You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Yılların Birikmişliği

Ancak öğlene doğru uyandım. Anahit’le Taksim’de buluşacaktık ama hava çok soğuktu. Ekmek için çıkıp arada kontör aldım, arayıp evde buluşsak mı dedim, ona da mantıklı geldi. O gelene dek de evi olduğu kadar temizledim.

Beraber kahvaltı hazırladık, oturup bir güzel mideye indirdik. O aralar Yaşar Kemal’i yeni keşfetmişti, bense peder beyimin kitaplığı sağ olsun, tüm külliyatını bitirmiştim. Uzun uzun edebiyattan konuştuk. Yüzüklerin Efendisi diye bir kitap varmış, filmini yapmışlar çok da güzelmiş. Onu okumamı önerdi. Kendisinde de varmış ama Fransızcaymış, ben anlamazmışım. Güldü. İlk Fransızca dersimi de o arada verdi.

Bulaşıkları yıkadım, salonda koltuğa kurulduk. Yanıma oturdu, sol kolumun altına girdi bir kuş gibi. Birden bir hareketlenme hissettim. “Lan hayır, şimdi değil olmaz” diye düşünsem de faydasızdı. Ben kendimi zor tutuyordum. O kendini bıraktı mı yoksa hiç tutmak istemedi mi bilmem, olan oldu detayları önemsiz. Yirmi buçuk senenin birikmişliğiyle aklım başımdan gitmiş gibiydi. Onun da benden altta kalır yanı olmayınca, küçük beynim de büyük beynimden kontrolü alınca akşamın karanlığına kadar dışarının soğuğunu tenimizle ısıttık.

Sonunda ikimizde de hal kalmayınca aklım başıma gelmeye çalıştıysa da ne kadar başardığı belirsiz. Teni tenimde, başı sağ ciğerimin üstünde, kulağımda nefes alışverişiyle yüzüne baktım. Sanki bir tanrıça gibiydi.

Ne demem lazımdı? Bir şey demeliydim, onu biliyordum ama o bir şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Düşündüm vücudumun yukarı akabilen kanının çalıştırabildiği pek az nöronun sınırlarını zorlayarak ama yok, bir şey gelmiyordu aklıma. Neyse ki onun beyni daha çok çalıştı, dili de döndü de beni bu ilk cümleyi kurma derdinden kurtardı.

“Yarın yine mi buluşsak?”

Ben kendimden korkarken o benden de fena çıkmıştı ya? Önce güldüm, sonra kahkaha attım. Yüzü asıldı, birden kendimi toparlayıp daha bir sıkı sarılıp öptüm.

“Aklımdan geçeni mi okudun?”

“Ne geçti aklından?”

“Çok güzelsin. Çok böyle, hayvan gibi güzelsin.”

“Hayvan gibi? Çok sağ ol ya.”

“Ya şimdi… Çok böyle, anlatacak kelimem yok ki. Hani sabah güneş durgun denizin üstünden doğar da maviyle sarı, hele bir de biraz kırmızı, sanki Fenerbahçe bayrağı çizmek ister ya. Onun gibi.”

“Fenerbahçe bayrağı. Şair Savcım vardı benim, nereye kayboldu?”

“Düşünecek hal mi bıraktın a gavurun kızı?”

Sonunda güldü yine. Biraz rahatlamıştım. Azıcık daha düşünüp devam ettim.

“Seni ilk gördüğümde aklım şaştı benim. Hiç ama öyle, hani anlarsın ya. Vücut filan. Yani, anla işte, nasıl söylenir bilemedim. Yüzüne baktım ben sadece. Durdu zaman. Hıdırellez gecesi gibi, sanki Hızır’la İlyas’ın buluştuğu o an gibi. Sonradan böyle gözüm az daha aşağı da gidince… Anla işte.”

Başını oynattı, sanki dahası olurmuş gibi az daha sıkıca sarılmaya çalıştı.

“Söylemekten neden çekiniyorsun ki?”

“Kültür işte. Peder beyim hiçbir şeyimi kısıtlamadı. Dindar adamdı ya, bakışındaki genişliği pek az kimsede gördüm. Ama sırf aile değil malum, toplum da yetiştiriyor bizi. Toplumdan böyle görünce. Sanki ayıp gibi, günah gibi. Tamam, günah belki ama, anla işte. Yasak gibi böyle.”

“Onlara kalsa güzel olan her şey yasak. Hem onların ne düşündüğünden bize ne? Biz varız burada. Senle ben. Ne düşündün sonra, söyle hadi.”

Yüzüne baktım. Konuşmaya çalıştım ama yok, hem zihnim durmuştu hem dilim. Bekliyordu, söylemem lazımdı. Ne olacak dedim, ne olabilir ki dedim, kendi istiyor dedim he konuştum.

“Senin geldiğin akşam okulda denk gelmiştik ya hani, o zaman. Sen yürürken arkandan baktım. İlk o zaman fark ettim. Yüzün nasıl güzelse, önünden nasıl güzelsen arkadan da öylesin. Çizgilerin, kıvrımların böyle.

“O gece Aylin yanaştı yatağıma, böyle yarı çıplak. Sıra bana gelmişti herhalde. Benim sevdiğim var dedim, bıraktı gitti. Sen de gördün, güzel kızdı ama yok. Aklıma bile gelmedi. Sonra işte, seninle buluştuk ettik, gözlerim hep sağına soluna da böyle. Anla, birden öyle hop diye her şeyi konuşmak zor. Göğsüne kaydı gözlerim, elbisenin altındakiler… Ya anla. Birden olmuyor hemen, zamanla.”

Gülümsedi.

“Eline ne güzel kız geçmiş ama tepmişsin. Başkasına anlatma, gülerler.”

“Bana biri lazım, herhangi biri değil. Seni gördüm, seni tanıdım bir defa. İnsan hiç en iyisini bulmuşken başkasını da ister mi?”

Yetmişti herhalde ki bir şey söylemedi. Birden susuzluktan kuruduğumu hissettim. Mutfağa gitsem onu bırakmak istemiyordum, gitmesem susuzluk fena bastırmıştı. “Su?” diye sordum, başını salladı usulca. Hemen zıpladım, mutfağa koşup geri geldim.

Aile içindeki her şey anlatılmaz, kalan detayları geçiyorum. Yarım saat kadar daha durduk öyle uzanarak, sonra duş alıp gitmeye hazırlandı ertesi gün dönmek üzere. Onunla beraber gidip sokağına bıraktım. Evine yürürken bir daha baktım: Gerçekten tanrıça gibiydi. Allah özenerek yaratmış derler ya, onun bir zirvesi varsa kendisiydi.

Dönüşte yüzümdeki kasları kontrol edecek gücüm yoktu. Gülüyordum, her şeye gülüyordum. Zihnimde bir saat önce var olan bulanıklık gitmiş, yerini mutlak bir aydınlık almıştı. Düşüncelerim berraklaşmış, duyularım açılmış, bedenim varlığını hisseder olmuştu. Sanki başka birine dönmüş gibiydim.

Ertesi günü iple çektim. Sabahtan kalkıp yemek hazırladım, Savcı usulü karnıyarık. Yanına pilav yaptım, bir de ayran aldım. Kral sofrası ancak böyle olsa gerekti. Saat on ikiye kalmadan geldi, günümüz önceki gün gibi geçti. Sonraki gün, daha sonraki gün derken yılların birikmişliğini ikimiz iki yandan attık. Kalan vaktimizi filmlerden, kitaplardan, müziklerden, bilimden konuşarak geçirdik.

Ve her güzel şey gibi bu yalnız vaktimizin de sonu geldi.

Serdar bir gün önceden geldi. Cuma sabahtan karşısında bulduğu kurulu sofranın sebebini dahi sormadan oturup yarısını sildi süpürdü, sonra da devrilip yattı uyudu. Ellerim bomboş, yüreğimde bir sızıyla kalakaldım. Elhak bugün zaten gelecekti, bir günü kalmıştı yalnızca ama yeni bir oyuncak bulmuş çocuk gibi hevesimi alamadan elimden alınması sinir bozucuydu.

Anahit’i aradım, söyledim. Sesinden benden farksız olduğu belliydi ama yapacak bir şey yoktu. Evde buluşamıyorduk o ki, biz de dışarıda buluştuk ve günü böylece geçirdik. “Beraber eve mi çıksak” diye sordum cevabını bilerek. “Sen bize taşın o zaman” deyip güldü. Bir an mantıklı geldi ama hayatımın en kısa anıydı bu.

Akşam evde Mali’yle Hakan’ın da dönmüş buldum. Sanki sözleşmiş gibi kadroyu tekrar toplamışlardı. 2001’in Ocak ayının sonu, benim dertsiz hayatımdan sıkılmışlığımdan olsa gerek, kendime bulduğum bu dertle geldi geçti. Şubat’la okul ve koşuşturma başladı. Yeni dersler, yeni dertler, tonla kitaba tonla para dökme, bir de eve ortak bilgisayar alma derken yeni bir günlük rutin oluşuyordu ki Şubat’ın ortası geçince hayat “saçma şeyleri dert ediyorsun. Ne gereği var? Çok lazımsa ben sana gerçeğini veririm” dedi.