Salim Anne
Günler günleri kovalayıp hafta oldu; haftalar aylara, aylar da yıllara dönüştü. Yedi yaşım sekize döndü, sekiz dokuza tamamlandı derken seneler geçti. Anacığımı görmemeye ama her an onunla yaşamaya artık alışmıştım. Kapımızın her çalınışında kalbim hala atıyordu ama onu görmeyi beklememem gerektiğini de biliyordum. Boşuna dememişler: Öksüzün kolu, yetimin kanadı kırıktır. Ben de kırık kolumla ne kadar iyi yaşanırsa o kadar iyi yaşayıp gidiyordum.
Peder beyim ilçeye taşındıktan sonra köyle ilişkisini azaltmıştı. Önceleri ayda bir giderken sıklığı iki ayda bire düşürmüş, sonra aralar daha da uzamıştı. Sonunda bayramdan bayrama ana babasının elini öpüp kardeşleriyle bir araya gelirdi, diğer zamanlardaysa o Köroğlu ben Ayvaz yaşayıp giderdik. Bunun sebebini on üçüncü yaşıma rast gelen bir Kurban Bayramı ziyaretinde öğrendim.
Bayram sabahıydı. Rahmetlik babaannem, en sevdiği oğlunun gelişine günler öncesinden hazırlanmaya başlamış fakat kendisini ancak bayram günü karşısında bulabilmiş. Büyükbabamın buna tepkisi büyüktü. “Hadi beni de boş ver, ananın suçu ne” diye söylenmeye başladı. Babaannem aralarını yapmaya çalışsa da uğraşı boşaydı. Babasından başka kimseyle tartıştığını görmediğim peder beyim cevap verdi, büyükbabamın cevabı duraksamaksızın geldi. Bir o bir bu konuşurken büyükbabam sözünü söyledi: Ben seni okula gönderdim ki okuyasın. Sense gittin, senelerce orada durdun da bir diploma almadan döndün. Bir adam olamadın, başımı öne eğdirdin. Boynunu büküp oturacağına karşıma geçmiş konuşuyorsun. De siktir git, burada sana yer yok.
Peder beyim denileni bir an geciktirmeden yaptı. Ağlayan anasının elini öptü, kardeşlerine selam bile vermeden elimden tuttu ve baba ocağından, son bir defa dönmek üzere siktirip gitti. Ana tarafımla ilişkim zaten azdı, baba tarafımla da iletişimim böylece koptu.
Peder beyim yine her zamanki gibi güleçti ya, o günden sonra içinde büyüyen koca bir boşluk vardı ve bunu çocuk halimle ben dahi görüyordum. O boşluğu kadim dostu Rıfat Efendi ile doldurmaya çalıştı. Hakkı var, Rıfat Efendi de peder beyimi kardeş bellemişti. Ana karnından değilse de hayatın kucağından birbirini bulmuş bu ikili artık hep yan yanaydı. Benim de artık bir babam, bir de amcam vardı.
Sonraki sene babam varını yoğunu sattı, Rıfat Efendi de bulup buluşturdu, el ele verip Kocaeli’ye taşınıp bir iş kurdular. Bir apartmanda da altlı üstlü iki daire buldular. Alt katta biz, üst katta Rıfat Efendi ve ailesi yaşamaya başladık. Liseye de böylece Kocaeli’nde, Anadolu Lisesinde başladım.
O güne dek peder beyimle hep iyi olan ilişkimiz, on yedi yaşından on sekize geçerken, üniversite sınavlarına hazırlandığım zaman bir konuda kötüleşmeye başladı: Ben psikolog olmak istiyordum. Ben gibi öksüz büyümüşlerin dertlerini çözmek ve insanların, hele ki çocukların sorunlarını atlatmalarına yardımcı olmak amacındaydım. Peder beyimse kaderimi adıma işlemişti bir defa: Anacığım Adil demişti bana, peder beyimse Savcı. Bir güne bir gün ağzından kötü laf duymadığım, ne yaparsam yapayım hep desteğini gördüğüm, çocuk halimle bile kararlarıma saygı duyup beni bunlardan zorla değil ancak iknayla çevirmeye çalışan adam gitmiş, peygamber dese Nuh aleyhisselamı inciteceğine kani olmuş biri gelmişti. Kararı netti ve bilâ kayd-u şart sorgulanamazdı: Ben hukuk okuyacak ve savcı olacaktım. Her an güleç olan yüzü, bu konu açıldığında asılıyor, konu bittiğinde gülümsemesi geri geliyordu.
Bütün bir sene bunun kavgasıyla geçti. O babalık hakkını öne sürüyordu ve hayatında benden istediği tek şeyin gerçekleşmesini diliyordu, bense bütün bir ömür yapacağım işin kararını benim vermem gerektiğini düşünüyordum. İkimiz de haklıydık, haliyle kimse haklı değildi. Sonunda tercih zamanı geldi. O güne dek hukuk okumam için bastıran peder beyim, karar vakti geldiğinde sustu ve kararı yine bana bıraktı. “Sen bilirsin” dedi. “Allah, hakkında hayırlısını versin”.
Seçimim zordu. Ya dilediğimi yapıp peder beyimin kalbini kıracaktım, ya da benden ilk defa bir şey isteyen peder beyimin gönlünü yapacaktım. Olanca ikircikli halimle gelgitler yaşarken kararın benim de, peder beyimin de ötesinde bir yerden verildiğini gördüm:
Bir akşam “babam kalp krizi geçirdi, komada. Atla gel” diye aradı amcam. Peder beyim apar topar ilk otobüse atladı ve köyüne gitti. İki gün sonra telefonunu aldım. Büyükbabam ölmüştü. Peder beyim, komadan çıktığı bir anda helallik alacak vakti bulmuştu en azından. Son nefesinde de evinden kovduğu büyük oğlu, ilk göz ağrısı yanı başındaydı. Artık o da oğlunun gözlerinde yaşayacak, her an oğluyla olacaktı.
Ölümle çocukluktan tanış olsam da bu haber beni de sarstı. Tercihlerin son günü elime kalemi aldım ve yalnız üç tercih yaptım: Ankara hukuk, İstanbul hukuk ve en sona da İstanbul psikoloji. İş böylece benden çıkmış, benimle beraber sınava giren bilmem ne kadar kişinin tercihlerine kalmıştı. Kader de benim değil peder beyimin yanında durunca ikinci tercihime yerleşip İstanbul’un yolunu tuttum. Bu, peder beyimle ilk ayrılığımızdı.
Sene boyunca her hafta sonu Kocaeli’deydim. Önceki hafta yurda götürdüğüm yemeklerin boş kaplarını dolu olarak alır, iki gün oda arkadaşımla ziyafet çekerdim. Önceleri bir sırt çantasına sığan yemekler için bavul taşımaya başladım. Peder beyim iki akşamını, yorgun argın işten gelmesine ve dinlenmesi gerekmesine rağmen bana ve arkadaşlarıma yemek yapmakla harcıyordu. Başka bir zaman ve mekânda dünyanın en iyi şeflerinden biri olması işten bile değildi, en iyi lokantada dahi bulamayacağımız yemekleri müthiş bir ustalıkla yapardı. Karnıyarığı ise sadece yurtta ve bölümde değil okulda bir efsane haline gelmişti bile. Öyle ki sene başındaki Salim Anne Lokantası şakası dönem ortasında ciddiye dönmüş, dönem sonunda çoktan peder beyimin okulun civarında bir yer açması şiddetle arzulanır olmuştu. Müşterisi hazır kaç işletme vardı?
Kendisine bu fikri açtığımda bir an duraksamaksızın reddetti. “Ben öğrenciden para almam, üç gün sonra topu atarız” dedi. Atarsın atmazsın derken konu gündemden bir aylığına düştüyse de tekrar ve daha güçlü dirildi. Kocaelili iki arkadaşım peşime takılıp peder beyimi ikna için yanımda geldi. Kalp kırmaktan hoşlanmadığı için bakarız demiş bulunan peder beyim haddinden fazla ciddiye alındı ve dükkân için bir yer bakılmaya, gereken harcama hesaplanmaya, gelirin gideri nasıl karşılayacağının kestirilmesine başlandı. Sene sonunda yer bulunmuş ve tüm hesaplar yapılmıştı. Artık dönüş yoktu, o lokanta açılacaktı.
Anadolu’nun çeşitli illerine dağılacak arkadaşlarım, finaller bittiğinde evimizdeydi. Bir koca otobüs dolusu üniversiteli genç zaten yemeğe para harcadıklarını, aldıkları hizmetin bu harcamayı karşılamadığını, gerekirse peder beyimin yanında ücretsiz çalışmaya hazır olduklarını, kendi çevrelerini de lokantaya çekeceklerini, zaten turistik olan bu yerde yerli yabancı daha pek çok müşteri bulacağını… Öğleden ta akşama dek peder beyime anlattı. İkindi namazına yetişebilmek için “tamam, bir bakalım” demek zorunda kalan peder beyim, dönüşte önünde bir tomar kâğıt buldu: Dükkânın aylık kirasından faturalara, vergilerden gıda harcamalarına tüm hesaplar yapılmıştı. Peder beyim şu anda kazandığından fazlasını kazanacak, bu arada öğrenciler olan bizler de kaliteli yemeğe kavuşacaktık. Annesi uzakta olanlar anne yemeği yiyecek, yakında olanlarsa yarıştan kimin galip çıkacağını kestirmek için bir hakem edasıyla ikisini karşılaştıracaktı. Koca ikindi de böylece sayılarla geçti ve akşam namazı vaktinde peder beyim ikna edilmişti. Evet, lokanta açılıyordu.
Haziran ve Temmuz, lokanta için koşuşturmayla geçti. Ağustos’ta malzemeler taşınacak, boya badana yapılacak, Eylül ile de dükkân işlemeye başlayacaktı. Plan güzeldi ve tıkır tıkır işliyordu – ta ki o güne dek.
Arkadaşlarımla Edirne’ye tatile gitmiştim ve dönüşte üç günlüğüne İstanbul’da kalacaktım. Uykuya geç yattığım o ilk gece, göğü kaplamış homurtunun sesine mi yoksa beşiği andıran sallantıya mı uyandığımı bilmiyorum. “Deprem” diye bağırıp arkadaşlarımı uyandırıp hemen dışarı çıktım. Biz sokaktayken sallantı hala devam ediyordu. Binaların tümü ayaktaydı, bu iyiye işaretti ya, deprem biter bitmez aklıma peder beyim düştü.
Hemen telefona koştum. Evi aradım, cevap yoktu. “Peder beyim de dışarıdadır tabi. Cep telefonu almadık ki onu arayayım” diye düşündüm. O durumda olabileceğim kadar sakindim, ta ki radyoda Kocaeli’nde durumun hiç iyi görünmediğini duyana kadar. Peder beyimi ve Rıfat Efendiyi defalarca aradımsa da cevap alamadım. Çıldıracak gibiydim. Yoldaki arabalara koşup Kocaeli’ye giden birini aradım. Sonunda, belki bir saat sonra, birisi “atla” dedi. Yolda öğrendim ki aslında evine gidiyormuş ama benim halimi görünce dayanamamış. Bugün kendisine mihnet duyduğum az insanın birisi odur ve ben adını dahi bilmiyor, en azından hatırlamıyorum.
Biz yaklaştıkça ve hava aydınlandıkça yıkımı görebilir olduk. Ortalık mahşer yeri gibiydi. Delirmek üzereydim. Zorlukla yolları aşıp evimizin sokağına geldik. Bir zamanlar üstünde evimiz olan, şimdi bir avuç yıkıntı halini almış o yere koştum hemen. O ana dek aklımı kaçırmak üzere olan bende, yıkılmış evimizi gördükten sonra akıl ve şuur namına hiçbir şey kalmamıştı.
Bir değil yüz kişinin dahi kaldıramayacağı koca taş kütleleriyle boğuşuyor; babama, Rıfat Efendiye, onun eşi ve çocuklarına olanca gücümle seslenip bir umut arıyordum fakat ufacık, incecik bir inleme sesi dahi duymuyordum. Sonra, öğleye yakın Rıfat Efendi’nin sesini duyar gibi oldum. Bir asır gibi geçen iki gün sonunda, üçüncü günün şafağında kendisine ulaştığımızda yarı hayattaydı. Duyulur duyulmaz bir sesle kızını sordu, cevabını alamadan gözleri kapandı.
Bayılmıştı.
Fakat kapalı gözlerin çoğunun nedeni başkaydı.
Önce Rıfat Efendi’nin kızına ulaştık. Sonra eşine, en son da iki oğluna. Dördüncü günse sıra peder beyime gelmişti. Yüzündeki tozlar olmasa uyuduğuna yemin edebilirdim. Buna inanmak istedim fakat uğraşım beyhudeydi.
Cenazesini ben yıkadım, namazını ben kıldırıp toprağa verdim. Son toprağı attıktan sonra uçan kuştan düşen telek, kendisinin bana son hatırasıydı. Başında bir mezar taşı olduğuna sevinmem gerektiğini henüz bilmiyordum. Toprağı düzleyip suyunu verdikten sonra bir mezarlığa, bir arkamdaki yıkıntılara baktım. Acımı yaşamaya fırsatım yoktu, şehir hala harabeydi ve devasa beton blokların altında hala insanlar vardı.
Kurtarma çalışmalarına döndüm. Çocuklara, yaşlılara, kadınlara gerekli diye günde bir ekmek arası ya yedim ya yemedim. Değil çay kahve, suyun dahi tadını unuttum. Yataklar başkalarına gerekli diye düşünerek peder beyimin mezarına gittim, onun yanına uzanıp uyudum. Bir bedenden ibaret olmadığını bilsem de o bedeni yanımda hissetmek istiyordum. Sonunda insanlıktan çıkmıştım. Seksen iki kilodan altmış altı kiloya o kısacık sürenin sonunda düştüm.
Üç hafta boyunca arama kurtarma çalışmalarında ekiplere yardım ettim. Dokuzu çocuk, üçü yaşlı yirmi dört kişinin o cehennemden çıkışının şahidi oldum. Her birinin yüzüne kondurduğu gülümseme benim de yüzüme konuyordu. Cansız bir bedene ulaştığımızdaysa tüm yüzler asılıyordu fakat durmadan devam etmek zorundaydık. Acımızı, acı çekebilecek kadar boş vaktimizin olduğu belirsiz bir geleceğe ertelemiştik. Haliyle peder beyimi bulduğumuz andan sonra arkasından ağlayamamıştım bile – ta ki okul açılana dek.
O pazartesi günü yurttan okula yürürken önce bir sokaktan geçtim, derken diğerine saptım. Başım yerde, gözlerim yolda, aklım bulutlu, zihnimse bulanıktı. Önceki gece uzun bir aradan sonra ilk defa bir yatakta yatmış, peder beyimi yalnız bırakmıştım. Bir şey hissediyordum ne olduğunu bilmeden. O hissin ne olduğunu ararken bir dükkânın önünde başım yerden kalktı ve haftalardır içime akan göz yaşlarım sonunda yolunu buldu:
Salim Anne pek yakında sizlerle.