You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Senenin Son Günü

Salon boştu. Odadan hiç ses çıkmadığına göre Hakan ve Aylin uyumaya devam ediyordu herhalde. Mali hala dışarıdaydı, Serdar’sa ders çalışıyordu. Ona elleşmeden ben de masanın diğer ucuna oturup akşama kadar çalıştım. Anahit yazmadı ve aramadı, ben de rahatsız etmemek için ses etmedim.

Gün böylece sakince geçti, akşam da aynı şekilde. Başımı kitaplara gömdüğümde zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım, o gün de öyle olmuştu. Akşam yemeğini beşimiz beraberce yedik. Aylin hala aynı Aylin’di ya, beni rahatsız etmiyordu artık. Dört erkeğin üçünün gözleri her an üstündeydi, yetmişti herhalde.

Bir an onu hiç tanımıyormuş gibi uzaklaşıp baktım: Gerçekten güzel kızdı. Küçük yerden büyük şehre gelip hemen değişmiş, çevresinin mütemadi baskısından kurtulunca düştüğü boşluğu böyle doldurmuştu o da. Rahmetli peder beyimin ve ardından mirası Rıfat Efendinin beni nasıl özgür yetiştirdiğini fark ettim. Güvenilmek bir nimet demişti ya Rıfat Efendi, özgürlük de öyleydi. Kaybı bir dertti, esaretten sonraki özgürlükse paha biçilemez bir değerdi işte.

Yemek bitince Mali’nin yaptığı yemeğin bulaşığı için kâğıda oturduk. Kim kimle eş olacaktı? Serdar karşıma oturmuştu ki “misafire bulaşık yıkatmak olmaz” deyip onu kaldırdım, Aylin’i oturttum. Böylece akşamki jestine karşılık bir jest yaptığımı sanıyordum ama yanılmıştım. İkisi iki yandan bilenip bir güzel yendiler bizi. Gelen kâğıt da kötüydü ya, iyi olsa da o kadar hırsa yapacak bir şeyim yoktu. 51 puanlık oyunu önce 81, sonra 101, en son 151’e çektim ama nafileydi. Bulaşık bendeydi.

Mutfaktayken Aylin yanıma, yardıma geldi. “Misafir bulaşık yıkamaz, üç günden sonra misafirliğin bitince yıkarsın sen de” deyip reddettimse de gitmedi. “Yine başlıyoruz” diye düşündümse de yanılmıştım ve bu bir dizi yanılgının ilkiydi.

Hangi bölümde okuyorsun, dersler nasıl, nerelisin gibi klişe, anlamsız ama bir o kadar da anlamlı sorularla konuştuk biraz. Sakarya’da doğup büyümüş. Babası oralı, annesi Rizeliymiş. Psikoloji okuyormuş. Bölüme severek ve isteyerek girmiş. Dört tercih yapmış zaten, hepsi psikolojiymiş, gele gele sonuncusu gelmiş. Hep Ahmet yüzündenmiş, lisedeki sevgilisi. Şerefsiz, sınava üç gün kala aldatmış onu, çok üzülmüş. Yoksa, hocalarına sorsak hepsi Boğaziçi dermiş.

İlginç bir şekilde bu dediğine hak verdim. Zekiydi, normal birisi gibi konuştuğu zaman bunu anlamak hiç de zor değildi. Hiç de dünkü gibi değildi şimdi. Peki, neden böyle garip bir role bürünüp bunu oynuyordu?

Konuşkandı, ne demek istediğimi de daha ben söylemeden anlıyordu zaten. Aklımdan geçeni anlamış olacak, ben sormadan cevabını verdi.

“Babam, erkek arkadaşım olduğunu öğrendiği zaman küplere bindi. Küfür, tehdit, utanmasa dövecekti bile. Ya bu deveyi güdecek ya da bu diyardan gidecektim, ben de ikincisini seçtim. Benim kim olduğumun önemi yoktu, benim kim olmamı istediklerinin önemi vardı o ki, ben de öyleymiş gibi davrandım. Bir ara başımı dahi örttüm sırf onlara iyi görünmek için. Sonra… Sonra buraya geldim. Artık kendimi gizlemeye ihtiyacım yoktu. Neyi yapmak isteyip yapamadıysam şimdi onu yapıyorum.”

“Bu kadarı biraz fazla değil mi?” diye sordum. “Amacım yargılamak değil, yanlış anlama. Hani bu sabah…” dedim ama devam edemedim. Omuz silkip cevap verdi.

“O da senin için tatsız bir anı olsun. Etki tepkiyi doğurur demişler. Ben hiçbir şey yapmadan onlar bana yaptılar, şimdi onun intikamını alıyorum. Bundan sıkıldığımda onu bırakır, kendim olurum. O türlü sıkılacağıma bu türlü eğleniyorum, daha iyi değil mi? Baksana, etrafımda pervane oldular. Sırf onlar değil ki, hepsi. Biraz bacak, biraz meme, yok yok. Erkekliklerini kanıtlamak için yapmayacakları şey yok. Eh, bundan rahatsız olacak da değilim. Daha ne?”

“Yani, sen mutluysan…”

“Mutlu muyum bilmiyorum, çok da umursamıyorum aslında. Daha iyi hissediyorum, bu kesin. Mutluluk bu mu yoksa başka bir şey mi, önemi var mı? Gencim daha, mutlu olacak günlerim de olacak. İyiyim böyle, bana lazım olan da bu. Bir tek sen çıktın bana istediğim gibi davranmayan, o da senin kusurun.”

“Ben aşığım, ondan olsa gerek. Yoksa, Anahit de söyledi bak, güzel kızsın gerçekten. Ama işte, benim gözüm başka yere bakıyor.”

“O gelen kız, değil mi? Onun da maşallahı var bak. Anahit miymiş adı? Yabancı demek. Nereli?”

“Ermeni. Fransa’da doğmuş büyümüş, buraya gelmişler sonra. O da bizim okulda, birinci sınıf senin gibi.”

“Sen de çıtırı bulmuşsun desene. İyi davran kıza, gidip başkalarıyla da aldatma. Hoş, ben gibisiyle bile aldatmadıysan yapmazsın ya, ben yine diyeceğimi diyeyim.”

“Yok, öyle bir niyetim de yok zaten.”

“E iyi madem. Bu konuştuklarımız da aramızda kalsın. Ben bilinmek istediğim gibi bilineyim, onlar da bilmek istediği gibi bilsinler beni.”

“Tamam, tabi. Çok klişe bir hikâye zaten.”

Birden yüzü değişti. Kızmıştı.

“Klişe, tekrarlanan ama varlığı yerine tekrarından rahatsız olduğumuz şey demek. Sor o kızlara, klişeyi mi isterlerdi yoksa rahat bırakılmayı mı? Camide, sözde Allah’ın karşısında bile erkekler götümüze bakmasınlar diye duvarlar arkasına gizleniyoruz. Tamam, hadi benimki abartı olsun. Bu mu normal?”

“Yok, bu normal diye değil de… Doğru gerçi. Erkek arkadaşın vardı diye dövmeye kalkmak filan. Doğru. Her etki bir tepki doğurur. Sen de haklısın. Sen de demek de yanlış, sen haklısın.”

“Bak, azıcık düşününce sen de anladın. Keşke herkes anlasa şunu.”

Sıkılmıştım bu konudan, değiştirdim.

“Sen daha burada kalacaksın, değil mi? Sınavlar geliyor, çalışman lazım ama kitapların filan yok. Nasıl olacak?”

“Bu beyni küçük görme. Yüzümle vücudum, beynimin güzelliğinin yanında sönük bile kalır. Rahatsız da olma, bir iki hafta sonra kalkar giderim, sonra bir daha görmezsin bile belki.”

“Yok, gitmen için demedim. Dersleri veriyorsan sorun yok. Aramızdaki işi de çözdük, artık ne istersen onu yap. Bana neymiş?”

“Dimi ya? Hadi ben içeri geçtim o zaman” dedi, hızlıca bir hareketle yanağımdan öpüp içeri gitti. Bulaşık da bitmeye yakındı, işimi halledip odama geçtim ve çalışmaya devam ettim.

Cumartesi böylece bitti. Pazar günü sabahtan çıktım. Anahit’e bir hediye bulmam lazımdı ama ne alacaktım? Taksim’e çıktım, dükkanları dolaştım. Kitap çok ucuzdu, elbise çok saçmaydı. Tünel’den aşağı yürüdüm. Gitar filan mı alsam dedim ama o elbiseden de saçma geldi. Karaköy’e doğru dönecekken köprüyü geçtim, Eminönü’nde sağıma soluma baktım. Saatçiler, evet! Saat alacaktım. Alacaktım ama ben saatten anlamazdım ki? Körlemesine bir dükkâna girdim, baktım. İkinci derken üçüncüde konuşkan ve bilgili birine rast geldim. O olurdu bu olmazdı diye bir saat konuştuk, sonunda otomatik bir tanesinde karar kıldık. Saatin sadece zamanı göstermeye değil cüzdanı da boşaltmaya yarayan bir alet olduğunu sıra ödemeye geldiğinde anlayarak evime döndüm. En azından hediye paketi yaptırmış, onun parasını vermemiş ve ondan kârlı çıkmıştım, bu fikirle de kendimi avuttum.

Pazartesi yine sabahtan derse oturdumsa da öğlen Anahit aradı. Sözü varmış, yeni yıla babasıyla girecekmiş. Eğer istersem, evdeki kızı kendisine tercih etmezsem akşam beraber olabilirmişiz tabi. Güldü.

“Ben geçen gün konuştum onunla. Garip bir hikayesi var. Çok klişe dedim, kızdı ama öyle de bir yandan. Ailesi baskıcıymış, o da özgür kalınca kayışı koparmış. İyi birine benziyor aslında. Başka bir hayat yaşasa nasıl biri olurmuş merak ettim.”

“Bambaşka biri olurmuş mutlaka. Çevremiz belki kendimizden de çok bizi biz yapıyor. Babanın ailesi farklı olsaydı o da başka biri olmaz mıydı?”

“O zaman da ben bu ben olmazdım.”

“Olmazdın tabi. Boşuna mı diyorlar birçok farklı evren var, bir farklı olay başka evrende başka sonuçlara yol açıyor diye?”

“Doğru. Ne bileyim işte, garip. Seninkiler hiç gitmese belki şimdi biz de böyle olmazdık.”

“Bilmem. Olmazdık herhalde. Telefonda konuşmak yerine yüz yüze konuşmasak mı?”

“Değil mi ya? Ne yapalım, nereye çıkalım? Buz gibi ortalık, dışarısı da güzel değil şimdi. Kemancı hepten dolmadan ikişer birayla ısınsak mı?”

“Tamam. Saat iki şimdi, dörtte buluşalım mı?”

“Heykelin altında?”

“Heykelin altında.”

Böylece sözleştik. Kötü huyum, bir yere gideceğimi bildiğim zaman aklım yaptığım veya yapmam gereken işte değil saatte olurdu. Ben de dersi bırakıp bir saat kitap okudum, sonra hazırlanıp çıktım.

Kemancı’ya giremedik, onun yerine kitapçıları gezip hovardalık olsun diye Lebon’da kahve çikolata yaptık. O arada çam sakızı çoban armağanı saatini de verip saatçiden ezberlediklerimi de tekrarladım. Yok bu saat canlı gibiymiş, bazen hızlı bazen yavaş gidermiş, şimdi çalışıyormuş ama iki gün kenarda kalsa durdurmuş, zaman zaman bakım istermiş, doğru kullanılırsa torunun kolunda hayatına devam edermiş…

Ben heyecanlı heyecanlı anlattım, o da heyecanlı heyecanlı dinledi. Sonunda o lanet soruyu sordu: Tamam, çok iyi ve çok güzelmiş ama bir geri kalıp bir ileri gidiyorsa tek işi zamanı göstermek olan bu alete nasıl güvenirmiş? Bir saatin anlamı yoktur, ancak başka bir saatle doğru veya yanlış diyerek ünlü aforizmayı satmaya çalıştımsa da “peki, iki saate göre yanlışsa” diye sordu. “Ya ne güzel alet işte. Ne gösterdiğine bakmadan aksesuar diye takarsın” diye kızdım. Aslında kızgınlığım kendimeydi. Saatçi pahalı saati allayıp pullayıp bana yedirmişti işte, reddetmenin anlamı yoktu. Allah’tan o da alınganlık yapmadı, teşekkür etti ve böylece bu bahsi kapattık.

Dokuzda, hava karardıktan çok sonra sanki tüm şehrin aktığı Taksim’den ayrıldık. İlk defa evinin kapısına kadar beraber yürüdük, sonra da otobüsle evime döndüm.

Alem ufaktan başlamıştı. Yemekler yapılmış, kırmızı şarap açılmıştı. Televizyondaki eğlence programında çalan ve kimin dinlediğini o güne dek bilmediğim şarkılara eşlik ediliyordu.

Hemen bir bardak alıp ortama dahil oldum. İlk şişe bitince ikincisi açıldı, geri sayıma az kala üçüncüsü masanın altından çıkarıldı. Televizyonla beraber ondan geriye saydık, mutlu yıllar dilerken ekranda dansözün çıkmasıyla Aylin ortadan kaybolup iki dakika sonra üstünde sutyen, altında Mali’nin gömleğiyle belirdi. Benim için biten gece gençler için yeni başlıyordu. İyi geceler diledim, çocukların televizyonu da bastıran sesinde zorla uykuya daldım.