Varlığı Bir Dert
İşaret fişeği 19 Şubat’ta atıldı, taarruz 21’inde geldi. Ne oluyoruz demeye kalmadı, bir Amerikalının bir lirasına yedi yüz bin verirken birden milyondan fazla verdik, dokuz yüz bine indiği zaman sevindik ama işler çığırından çıkmıştı.
Sokaklar ateş gibiydi. Peder beyim 24 Ocak’tan, nasıl bir anda cebindeki paranın paralık vasfını kaybedip kâğıt parçasına döndüğünü anlatmıştı bir sefer. Şimdi olan da aynıydı. Neredeyse yüzde ellilik kayıp Ecevit’in devlet krizi söylemiyle olmuştu ya, artık fırsattan istifade mi yoksa korkudan mı bilinmez, sadece birkaç günde insanlar işsiz kalmaya başlamıştı bile.
Hayatında beş kuruş biriktirmemiş Rıfat Efendi bu işten direkt etkilendi. İnsanlar ekmek derdine düşünce ota para harcamak akıllarından çıktı ve o güne dek cennetteki ırmaklar gibi akan geliri birden durma noktasına geldi. Bu kadarını sanırım o da beklemiyordu. Bunu, Mart’ın ilk günü yanına gidince fark ettim. Etsiz yemek yemeyen, yerken illa yanına birilerini arayan adam ne et yedi ne sokaktan birini çevirdi. Rıfat Efendi bu durumda topu atardı. Evi ve dükkânı kiraydı, işler böyle giderse imkânı yoktu tutunmasının.
Anahit’in babasının durumu da farklı olası değildi. Sormamıştım, kendisi de anlatmamıştı ya Anahit’in de içten içe darlandığının farkındaydım. Neyse ki Fransa’dan gelirken yanında üç beş birikmişiyle gelmiş ve evini almıştı babası ama onun dükkânı da kiradaydı. En azından müşterisi illa ki olurdu, geliri azalsa da sürerdi ama yeter miydi?
Benim durumum iyiydi. Merhum peder beyimin hakkı toprağın parasının neredeyse hepsi hala bankada duruyordu. Bursum da vardı, iyi kötü idare ediyordum. Aklıma bankadaki parayı ikisi arasında pay etmek geldi ama ikisi de kabul etmezdi. Nasıl söyleyecek, nasıl yapacaktım da kabul ettirecektim?
Günler boyunca bunu düşündüm. Derslere girdiğimde dinleyemiyordum bile. Aklımdan başka bir şey geçmiyordu. Sonunda “ne olacaksa olsun ama çabuk olsun” deyip önce bildiğim yerden başladım.
Perşembe öğle vakti dersim biter bitmez koştum iki kilo kıyma aldım, yanına da beş ekmek. Rıfat Efendiye hiç sormadan evin anahtarını alıp yukarı çıktım, ekmeği etinden çok çeken köfte hazırlayıp aşağı indim. Ağzını açmasına izin vermeden sokaktan üç kişi çevirdim ve yemeği yedik. Onları yolladıktan sonra baş başa kalmıştık. O benim aklımdakini biliyordu, ben de onun. Yine ağzını açmaya yeltendiyse de hayatımda ilk defa onu susturup konuştum.
“De hele Rıfat Efendi, peder beyim neydi senin için?”
“Kardeş gibiydi, kardeşten ileri.”
“Kardeşler arasında para bahsi olur mu?”
“Olmaz.”
“O vakit Rıfat Efendi, bak Allah’ın adını verdim, ben şimdi diyeyim sen de düşünmeden söz söyleme. Ben…”
“Ne diyeceğini biliyorum yavrum, ama zül olur bu.”
“Dur bak, Allah hakkı için dinle. İki sene önce sen kalktın gittin benim için, kardeşin gibi gördüğün adamın evladı için, iki senelik mahsul parasına vermeye çalıştığı toprağın parasını bihakkın aldın geldin. Kuruşuna dokunmayı geçtim, yol parasını da cebinden ödedin, orada yattığın yatağın parasını da, yemeni içmeni de. Ben de aldım bunu, bankaya koydum. Bugüne dek iki sefer dokundum o paraya, o kadar. Benim için varı da bir yoku da. Varlığını bilmeden yaşadım, yokluğunu bilsem gam yemem.
“Ben seni bilirim, çocuğun parasına dokunmak olmaz dersin. Ama bu para benim değil. Peder beyimin. O olsaydı şimdi, onun cebinde olacaktı bu. De hele bana, o olsaydı şimdi, tutar mıydı bir kuruşunu kenarda? Hele ki senin işlerinin darlığını görünce? Siner miydi bu içine? Siz beraber gelmediniz mi Kocaeli’ye? Yapmadınız mı her işinizi beraberce? Konuştunuz mu hiç bu benimdir şu da senindir diye?”
“Konuşmadık, konuşmadık ya, böyle hal de görmedik. Baksana memleketin haline, yarın ne olacağı belirsiz. Pahalılığa alıştık biz ama bu başka bir şey. Darbeden öncesine döndü ortalık. Böyle zamanda normal güne bakmak olmaz.”
“Cevabımı vermedin ama. Tutar mıydı o bir kuruşu kenarda?”
Cevap vermedi. Söyleyeceğiyle söylemek istediği bir değildi çünkü.
“Açık olacağım, yekten diyeceğim Rıfat Efendi. Eğer ben o parayı bankada tutarsam babamın hakkı bana helal olmaz. Hadi kendini de boş ver, beni düşün. İnsan babasının duasını almadan cennetlik olur mu? Dememiş mi insanlar ölünce defterleri kapanır, bir yetiştirdiği hayırlı evlattan ayrı. Sen şimdi yok, olmaz dersen, hadi bak benim ahiretimi de geç, babamınkine bir hayır etmekten kaçınmış olmaz mısın?”
Hesabımda böyle konuşmak yoktu ya, planımdan çok daha iyi doğaçlamıştım işte. Nitekim o da elini tespihine uzattı. Diyecek sözü yoktu demek, düşünmesi gerekti karşı bir söz bulmak için. Fırsat vermeden ben konuşmaya devam ettim.
“Allah rahmet eylesin hepsine, gittiler de bizi bıraktılar baş başa. Senin kimin var benden ayrı, benim kimim var senden ayrı? Birbirimize de destek olamayacaksak ne yapacağız? Paradır bu, altı üstü bir araç. Hayat için, mutluluk için bir araç. Kullanırsak anlamı var, kullanmazsak neyimize gerek? Gel bak, yok deme. Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına demiş. Bugün bunu bulduk işte, yarına da Hak kerim. Vardır her işinde bir hikmet, sözde amcamın işindeki hikmet de bu ola. Ötesini de sonra düşünelim, bugünü yarınla harcamayalım.”
Tespihi şıkır şıkır atıyordu. Sustum. Düşündü, düşündü, çok düşündü ama bir şey bulamadı. Kendine yediremiyordu yine ya, durumun farkındaydı. Bir iki hık mık etti sadece bunu yapması gerektiğinden, sonunda pes etti. Hemen bankaya gidip tüm parayı çektim, dört de zarf alıp eşit şekilde pay edip dükkâna döndüm ve ikisini usulca çekmeceye bıraktım. “Üstü de Anahit’in babasının payı, umalım ki bu yetsin” dedim.
“Hadi beni kandırdın, onu nasıl kandıracaksın?”
“Çok düşündüm bulamadım ama Allah kerimdir, illa gösterir yolunu.”
“Tanımazsın etmezsin, gücüne gitmesin adamın?”
“Ben bulamazsam yolunu, Anahit ne güne durur? Bunca yıllık babası, illa bilir girilecek damarını.”
“Söyledin mi ona da konuşursun böylece?”
“Söylemesem ne olur, bilir beni iyice?”
“Kafiye mi yapıyorsun sen bana?”
“Azıcık oyun ettimse ne olmuş sana?”
“Oyun vakti değildir, para işi ciddi iştir. İncelikle olmazsa gönlü hemen incitir. Konuş kızımla, illa bulur yolunu. Kendini öne atma, kimse bilmez sonunu.”
“Ben böyle tek nefeste yapamıyorum ya. Sen şair mi doğdun yoksa şair mi oldun, desen ya?”
“Sen sözün düzünü söyle, kafiyesi önemsiz. Akşamdan sonra başlar Cuma, mübarek günde konuş kızımla. Niyet hayır akıbet hayır. Bir de, verdim Rıfat’a gitti yok. Allah açar nasibimi, veririm borcumu geri. Dur, hiç açma ağzını. Ancak Allah bilir yarını, illa genişletir bu Rıfat’ın darını, giderir borcun yaktığı narını.”
“Bak yine. Yaz derim yazmazsın, vallahi okur insanlar seni.”
“Küpten taşmak için evvela dolmak gerek. Bir gün dolarsa ben de taşarım elbet. O güne kadar okumaya, öğrenmeye devam. E, de hele, aranız nasıl? Kendini de geçip babasını da düşünmeye başlamışsın, iyidir illa. Benimki de soru.”
Anahit’ten konuştuk biraz. Sonra ben izin isteyip evime döndüm. O kadar saat kapısından sadece bir müşterinin girmesi de durumun ne kadar kötü olduğunu gösterdi. Çeşit çeşit şifa dururdu dükkânında, eczacılık okusa belki ancak bu kadar bilirdi ya, ekmek derdine düşmüştü insanlar bir defa.
Akşam geçti, sabah olmadan telefonum çaldı. Arayan Anahit’ti. Sesi heyecanlıydı, ne oluyor dememe kalmadan kendisi söyledi: Dükkâna hırsız girmiş, kasadaki paranın yanında bir dolu malı da almış götürmüş. Polis dedim, aramışlar. Meral ablaya da ses etmişler. Bir şey beklediğinden değil, dar zamanda insana insan gerek diye beni aramış.
Hemen giyinip gittim. Polis gitmeye hazırlanıyordu. Kenardan Anahit’i gördüm, o da beni. Yanıma geldi, sarıldım. Birazcık konuştuk. Telleri kaldırıp kapıdan girmişler. Cadde üstünde ses çıkarmadan bu işi yaptıklarına göre bayağı profesyonel olsa gerektiler.
Polis gidince dükkâna girdik. Babası beni tanıdı, selam verip mahsus halini sordum. Adam yıkılmış gibiydi. İlk tanışmamızın böyle kötü bir güne denk gelmesine mi üzülsem, kabul ederse en azından kaybının birazını telafi edebileceğime mi sevinsem arada kalmıştım. Bu nazik iş nasıl yapılır bilemezken “izin verirseniz yiyecek bir şeyler bulup alayım, dolu mideyle kafamız daha çok çalışır” demiş bulundum. Boşluğuna mı geldi, iyi niyetini göstermek mi istedi yoksa başından biraz savmak mı istedi bilmem, tamam dedi babası. Hemen koşup simitle poğaça aldım, üç meyve suyuyla üçer de karton bardakta çay alıp döndüm. Kahvaltıyı sessizce ettik, yine izin alıp dükkâna baktım. Paradan ayrı hep yiyecekler çalınmıştı, geri kalan yerli yerinde duruyordu. Başka zaman olsa birileri aç karnını doyurmak için dükkâna girmişti diye düşünürdüm ya, aç karın koca dükkânı boşaltarak mı doyardı?
Ben geri, dükkânın girişine yürürken Meral Abla geldi. Beni gördüğüne hem şaşırmış hem sevinmişti, gözlerinden belliydi. O Levon amcayla konuşurken usulca Anahit’e yanaştım, sabahtan yanıma aldığım iki zarfı eline tutuşturup ben konuşana dek bir şey sormamasını istedim. Benlik çok bir şey kalmamıştı, Anahit’i biraz daha sakinleştirip babasıyla Meral abladan izin alarak eve döndüm. Okula gittim, dersten çıkıp Anahit’i bekledim.
Bir gelişme var mı diye sordum, yoktu. Polis bakacaktı işte, onların yapacağı ne olabilirdi?
İki çay aldık, ona fırsat vermeden yine ben konuştum. Belki yarım saat dil döktüm parayı alıp bir yolunu bulup babasına vermesi için ya, Nuh’un peygamber olduğunu kabul etmemeye yemin etmiş gibiydi. Bir sorusu yetiyordu zaten: Hadi o etti diyelim, babası nasıl kabul edecekti?
Bir yarım saat daha dil döküp onu kabul ettirdim, sıra babasını kandırmaya gelmişti. Düşündük, düşündük, bir yol bulamadık. Şimdi bulamadık diye sonra da bulamayacak değildik ya? Babası henüz bilmese de biz aileydik artık. Aile içinde bazen zorla olmaz mıydı işler?
Akşam olmuştu bile. Meral Abla Anahit’i aradı, okuldayız deyince yanımıza geldi. Hoş beşten sonra konu hemen açıldı. Biraz da dangalaklıkla ona da açtım durumu. Anahit’i çay almaya yolladı ve baş başa kaldık. “Emin misin” dedi, “eminim” dedim. “Büyük para bu” dedi, “zarar da büyük” dedim. “Para kardeşi kardeşe düşürür” dedi, “varlığına sevinmedim ki yokluğuna erineyim” dedim. “Deli misin oğlum sen” dedi, “aşığım, daha ne olsun?” diye sordum. Yüzüme baktı, ağzını açıp kapattı. Diyeceği neydi diye sorana kadar da Anahit geri geldi.
“Bir de kızımın yanında soruyorum: Emin misin?”
“Yapmayacağımı söylemem, söylediğimi yapmazlık etmem.”
“Sen ne diyorsun yavrum?” diyerek Anahit’e döndü.
“Ne desem bilmiyorum.”
Biraz durdu, sonra konuştu.
“Tamam. Ben Levon’un aklına girer veririm ama senden bahsetmem. En azından şimdilik bir şey demem. Benimdir derim, borç olarak veririm. Elin ne zaman genişlerse o zaman geri alırım derim. Sonra günü gelir, vakti gelir, işin doğrusunu da usulünce anlatırım.
“İkiniz de yanımdasınız, ikinize de diyeyim: Sana ne kadar kızdım biliyorsun Savcı, şimdiyse o kadar takdir ettim. Yüzün gözün benlik değil, huyun suyun güzel olmasa kızımı yanına koyacak değildim. Beni haksız çıkarmadın, bundan hoşnut olduğumu gizleyecek de değilim. Kızım da mutlu, benden iyisi yok.
“Fakat, ikiniz de unutmayın. Gençsiniz, kanınız kaynıyor. Deli akar şimdi, akıl mantık bırakmaz. Bugün güzel gelen yarın çirkin gelebilir, bugün gözünüze gelmeyen ot yarın dağ olabilir. Oldu ya, yürümedi işiniz. Aklınıza bu para gelmesin. Ben bunu Levon için aldım ama ben aldım. Senin muhatabın benim Savcı, kızım da değil babası da. İkiniz de bunu böyle bilin. Tamam?”
“Benim gözüm başkasını görmüyor, görmez Meral abla” dedim içimde garip bir kırgınlıkla. Ne demek istediğini anlamıştım ya, hoşuma da gitmemişti işte. Tamam, deneyimiyle konuşmuştu ama aşık insan dinler miydi böyle sözü?
“Ben de aynıyım teyze” dedi Anahit. Bir ferahlık duydum ama Meral Abla çok görmüştü bizden.
“Ben aranız kötü olacak demedim. Bugünkü iyi hal yarın başka türlü olacak demedim. Olur ya dedim, dünya bu. Para dediğin aile yıkar. Yarın öbür gün bunun yüzünden bir ağırlık olmasın sırtınızda, bunu dedim.”
“Hiç gelişme var mı?” diye sordum konuyu değiştirmek için. Yoktu. Ne parmak izi vardı ne kamera kaydı. Giden gitmişti, bir bardak soğuk su içmek gerekti. “Ben bu işi çözerim” dedim. “Hırsıza da yazık dedi Levon, peşine düşecek gibi değil” dedi Meral Abla ama benim umurumda değildi. Açsa gelip söyleseydi, çalmak ne demekti? Gelip isteseydi, Levon Amca “yok” derse çalsaydı o zaman.
Polisten hayır gelmeyeceği belliydi, bu işi kendi üstüme aldım. İlla ki ya görgü tanığı olacaktı, ya kamera kaydı, ya bir iz. “Mükemmel suç yoktur, herkes bir kanıt bırakır” demişti bir hocam. O kanıtı bulup gerisini çözecektim. O masada kendi kendime kararımı verip ikisiyle de paylaşmadım. Çaylarımızı bitirdik, onlar beraberce gitti ve ben de evime döndüm.