Helal Şarap
Sabah herkes bir köşeye sızmıştı. Telefona baktım, bir şey yoktu. Çay demleyip derse oturdum. İsa efendimizden sonraki ikinci bin yılın bitişini kutlamıştık, artık gerçek hayata dönme vaktiydi.
Kafamdan büyük ve kalın kitaplardan başımı ancak hava kararırken kaldırdım. Ahali hala uykudaydı. Altı üstü şarapla kafayı bu kadar buldularsa “Allah muhafaza rakı filan içmiş olsalar yedi uyurlar gibi ancak asırlar sonra uyanırdılar herhalde” diye düşünüp çabuk tarafından bir sandviç yaptım ve derse döndüm. Amacım kendi işimi olduğunca çabuk bitirip Anahit’e yardım etmekti ya, hukuku çalışmak da mahkeme süreçleri gibi sonsuza yakınsayan vakte ihtiyaç duyuyordu. O kanun, bu tüzük, öteki içtihat, beriki kararname derken beynim yanıyordu yine.
Saat altı gibi, sanki sözleşmişçesine hepsi birden ayaklandı. Tuvalet kavgasını ekmek almaya gitme kavgası takip etti. Akşam neleri kaçırdığım Serdar tarafından uzun uzun anlatıldı, ben de bu arada Anahit’e yazdım. Öğlende kalkmış, benim ders çalıştığımı tahmin ettiği için rahatsız etmek istememiş. O da zaten derse oturmuş. Bir ara dersi bırakıp buluşmak için sözleştik, ben çocukların kahvaltısına akşam yemeği için dahil oldum ve tekrar derse döndüm.
Üç hafta boyunca sadece sınavlar ve Anahit’i çalıştırmak için evden çıktım. Finaller bitince ben de bitmiştim ya, bir dönemi daha firesiz atlatmanın sevinci bunun derdini unutturdu. Anahit de derslerini vermiş, hatta anayasadan AA alarak göğsümü kabartmıştı. Aylin de sıkılıp evden ayrılınca biz böcekler çiçeksiz hayatımıza geri döndük.
Sınavlar bitince çocuklar evlerine gitti ve on günlüğüne yalnız kaldım. İlk gün, kendisini uzunca bir süredir boşladığım için öğleden Rıfat Efendinin yanına vardım. Nasılsın, ne yaptın ne ettinler geçti. Biraz eğlenmek istedim, dükkân da hazır boşken sordum.
“Yılbaşı gecesi çocuklar şaraba düştüler.”
“Afiyet olsun.”
“Ben de yanlarında tabi.”
“O zaman sana da afiyet olsun.”
“Aklıma sen de geldin, seni de çağırmak lazım dedim ama geç olmuştu, rahatsız etmek istemedim.”
“Bak sen şu deyyusa, kendi günahın yetmedi bir de beni serhoş edip oradan mı odun kazanmak istedin?”
“E sen dememiş miydin Âdem babamız şarap yapıp içerdi diye?”
“Ben dedim, bihakkın öyledir.”
“O zaman sen neden içmezsin? Tamam, haramdır da neden haramdır? O ki haramdır, neden cennette şarap ırmakları olacak?”
Biraz düşünür sandım ama hemen konuşmaya başladı.
“Yalnız Âdem babamız değil, Nuh aleyhisselam da sular çekilip gemisi karaya oturunca evvel kurbanlar kesip Allah’a şükrünü etti, sonra cümle hayvanat ve nebatatı yerlerine götürüp bıraktı, son olarak da gemisine dönüp sakladığı o en kutsal yemişin tohumunu toprağa verip bir bağ kurdu.
“Şarap, dünyada üç kere haram kılındı. İlkinde Âdem babamızın dünyaya gelip yaratılışı bitirmesiyle. İkincisinde Nuh aleyhisselamla Allah’ın dünyayı yok etmekten vazgeçmesiyle. Üçüncüsü de İsa aleyhisselamla Allah’ın ruhu yeryüzünde gezip sonra göğe geri çıktığında. İsa efendimizin şarabı haram kılmaya vakti kalmadığı için ancak Muhammed Mustafa’yla bu üçüncü yaratılış tamamlandı ve şarap Mehdi aleyhisselamın şeriatı gelene dek haram kılındı.
“Cennette her gün yeni bir doğuştur. Her gününde cehennemindeki odunları bitenlerin cennet beratları ellerine verilir ve cennet bir daha ve bir daha tekrar başlar. Şarap her yaratılışta helal, yaratılış bitince haramdır. Ve o ki cennette yaratılış hiç bitmez, orada şarabın haram olması için bir sebep de yoktur.”
“İsa efendimizde Allah’ın ruhu mu vardı?”
“Vardı tabi ya. Şeytan, bu dünyada ve öbür dünyada herkese ve her şeye dokunabilir, bir tek Allah’tan ayrı. Peygamber efendimiz, İsa ve anası Meryem’in kalbinde şeytanın bıraktığı kara lekenin olmadığını söyler. O ki şeytan Allah’tan başka herkese, o son nebiye bile dokunmuştur, ve o ki İsa efendimiz ve annelerine dokunmamıştır, bunun sebebi onlarda ilahinin sadece veçhinin değil zatının da bulunmasıdır.”
“İsa efendimiz Allah mıydı?”
“Ben bunu mu dedim mel’un! Her insan Allah’ın parçası, her insanda Allah’tan bir nüve var. Ama bunun yanında bir de insan olmasının doğası var. Şeytan o insan doğasına dokunur. Meryem anamız ve İsa efendimizde insan doğası yoktur, sadece ilahi ruh vardır. Yoksa, sen de İsa efendimiz gibi Allah’tan parçasın ben de. Bu ikisinde insan doğası yoktur, o kadar.”
“Beş dakikada aklım şaştı yine.”
“Cevabına hazır olmadığın soruyu sormamak da bir erdemdir.”
“Öylesine öyledir ya… İyi de İsa aleyhisselamla peygamber efendimiz arasında şarap haram değildi dedin. O kadar yüz sene yaratılış mı vardı?”
“Vardı tabi ya? Son, büyük ve nihai şeriat için hazırlandı dünya. Bundan ala yaratılış mı olur?”
“Böyle bakınca tabi… Ama Mehdi gelince dünyanın sonu da gelecek. O zaman neden şarap haram olmaktan çıkacak?”
“Çünkü o zaman bir yaratılış bitip yenisi başlayacak. Âdem babamız bu dünyadaki ilk insandı diye insanların da ilki değildi ya? Bunca alem tek şu anda mı var? Melekler dünyada bozgunculuk yapacak insanı mı yaratıyorsun diye sordular. Onlar ki Allah’ın onlara bildirdiğinden başka şey bilmezler ve onlar ki gelecekten haberdar değildir. Neye göre sordular bunu?”
“Tamam, pes ediyorum. Azıcık eğlenelim dedim aklım beynim yandı.”
“E sen bana eğlenmek istiyorum desene? Dur ben sana anlatayım, sen de dinle o zaman.
“Geçmiş gün, hatırımda kaldığı kadarını diyeyim. Baban rahmetlikle Ankara’daydık o vakit. Bir de arkadaşımız var, Nuri, Allah uzun ömür versin. Bunun midesinde bir dert peydah oldu. Doktora gitti anlamadılar, öylece eve döndü ama ne yapsa geçmiyor.
“O zamanlar tabi, telefon büyük lüks. Mektup yazıyoruz memlekete, cevap artık ne zaman gelirse. Nuri’nin anasının cevabı bir ay sonra geldi otobüsle, yanında da iki koca bidon sirke. Demiş sadece sen içme, arkadaşlarına da ver. Senin midene giren onların da midesine girmiştir, onlar da hasta olmadan iyi etsin.
“Annesi, öldüyse Allah rahmet eylesin, günde iki defa yarım çay bardağı için diye söylemiş. Aman sirke içilir mi, ne işe yarayacak dedik ama bir yandan da korktuk biz de hasta olursak diye. Bardağın ucundan bir ufacık içtim ki aman Allah, bu nasıl güzel bir tat? İlaç dediğin de bir tür zehir, zehir dediğin illa ki acı. Bu öyle tatlı, öyle güzel ki o kadar olur. Kim sirke içecek derken vakti gelsin de içelim diye bekler olduk.
“Tabi insan demek sabırsızlık demek. Bir hafta oldu olmadı, biz bir bidonu bitirdik. Yarım çay bardağı içeceğimiz yerde bardak bardak içtik. İçtik ama, biz sirkeyi içtikten sonra başımız da bir güzel dönüyor, dilimiz gevşiyor, elimiz kolumuz yumuşuyor. Önce baban merhum ikirciklendi. ‘Biz sirke diye şarap içiyor olmayalım’ dedi ama Nuri bir mütedeyyinse anası on mütedeyyin. ‘Sen benim anama sarhoş mu diyorsun’ diye çıkıştı. O da haklı tabi.
“Yalnız bu nasıl şifalı sirkeydiyse Nuri de iyileşti. Birinci bidon bitince ikinciyi açmadan Nuri eve bir mektup daha yolladı, dedi daha da gönder. Yeni bidon gelene kadar ikincisi bitti, biz dört gözle bekledik. Evvel mektup geldi, ardından bidon. Koştuk hemen hep beraber, aldık taşıdık eve.
“Taşıdık, hemen doldurduk bardakları ama o da ne? Bu acı, bu zehir. Nerede o tatlı şey, nerede bu? ‘Yolda bozuldu herhalde, ya da sirke yaparken şaraba dönmüş bu’ diye düşündük, koyduk kenara. Dönemin de sonu geliyordu zaten, Nuri memleketine gitti çok geçmeden. Döndüğünde ne desin? Anası ayarı şaşırmış, sirke diye şarap yapmış ilk sefer. Şarabı sirke diye içmişiz, sirkeyi de şarap diye kenara koymuşuz. O gün bugündür sirkeye dokunmam maazallah şarap çıkar diye.”
“Serinizdeki hoşluktan da mı anlamadınız?”
“Dedim a, baban merhum anladı ama anlamazdan geldik herhalde. O da zavallım bize uydu. Günahı boynuma, bana uydu demek daha doğru. Ben iç demesem o da içmezdi.
“Ama o zaman anladım neden şarap haramdır. Allah insana her daim kendi gibi uyanık olmayı buyuruyor. Biz ilaç diye az az içtik, hoş olduk ama uyanıklığımız gitmedi. Bir de çok çok içseydik halimiz nice olurdu?”
“Ben de az az içtim, aklım gitmedi başımdan. Yine de günah mıdır?”
“Allah günahtır demiş bir kere, ben değildir mi diyeyim?”
“Yapsan bir güzellik?”
“O ikinizin arasında. Ben karışmam.”
Son sözünü söylemişti. Peder beyim pek anlamazdı üniversite anılarını. Diplomasını almadan geldiğinden herhalde, yok sayardı o yılları. “Biraz anlatsan ya, nasıldı neler yapardınız” diye sordum bunca senedir ilk defa merak etmiş olmanın hayretine düşerek.
Derin bir nefes aldı, bir ahla bıraktı. “Bunu sonra sor, şimdi aklım buna yetmez” dedi. Üstelemeyi düşündümse de yapmadım. Anlatmayı bu kadar seven adamın anlatmamasının bir sebebi olsa gerekti. Neden bilmem, suskunluğumuz içinde bir cümle kurdu sonra:
“Ortalık karıştı mı herkes ya Müslüman olur bu ülkede, ya milliyetçi. Sen onlardan olma.”
“Ne demek ki şimdi bu?”
“Dahasını da deşme. Sordun, söyledim.”
Sınavlar bitmiş rahatlamışım derken ne de güzel sokmuştu aklıma düşünecek bir şeyi. “Yemek mi yesek” diyerek muhabbetin ilk kısmını bitirdim yine. Köfte hazırlamış akşamdan, dört kilo ete bir kilo ekmek basıp. “Varsa vaktin yap getir, yoksa Kemal’den söyleyelim” dedi. Vardı vaktim. Yarısını kızartıp getirdim, yanına da sulu yoğurttan sözde ayran. Sokaktan birilerini çevirdi, biz yiyemeden onların karnını doyurup kalanını da pişirtti. Ta akşama kadar yemekle geçti vakit.
Akşam eve dönüp Anahit’i aradım. Önce benim, sonra onun kontörü bitene kadar uzun uzun konuştuk. Ertesi gün buluşmaya sözleştikten sonra televizyonun karşısına geçip salonda uyuyakaldım.