindi, bir sigara yakıp bana uzun uzun baktı. “Olmuşsun sen, evlenin siz. Mutlu olursunuz. Beni de çocuk gibi kandırmaya çalışma ama. Ama” deyip sigarasından derin bir nefes çekti ve devam etti. “Seven erkek de olurmuş, beni buna inandırdın. Hepiniz Ahmet gibi şerefsiz değilmişsiniz demek ki”.
Bir şey diyemeden öylece baktım. “Sınava giriyorum tekrar, Boğaziçi’nde gidip sıfırdan başlayacağım. Hiçbir dersi saydırmayacağım. Şimdi burada ne yaptım yaptım, orada başka biri olurum artık. Ha bir de, Savcı” dedi gözlerime gözlerini dikerek. “Seninle tekrar karşılaşacağız. Ne zaman, nerede, nasıl olur bilmem. Çekirge üç zıplar ama ben çekirge değilim, ikiden fazlasını yapmam. Zaten daha da kimseye sana yaptığımı yapmam. Bir daha denk geldiğimizde için rahat olsun”.
Ne demeliydim bilmiyordum, teşekkür ettim. Güldü. Ve ben ömürlük dersimi aldım: Onun yanımda yatmamasını istemek değil yattığı zaman hiçbir şey olmaması daha büyük bir şeydi.
Ertesi gün bunu Anahit’e anlattım. Aylin’in memelerini açmasından hoşnut olmamıştı tabi ki ama ona yapacak bir şey yoktu. Ben, onun benden beklediğini yapmıştım, önemli olan buydu. Bana koşulsuzca güveniyordu ve bu güveni boşa çıkarmamıştım. Zaten güvenin de birazı olmazdı. Yüzde doksan dokuz güven yoktu. Ya yüzde yüzdü ya sıfır. Bu da Aylin sayesinde aldığım ikinci ömürlük ders oldu. Yüzde yüzdü güvenimiz, hep de böyle kalasıydı.
Mayıs’ın son Cuma günü ceza hocama gittim. Önceki gün Anahit’le mezuniyetten sonra önce stajı mı yoksa askerliği mi aradan çıkarmak gerekli diye konuşmuş, stajda karar kılmıştık. Bir buçuk sene askerlik sonrası staj onun gözüne daha zor gelmişti, ben de zaten kararsız olduğum için öyle olsun deyip bırakmıştım.
Hocamla avukatlık stajı hakkında konuşacaktım. Konuyu açtığımda pek ilgilenmedi, onun yerine masasının gözünden bir dosya çıkarıp verdi. “Sana bir hafta. Oku bunu, neler olup bittiğini ve senin ilgili durumda ne yapacağını haftaya bugün, tam da bu saatte gelip anlat” deyip usulünce kovdu. Ya da ben kovdu sandım.
Evde dosyayı okudum. Özetle şunu diyordu: Bir adam çalışmak için il dışına çıkıyor, döneceği günse ortadan kayboluyor. Adamın İstanbul’dan ayrıldığı kamera kayıtlarıyla sabit, köyüne dönmek için otobüse bindiği de. Görgü tanıkları, minibüs şoförü ve diğer yolcular adamın köyüne ulaştığını söylüyor. Jandarmalar evine gidiyorlar, eşi kocasının hiç gelmediğini söylüyor. Borçlu olduğu kimselere soruyorlar, onlar da adamı görmemiş. Eş dost, hısım akraba yine aynı şekilde beyanda bulunuyor. Bu adama ne oldu, bunu yapan kim ve ben hukuk insanı olarak ne yapmalıyım?
Düşündüm. Çok düşündüm. Köyüne gitmek için minibüse binen adam köyde inmişti, ulaşacağı yere varmıştı. Demek ki birisi öldürmüş ve cesedi kaybetmişti. Kim olabilirdi bu? Dosyadaki ifadelerden cevabı bulmak imkansızdı, başka hiçbir bilgi de verilmemişti.
Günler geçti, ben cevapsız kaldım. Sonunda Cuma oldu, hocamın yanına gittim ve bilmediğimi, bulamadığımı söyledim. Adam öldürülmüştü, burası muhakkaktı. Katil adaylarımız vardı: Borçlu olduğu iki kişi ilk adaylarımızdı ama neden akşamın karanlığında, adam gelir gelmez öldürsünlerdi? Eşi olabilirdi ama dosyada katil olması için hiçbir sebep görünmüyordu. Kendi babamdan kardeşler arasında bir tartışma olabileceğini düşündüm ama tartışma başkaydı cinayet başka.
“Katil eşi” dedi hocam ve tekrar sordu: Neden öldürdü ve ben ne yapmalıyım?
Kadınların da suç işlediği bir vakıa idiyse de cinayetin seyrek göründüğü de başka bir gerçekti. Demek ki adam karısına eziyet ediyordu. Gelir gelmez yine aynı şekilde davranınca da kadın dayanamamış, öldürmüştü adamı. Peki, ben ne yapacaktım? Ceset yoksa cinayet, cinayet yoksa suç yoktu. Cesedi bulmam, bunun için de itiraf almam gerekliydi. Tam burada hocam söze girdi.
“Hayır. Anadolu’da kadının adı yoktur. Mal gibi alıp satmak derler ya, mal inek demektir, dana demektir, davar demektir. İnek gibi, davar gibi alınır satılır kadınlar. İnek hasta olunca veteriner çağrılır da kadın hasta olunca sırtında sopayı bulur kalkıp çalışması için. Nasıl tüm gün posasını çıkardığı eşeğe tecavüz eder geceleri, kadın da aynı. Tüm gün bir orada bir burada posası çıkar, akşam da kocası üstüne çıkar.
“Bu kadın eziyet görmüş. Kocası kendisine işkence etmiş ki daha gelir gelmez dayanamamış, öldürmüş adamı. Yaşı otuz. On beşinde kocaya verdiyseler on beş senedir zulümden başka bir şey görmemiş. Kucağında üç çocuk, üç yetim. Dul kalmayı gözü kesmez zavallı kadınların, hele ki çocuklarıyla. Kocası ne kadar zulmettiyse buna bile razı gelmiş.
“Bu durumda Savcı, yarın önüne dosya geldiği zaman itiraf almaya değil almamaya bakacaksın. Polis yapmayacak sorgusunu, jandarma yapmayacak, sen yapacaksın. Ağzından laf mı kaçırdı? Duymayacaksın. Sen onun yaptığını bileceksin, o senin bildiğini bilecek ama dosya öyle kalacak, ilerlemeyecek.”
“Fakat bu kanuna aykırı?”
“Düşünce suçu da kanuna uygun. Kanun o kadar da güzel bir şey değil demek ki. Yasayla adalet her zaman el ele kol kola gitmez. Hangisi için diğerinden vazgeçmek gerekli? Kanun için adaletten mi, adalet için kanundan mı?”
“Biz kanunla adaleti sağlamakla mükellefiz. Kanun yanlışsa onu düzeltmek bizim işimiz değil, kanun yapanların işi.”
“Yani ömrünün yarısında eziyet çekmiş ve kanunun korumadığı kimseyi bir de biz cezalandırmalıyız, öyle mi?”
Cevap vermeden önce derin bir nefes aldım.
“Kanun nizamı korumak için var. En kötü nizam en iyi nizamsızlıktan daha değerli. Hem yasada onca hafifletici sebep var. Kadını toplum ve devlet koruyamamış olabilir ama bunun karşılığında suç işleme özgürlüğü kimseye verilemez. Toplum ve devlet görevlerini yapmaya zorlanmalı, suçluyu korumaya değil.”
“Fakat her norm kendi normali içinde değerlendirilir. Norm, bu kadının da insan olarak hakları olduğunu söylüyor. Bu hakları korumakla mükellef olanlar görevlerini yerine getirmemişse orada norm farklıdır. Anormali norm yapmışsak nasıl normalin normunu uygulayacağız? Bu, bir suçluyu korurken diğerini cezalandırmak değil mi?”
“Herkes kendi görevini yapmalı. Kadını koruması gerekenler korumadığı, görevini yapmadığı için ben de görevimi yapmazsam yanlışa yanlış eklemiş olurum. Hayır hocam, ben kadının suçunu örtbas edemem. İddianameyi usulünce yazar, en düşük cezayı alması için uğraşırım. Nefsi müdafaa varsa bunu kanıtlamaya çalışırım ama suçu görmezden gelemem.”
Birden yüzü güldü.
“Sınavı geçtin Savcı. Yarın öbür gün imzama ihtiyaç duyarsan gelip istemekten çekinme.”
Yüzüne baktım. Anlık gülümsemesi yitmişti, aynı ifadesiz bakışı geri gelmişti.
“Bu dosya gerçek bir dosya mı?”
“Evet. Yarın savcı olursan karşına benzerleri çıkacak. Suçtan başka yolu kalmamış kimseler gelecek önüne. Yasalarla vicdanın başka şeyler söyleyecek. O durumda vicdanından önce yasayı dinleyeceksin.”
Hocam son bir ders yapıyordu fakat benim aklım başka yerdeydi.
“Bu dosya ne oldu? Kadına ceza verdiler mi?”
“Adamın cesedi evin bahçesinde iki yıl sonra bulundu. Jandarma kadını tekrar ifadeye çağırdı, itirafı savcı aldı. Gelir gelmez karısını dövmüş. Ne zaman ki çocuğuna el kaldırmış, kadın mutfağa koşup bıçak almış ve oracıkta öldürmüş. Karanlıktan faydalanıp mezar kazmış ve öylece gömmüş.”
“Hiç mi gören duyan olmamış?”
“Bizim millet inşallahla yaşar, maşallahla sevinir, hay Allah’la üzülür. Allah’a hiç güvenmez ama her işini de ona bırakır. O, kendi yaptığı şeyleri kendine yaptıran, kimsenin görmediği ama herkesin tanıdığı bir faildir. Burada da öyle olmuş. Kadın eli yüzü mosmor gezerken inşallah demişler, adam gidip kadın biraz rahata erince maşallah demişler. Eh, cinayetten sonra da hay Allah dedikleri ortada. Sanırım akılları sıra şahitlik yapmayarak adaleti sağladıklarını düşündüler. Yoksa, köy yerinde mezar kazacaksın ve kimse görmeyecek, kavga gürültü olacak ve kimse duymayacak. Bu mümkün mü?
“Çalışırken şu üç kimseye güvenme: Paranın peşindeki kimseye, çocuğunu koruyan anneye ve sesi az çıkanla çok çıkana. Az konuşan gizler, çok konuşan daha çok gizler.”
“Başka kimse kaldı mı hocam?”
“Onun da kararını sen ver.”
Düşündüm. Başka kimse kalmamıştı. Kimseye güvenme diyecekti, bunu uzun yollu söylemişti. “Dediklerinizi aklımda tutacağım hocam” dedim ve müsaade istedim. Tam kapıdan çıkarken “Ha bir de, Savcı” dedi. Döndüm. “Bizde sistem davayı uzatmak için çalışır. Adaleti geciktirme. Gerekirse sen yap soruşturmayı, kendin topla delili. Geç gelen adalet, adaletsizlikten kötüdür”. “Unutmam hocam” deyip çıktım, hemen son cümlesini Anahit’e mesaj attım ki unutmayayım:
Geç gelen adalet adaletsizlikten kötüdür.