You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Doğum Günü

Babası gerçekten polise CD’leri vermiş, bulduklarımı da Ozan’dan bahisten maada bittamam anlatmış. Perşembe günü Anahit’le oturduk dersten sonra, nasıl ikna ettiğini sordum. “Gün gelir durum olur, hırsızlık hak olur ama bugün o gün değil, bu durum o durum değil dedim. Bugün sana bunu yapan yarın fakire de yapar, o zaman ne olacak dedim. Mırın kırın etti ama sonunda pes etti” dedi. Iyi de bunlar zaten benim söylediklerimdi? Demek ki söylenen sefil söyleyen önemliydi.

Peki, polis ne demişti? “Teşekkür edip almışlar, biz bakacağız demişler. Şimdi biz de bilmiyoruz”. Öğrenci dövmeye gelince bir an beklemeyen polis hırsızlık olunca bekliyordu demek? Yarın öbür gün savcı olursam bu kolluk mu benim işimi görecekti?

Bir hafta sonra savcı babasını çağırmış, “Bir de bana anlat” demiş. Böylece sorumun cevabını da aldım: Savcının bile polise itimadı yoktu. Bir hafta daha geçti, iddianame hazırlandı, benim topladığım deliller dosyaya eklendi, olay da benim anlattığım gibi işlendi. Nasıl olmuştu bu? “Evinde kutu kutu çikolatalar bulunmuş. Savcı, çikolatayı çok sevdiğine inanmamış, yazmış iddianameyi”.

Başarılı bir plan, dükkândaki bir kutu çikolatayla bozulmuştu işte. Hocamın dediğini hatırladım: Kusursuz suç yoktu. Gerçi burada suç değil suçtan sonraki eylem sayesinde bulmuştuk ya faili, önemli olan bulmak değil miydi zaten?

Stajda çalıştığım dosyalardan sonra kendi kendime çözdüğüm bu ilk, bugünden bakınca pek kolay ama benim için çok değerli çikolata dosyasını oturup detaylarıyla yazdım. Birinci sınıf biterken tutmak istediğim suç defterinin bu en nadide parçasının altına imzamı atarken duyduğum gururun tarifi imkânsız. Merhum peder beyim boşuna adımı Savcı koymamış, hukuk okumam için aklıma girmeye çalışmamıştı işte. Vardı bir bildiği.

Ruhuna bir Fatiha okudum ama yetmedi. Çoktur yanına gitmemiştim, hafta sonu gitmeye karar verdim. Anahit’e sordum, gelmek istedi. Beraberce mezarını ziyaret ettik. Günübirlik ziyaretimizin kalanında eski evimizin olduğu yeri, okulumu, daha birkaç sene önce gezdiğim sokakları gösterdim. Paramız yoktu, bu yaza olmazdı ya, diğer yaza da Marsilya ve Paris’e gidip onun çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yerleri de görmeye karar verdik.

Günler geçti ve bahar tüm güzelliğiyle geldi. Önce paltolarımızı attık sonra ceketlerimizi. Mayıs olunca Derviş ekonominin buzunu kırdı ya, bizim cepler için değişen çok şey olmadı. Aksine, öncesinde yeten burslarım yememeye başlamıştı. Soğuktan donmamak için harcayacağımız para şimdilik cebimizde kalıyordu ama şimdilik uzak olan kış çok geçmeden önce kapımızda, sonra yanımızda olacaktı.

Hayat olanca sıradanlığıyla aktı, finaller bitince yaz için iş aradımsa da bulamadım. Önceki yaz birkaç dava dosyası görmek için staja gittiğim büro da beni kabul etmedi. Edemedi demeli belki de, onu tam bilmiyorum ama sonuç değişmemişti: Önümde koca bir yaz vardı ve benim yapacak hiçbir şeyim, birikmiş kenarda duran da hiçbir param yoktu. Temmuz başında, hediye alamadığım o beraber geçirdiğimiz ilk doğum gününün ertesinde Anahit bir aylığına Fransa’ya gidince de Rıfat Efendiyle baş başa kaldım.

Ne yapsam diye düşünürken aklıma Fransızca öğrenmek geldi. Kurslara baktım, pahalıydı. Ben de onun yerine iyi kötü bildiğim İngilizcemi ilerlemeye karar verdim. Torrent’ten Napster’a atladım, film bitince kitap okudum, şarkıları sözlerine bakmadan anlamaya çalıştım. Hala kafamın çalıştığı günlerdi ve bir ayda bayağı yol kat ettim. Öyle ki Anahit döndüğünde onunla Türkçe değil İngilizce konuştum. Gelişimime inanamadı. E, ne sanıyordu beni? Kafamın içindeki sünger değildi, beyindi beyin!

O ki İngilizce öğrenebiliyordum, Fransızca neden öğrenmeyeydim? Hemen internetten Fransızca kitapları buldum, Anahit’le bunların birini seçtik ve çalışmaya başladık. O öğlende geliyordu, akşam güneş batana kadar neredeyse başka hiçbir şey yapmadan çalışıyorduk. Öyle ki geceleri yatarken beynimin erimiş peynire döndüğünü hissediyordum fakat gelişim de gösteriyordum. Eylül olduğunda Paris sokaklarına bıraksalar kendi kendimi zorla da olsa idare edecek kadar öğrenmiştim bile. Öğretmenim mi iyiydi, ben mi başarılı bir öğrenciydim, Fransızca mı kolaydı, dil öğrenmeye aslında istidadım vardı da ben yeni mi fark ediyordum yoksa her öğrenilen şeyde olduğu gibi sıfırdan bire çıkmak kolayken birden ikiye geçmek mi zordu bilmiyordum ama öğreniyordum işte.

O yıl doğum günüm büyük bir coşkuyla kutlandı. Çarşamba günü sabahtan Anahit geldi, elinde kocaman bir kutu. Fransa’dan kitaplar getirtmiş. Bu kadar para harcamaya ne gerek vardı diye sordum, kıs kıs gülüp “Sen okumazsan ben okurum, boşa gitmezler” dedi. Birden kitaplığımda Türkçeden çok Fransızca kitap olmuştu. Sonra çıktık, Rıfat Efendinin yanına gittik. Onu da ayartmış, kocaman adam hayatında belki ilk defa hepi börtdey diye şarkı söyledi ellerini çırpa çırpa. Anahit bir de pasta hazırlamıştı ya, Rıfat Efendi Kemal amcadan üç kilo biftek istemiş. Yersin yemezsin kavgasının ardından Anahit’in vejetaryenliği bir günlüğüne daha bozuldu, yoldan çevirdiği üç kişiyle beraber hepsini mideye indirdik. Yerken de sordum: Nasıl olmuştu da kanmıştı?

“Allah benden çocuklarımı aldı, sizleri verdi. Mümin odur ki evlatlarının gönlünü hoş eder. Kızım isteyince ben nasıl yok diyeyim?”

“Ben istesem yapmazsın.”

“Hadi oradan deyyus! Ne dedin de ikilettim? Hem sen başka kızım başka. En çok onun gönlünü eylemek gerek. O istesin neler neler yapmam.”

“Şaka yaptım Rıfat Efendi, şaka yaptım. Kızma hemen.”

“Sen de kızdırma o zaman. Hem, ye sen de bakayım. Dokunmamışsın hala önündekine. O inek artık canını vermiş, bize kendini kurban etmiş. Sen yemezsen o ineğin de hatırı kalır, onun da canı paralanır. Herkes, her şey kendi görevini yapar bu dünyada. Ye hadi, ye ki onun da görevi tamam olsun, Allah katında huzur bulsun. Ye hadi. Dur ben yedireyim, sen yemiyorsun o ki.”

Aldı Anahit’in çatalını, batırdı ete, dayadı kızın ağzına koskoca bifteği. Benden de hayır gelmeyeceğini bildiğinden ağzını zoraki açtı ama maşallah, bir ısırıkta yarısını koparıp aldı etin.

Yemekten sonra çıktık, günü ilk buluşmamızdaki gibi sahil boyu önce kuzeye, sonra gerisin geri güneye yürüyerek geçirdik. Harbiye’de evine dönmek yerine benimle beraber geldi ve çocuklarla beraber akşam bir kutlama daha yaptık. Çok seneler sonra ilk defa kutlanan doğum günüm, sayesinde böylece pek güzelce geçti gitti. Onun doğum gününde bir taş parçası bile alamamış, ancak para etmez bir şiirle kendisini kandırmaya çalışmıştım. İçime dert olmuştu zaten ya, bundan sonra daha büyük dert oldu ve daha Eylül’den Haziran’ı planlamaya başladım.

Hafta sonu Rıfat Efendiye uğradım. Koca yaz haftada bir beş on dakika görmüştüm sadece. Oturup uzun uzun konuştuk. O da yazın boş durmamış, Hristiyanlık üstüne kitaplar okumuş tekrar. Unuttuklarını hatırlamış, yenilerini öğrenmiş. Heyecanlı heyecanlı öğrendiklerini anlattı, ben de heyecanlı heyecanlı dinledim. Derken aklıma geldi, Fransızca öğrenmeye başladığımı söyledim. Kahkahalarla gülmeye başladı.

“Hanımköylü oldun desene?”

Olmuş muydum? Yok, olmamıştım ya. Henüz olmamıştım en azından. Belki olurdum ileride, kim bilir?

“Kişinin eşinin gönlünü etmek için yaptığı her şey Allah katında en güzel, en yüce sevaptır. Hanımköylü olmak da ayıp değil olsa olsa gururdur. Sen onun gönlünü et ki o da senin gönlünü etsin. Birbirinizden razı olun ki Allah da sizden razı olsun.”

“Gavurdur bu, gavurun gönlünü etmek de öyle midir?”

“Ben Müslüman eşinin mi dedim? Herkesin dini kendine, benim günahımdan sen mi yanacaksın? Mizanın hakkı yalnız Onundur, hüküm vermek bize düşmez.”

“Ne yapsam, Müslüman mı yapsam?”

“Ona sözle çağrı olmaz, ancak halle çağrılır. İman huzurdur, nerede neyle huzur bulursa Allah oradadır. Sen huzur ver, ötesi ancak onların arasında. Karışmak küfür olur, Allah bizi uzak etsin.”

“Sen nesin Rıfat Efendi? Bin söz dersin de ancak biri başkasından duyulur?”

“Allah’ın bir garip kuluyum, daha başka isme ne hacet?”

Öyle laf etmişti ki devam edemedim.

“Yaz derim yazmazsın, ancak anlatırsın böyle bana. Yazsana niceleri nasiplensin?”

“Onun da gelir günü.”

İlk defa yok dememişti, bu olur mu demekti?

“Olmaz demedin.”

“Olur da demedim, bakarız dedim.”

“Olmaz demedin” diye sıkıştırdım. Hemen dükkândan çıkıp koşturdum, bir kırtasiye bulup defter alıp döndüm. Çekmeceden kalemini alıp oturdum karşısına. “Hadi anlat” deyip diktim gözlerimi üstüne.

“Neyi anlatayım?”

“Ne biliyorsan anlat. Şeyi anlat mesela, Allah’ın hakkı neden üçtür? Bak ben çok seviyorum bunu ama senin anlattığın gibi yazamıyorum, anlatamıyorum. Sen anlat, ben de yazayım.”

“Bırak beni a deli oğlan, başka işin gücün yok mu?”

“Yok ki oturdum karşına da soruyorum. Hadi anlat da yazayım.”

“De hadi git işine, uğraştırma beni.”

“Bekliyorum ben.”

Öylece karşısında durdum. Bana baktı, sağına soluna baktı, tespihine uzandı. Tamamdı, anlatacaktı. O konuştu ben yazdım. Bitirince de altına tarihi attım: 15 Eylül 2001, Cumartesi. Saat 18:30.

Dahasını da soracaktım ya, misafirleri geldi ve yarım kaldı. Olsun, ben ilk hikayemi almıştım işte. Bilseydim yapar mıydım? Yapmazdım, yapmazdım tabi. Ama bilmiyordum. Keşke bilseydim…