Amatör Hafiye
Ertesi gün ona doğru uyandım, kahvaltı etmeden giyinip olay mahalline duhul ettim. Önce caddede bir aşağı bir yukarı yürüyüp kamerası olan dükkânları taradım, üç tane gördüm. Var mıydı dün sabahın kayıtları ellerinde? En yakın dükkâna girip sordum. Kaydı izlememe izin verdiler, bir de demli tarafından çay koydular önüme ve izlemeye başladım.
Elektrikler kesilmişti o gece, bu yüzden bir şeyler seçmek zordu ama imkânsız değildi. İşte bak, saat dördü beş geçe bir hareketlenme vardı. Üç kişi koşmadan ama hızlıca ellerinde koca poşetlerle gidiyordu. Hırsızlar onlar olabilir miydi? Olabilirdiler tabi. Nereden geldikleri belli değilse de nereye gittikleri belliydi işte. Eğer onlar hırsız idiyse ve arabayla değil yürüyerek kaçtıysalar yakınlarda bir yerlerde yaşıyor olmaları gerekti herhalde – ya da arabayı biraz uzağa park etmişlerdi.
Hemen kaydın bir kopyasını istedim, olur dediler. Gittim CD aldım, görüntüleri kaydettik. Sonra çıkıp onların gittiği yönü takip ettim, iki yüz üç yüz metre aşağıda bir başka kameralı dükkâna girdim. İzin aldım, izledim ama bir şey bulamadım. Arada sırada yoldan arabalar geçiyordu fakat poşet taşıyan üç kişi yoktu. Ne olur ne olmaz diye onlardan da kaydın kopyasını istedim ve aldım, sonra teşekkür edip çıktım ve düşündüm: Ya yakında bir yere girmişlerdi, ya da biraz öteye park ettikleri bir araçla kaçmışlardı. Hangisi olabilirdi?
Yolun diğer yanında, az yukarıda bir başka kameralı dükkân gördüm, yine aynılarını yaptım. Orada da bir şey göremedik. Sandığımdan kolay olacak diye düşündüğüm iş tekrar zorlaşmıştı. Onlardan da kaydı aldıktan sonra sokağa çıkıp sağa sola baktım. Resmen orta yerde hırsızlık yapılmıştı ve illa tanık vardı bu evlerden birinde. Fakat, hangisinde? Kimsenin alnında görgü tanığı yazmıyordu, ben de nasıl bulacağımı bilmiyordum.
Levon amcanın açtığı dükkânının karşı kaldırımımda, kısa bir alanda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. Belki birinin dikkatini çekerim de konuşacak birini bulurum diye düşünüyordum. Nitekim çıktı da. “Hayır olsun kardeş, birini mi aradın” dedi saatçi, ben önünden belki üçüncü defa geçerken.
“Aradım ya. Dün karşıdaki market soyuldu, biliyor musunuz?”
“Komşumuz, bilmez miyim? Sen neye baktın, gündüz vakti hırsız mı arıyorsun?”
“Hırsız değil de gören eden var mıdır diye bakıyorum. Siz gördünüz mü bir şey?”
“Benim evim arka sokakta, bir şey görmedim ama belki şu görmüştür” deyip dükkânın içinde duran kamerayı gösterdi. “Polis misin?” diye de ekledi.
“Değilim, bir tanıdıklarıyım. Kaydı izlesem olur mu? Yaklaşık saati biliyorum, sizi de çok tutmam hem?”
“Polis değilsin, Levon yanında değil. Doğru dediğin ne belli? Ya sen de hırsızsan?”
“Oradan hırsız gibi mi görünüyorum?”
“Hiçbir hırsız, hırsız gibi görünmez. Alnımızda yazmıyor ne olduğumuz. Neden güveneyim sana?”
“Hırsız olsam gelip yüzümü gösterecek halim yok ya?”
“Doğru dedin ama bilemedim. Var mı üstünde bir şey? Bıçak, silah filan?”
“Yok, dilerseniz buyurun arayın” dedim, ellerimi kaldırıp bacaklarımı araladım. Sözüme itimat etti ya, yine de ikircikliydi. Dışarı baktı, sonra sokağa çıkıp daha geniş alanı taradı. İşbirlikçim olmadığına ve hırsız olmadığıma kani oldu herhalde, hala aynı şekilde duran benim yanıma geldi ve “gel” deyip tezgâhın arkasına çağırdı.
Bilgisayarındaki açık olan filmi kapatıp önceki gecenin kaydını açtı. Saat dörde çektik ve işte, oradaydılar, dükkândan çıkıyordular. Gayet rahat hareket ediyorlardı. Kaydı biraz daha geri sardık, üçü elli geçe dükkâna girişlerini gördük. Gerçekten de hiç zorlama yoktu. Bir dakika sonra ikisi içerideydi, birisi dışarıda erketeye yatmıştı. Elleri eldivenliydi, yüzleri kar maskesiyle kapalıydı. İşlerini gerçekten iyi biliyorlardı. Sonunda, on dakika sonra kapıyı kapatıp demirleri indirdiler, aşağı doğru yürüyüp gittiler.
Kaydı istedim, ikirciklenmeden verdi. Elimdeki dördüncü CD olmuştu bu, daha altı tane daha vardı boşta. Bu, kamerası dışarıda değil içeride olan altı dükkân daha bulabileceğim anlamına geliyordu.
Teşekkür edip çıkarken “bir insan neden saatçi değil, kuyumcu değil, bak şu karşıdaki beyaz eşyacı değil de marketi soyar? Bence bunu bir düşün” dedi. Evet, bunu düşünüyordum zaten ama bir açıklamam yoktu. “Düşüneceğim” deyip tekrar teşekkür ettim, iyi günler dileyerek çıktım.
Saat çoktan biri geçmişti bile. Levon amcanın dükkânı hariç her dükkâna yalandan girdim, kamerası olanların tümünden biraz ikna, biraz da ısrarla kayıtları aldım. Akşamı böylece amatör hafiyelikle ettim. Ancak beş gibi karnımın acıktığını fark edince eve döndüm, yemek yiyip kayıtları izlemeye oturdum. Çocuklar için de eğlence çıkmıştı, onlar da benimle beraber ekranın karşısına geçti.
Saat üçü elli geçe dükkânın önündeydiler, burası kesindi. Dörtte dükkândan çıkıyor ve aşağı doğru yürüyordular ve dördü beş geçe kafenin önünden geçiyordular. Ne oluyorduysa ama bundan sonra oluyordu: Hiçbir iz yoktu. Ya bir binaya veya sokağa giriyordular, ya da kameralara yakalanmayın bir araçla gidiyordular. Peki ama, hangisiydi?
Gecenin karanlığında plakaları görmek mümkün değildi ya, Mali birden imdadıma koştu. Plaka yoksa bile araba modelleri vardı. İzlerini takip edip yeni bir aracın yola çıkıp çıkmadığını anlayabilirdik.
“Hay aklınla bin yaşa” deyip bir de bu türlü izlemeye başladık. Evet bak, iki araba yola yeni düşmüştü. Bir siyah Corolla, bir de Doğan. Serdar’la Mali bunun Doğan mı yoksa Doğan görünümlü Şahin mi olduğu konusunda kısa süreli bir münazaraya giriştilerse de bir aralık Corolla’nın plakasının bir kısmını görebildik. Hemen not ettim, bu arada da münazara sonuçsuz şekilde bitti. Çocuklara başka bir şey görüp görmediklerini sordum, görmemiştiler. Ertesi gün bu aracı bulmak üzere geri dönmeye karar verdim, tüm günün yorgunluğuyla da erkenden yatıp uyudum.
Sabah erkenden yine Kurtuluş’taydım. Caddede yürüdüm, sokaklara baktım. Araba yoktu. Önceki gün yalanlarla atlattığım Anahit’le yemek yedik, akşama doğru onu bırakma bahanesiyle tekrar dükkânın civarındaydım. Evine girdiğini gördüm, biraz bekledikten sonra yine gezmeye başladım. Evet, araba oradaydı. Demek ki Corolla’nın sahibinden şüphelenmeye gerek yoktu. İnsan oturduğu yerdeki marketi soyup, evinin önüne kadar yürüyüp sonra arabayla peynirleri, kekleri başka bir yere taşımazdı ya?
Üç ihtimal artık ikiydi. Ya hırsızlar yakında oturuyordu ya da Doğandaydı hırsızlarımız.
Pazartesi dersten sonra on CD daha alıp caddenin devamıyla ara sokakları gezdim, arabanın ne yana doğru gittiğini bulmaya çalıştım. Araç bir ara sokağa girip sonra kayboluyordu. Tıkanmıştım. Hafiyelik oyunu hoşuma gitmişti ama oyunu başarıyla devam ettiremiyordum. Polise gidip bulduklarımı vermeyi düşündüm ama “ulan sen misin bu kentin zaptiyesi” derler diye vazgeçtim. Onun yerine Levon amcaya gitmeye karar verdim.
Salı günü Anahit dersteyken babasının yanına gittim. Tüm CD’leri ve notlarımı önüne koyup uzun uzun anlattım. Oysa olan bitenden önce başka bir şeye takılmıştı:
“Sen hukuk okumuyor muydun? Polis olmaya mı karar verdin?”
“Bizim işimiz delillere bakıp kanunlara ve vicdanımıza göre suçlunun kim olduğunu bulmak. Ben de delil arıyorum.”
İkna olmadıysa da esas diyeceği başkaydı, ona yol yapıyordu işte.
“Sen kızımın erkek arkadaşı değil misin?”
Birden kızardım. Ne diyecektim? Boynumu kırıp duyulur duyulmaz “öyle” dedim.
“Benim kızım temizdir, saftır. Onun iyiliğinden faydalanmaya çalışırsan karşında beni bulursun. Hiç öyle başını eğip bükme. Meral iyidir hoştur dedi, ses etmedim etmem de. Kızım mutlu, görüyorum ve bundan mutlu da oluyorum. Gelip bana da yardımcı olmaya çalışıyorsun şimdi, bunu da takdir ediyorum ama aklındaki hayır değilse haline kanmam, bunu unutma.”
“Ben kızınızı seviyorum, her şeyden çok seviyorum hem de. Ona kötülük etmeyi geçtim, kötülük etme ihtimalim var diye düşünsem acısına katlanır, ondan uzak dururum.”
“Hiç sormazsın yani ‘sen ne düşünüyorsun’ diye?”
“Sorulur mu ki?”
“Sorulur tabi. İkinizi ilgilendiren hangi şeyde tek senin karar verme hakkın var?”
“Hiç böyle düşünmedim” dedim yine duyulur duyulmaz. Onun neden bunları dediğini anlamamıştım, tam soracakken “öyle işte, ben diyeceğimi dedim” dedi, önüne koyduğum notlarıma baktı. “Fena iş çıkarmamışsın” dedi okurken, sonra bir daha anlatmamı istedi ve tüm detaylarıyla anlattım. O da en çok dükkâna zorlamadan girmelerine odaklandı. Kilitlerin kalıplarını mı almışlardı da böyle olmuştu? İyi de neden başka dükkân değil de burası? Bir kilo peynir taşımak yerine bir kilo altın taşımak daha iyi değil miydi?
“Dükkânın anahtarı başka kimsede var mı?” diye sordum cevabını bile bile.
“Yok. Yok ama… Ama o kadar da değil” dedi. İşte, bir ipucu daha geliyordu.
“Ama?”
“Yakın zamanda tüm kilitleri yeniledim. Orada… Yok artık, daha neler!”
“Evet, orada?”
Düşünerek ağır ağır konuştu.
“Çilingir bizim Ozan. Geçen hafta babasıyla tartıştık saçma bir sebepten. Hani… Ama o kadar da değil. Yok, suçlayıp günahını alamam.”
“Nerede bu çilingir?”
“Gidip soracak mısın siz mi soydunuz diye?”
“Yok, öyle demem de belki ağzından bir laf alırım.”
“İnsanların arkasından iş çevirmem ben. Hem komşuluk hakkı aile hakkı gibidir. Yok, olmaz. Başka biri yapmıştır” dedi ama ben alacağımı almıştım.
“Beni tanımıyorsunuz ve güvenmemekte haklısınız. Ama ben kızınızı gerçekten çok seviyorum ve dediğiniz şeyi de düşüneceğim” deyip kalktım ve müsaade istedim.
“Buraya geldiğini bilmiyor, değil mi?”
“Bilmiyor, söylemenin gereksiz olduğunu düşündüm.”
Önündeki CD’leri gösterdi. “Bunları yaptığını da bilmiyor?”
“Hayır, bilmiyor.”
“Kızımın arkasından iş yapma. Bir yaptın, görmezden geliyorum ama ikinciye yapma. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir demişler. İyi niyetini de gizleme, kötü niyetini de. En kötüyü bilmek, en iyiyi bilmemekten evladır.”
Bir şey diyemedim. İyi günler diledim, hadi selametle dedi ve dükkândan çıktım. Anahit’i aradım, cevap vermedi. Hala dersteydi. Hemen otobüse koşup okula gittim, dersten çıkınca beni beklemesini söyledim. Okulda buluşunca da dört gündür olup biteni anlattım. Biraz kızdı, biraz sevindi, biraz övüp biraz yerdi ama sonunda kızgınlığı ağır basmayınca konumuza dönebildik.
“Anahtarcı olabilir mi?”
“Suçlu bulunana dek hepimiz potansiyel suçluyuz. Ben bile, hatta sen bile.”
“O olsa bile kanıtlayamayız ki? Elimizde görüntü yok. Ne yapacağız, evine girip karton karton çikolata, kek, sakız var mı diye mi bakacağız?”
“İş oraya gelirse polise gidip elimizdekileri vereceğiz. Ondan sonra arama emri, evde delil çıkarsa da yargılama.”
“Gidip konuşacak mısın?”
“Düşünüyorum ama nasıl yapılır, onu bilmiyorum. Bana kalsa şimdi sana gelmek yerine onu arayıp bulurdum ama baban sert çıktı. Kızımın arkasından iş çevirme, canını yakarım dedi. Ben de geldim anlattım. Haklı da biraz. Sana söylersem yapma dersin diye düşündüm. İzin vermezsin diye gizli iş çevirdikten sonra ne yaptığımın önemi yok. Haklı yani, haklı.”
“Haklı tabi ama onu sonra konuşuruz. Şimdi önce suçluyu bulalım. Diyelim ki buldun anahtarcıyı, sonra?”
“İşte hırsız girmiş, sizin işler de açılır şimdi derim diye düşündüm ama sonrasını bulamadım. Tutup ‘ben yaptım, iyi yaptım’ diyecek hali yok. Hakan’ı mi çağırsam, o laf almayı bilir bak?”
“Bence o kadarına gerek yok. Halinden tavrından anlarsın zaten. Ama eğer oysa bu çok kötü, kimse güvende değil demek bu.”
“Öyle. Bir yandan da düşünüyorum mantıklı geliyor. Baban babasıyla tartışınca kızdı, ceza vermek istedi. Hazır elektrikler kesikken geldi, kendisine kopyasını yaptığı anahtarlarla dükkâna girdi. Sadece parayı alacaktı belki ama böyle yiyecek şeyleri çalıp sanki fakir biri karnını doyurmak için hırsızlık yapmış gibi de suçunu gizledi. Neden kapıyla demirleri geri kilitledi, onu ben de anlamadım ama.”
“Babamdan önce kimse anlamasın diyedir herhalde. Ya da, ben de bilemedim ki.”
“Değil mi? Hiç mantıklı değil. Dur bir, önce görelim suçlu mu değil mi, sonrasına sonra bakarız. Ne yapsak, gitsek mi? Sen eve dönersin, ben de dükkânı arayıp bulur, o muymuş değil miymiş anlamaya çalışırım.”
“Baban yanlış koymuş adını. Dedektif diyecekmiş, Savcı demiş. E hadi gidelim” deyip koluma girdi. Babasından korktuğum için evin biraz uzağında ayrıldık, ben de çilingir aramaya koyuldum. Komşu demişti, illa yakın bir yerde olsa gerekti. Öyleydi de zaten. İki aşağı sokakta bir çilingir dükkânı vardı. Dışarıdan sicil levhasını görmeye çalıştım ve bingo! Adı Ozan’dı.