Güven
Rıfat Efendinin üçü genç biri orta yaşlı dört misafiri vardı. Yetmiş iki milletten yüz yirmi dört bin insan tanıyan, onların içine bayağı hatırlı kimseleri de katmış bu adamın yalnız olduğu zamanlara, hatta belki bunların çokluğuna şaşırmak gerekti zaten. Yoksa, Allah’ın sıradan aktarının Vatikan’a turistten farklı bir kimlikle girmesi mümkün müydü?
Selam verip girdim, “siz devam edin ben bölmüş olmayayım” dedim. İşlerine gelmiş olacak, teşekkür edip döndüler konuşmalarına. Ne konuştuklarını anlamıyor, hangi dil olduğunu da seçemiyordum. Ben beklerken gelen üç müşteriyle ilgilendim, derken muhabbetleri bitti, adamlar gitti ve baş başa kaldık. Başka birileri gelmeden cevabımı alıp gitmek istiyordum, hemen konuya girdim.
“Allah Âdem babamızı yarattığı zaman önünde cinsel organı var mıydı?”
Şöyle bir yüzüme baktı, sonra çekmecesini çekip tespihini çıkardı. Hiç hazırlıklı olmadığı bir konu çıkmıştı karşısına, biraz düşünüp vakit kazanması lazımdı. Bir iki dakika düşünüp konuşmaya başladı.
“Antika insan, cümle kudretin Allah’ta tevhit olunduğunu anlamadığı için onun sayısız ismince tanrı olduğunu sanmış. Nebiler gelip ‘yapmayın etmeyin, Allah birdir ve tektir’ dese de onlar ‘Allah tabi ki tektir ama o tekliğini çoklukla gösterir’ demiş ve her ismi bir tanrı olarak almış.
“İşte bu isimlerin biri de Alim. Zamanının Iraklılarının dilinde Enki. O, sadece alim isminin değil rahman ve rahim isimlerinin de bedene bürünmüş hali. Bir eşi var kendisinin. Eş dediğim, denk manasında değil. Allah’ın dengi mi olurmuş zaten? Nasıl Allah her yerdedir ama hiçbir yerde bedeni görünmez bir tek cennet bahçesinden ayrı, Enki de haliyle öyle. Hiçbir yerde yürüyemez bir tek cennet bahçesinden ayrı. Eşi öyle değil ama. O Allah olmadığı için gezebiliyor.
“Bir zaman ‘ben dünyaya ineyim de sağa sola biraz bakayım’ diyor Enki’nin eşi. ‘Ama benim yokluğumda sen beni özlersin, ondan gitmeden bir çocuk yapalım da ben dönene kadar beni sana hatırlatsın, onunla huzur bul’. Enki tabi, erkek. Dünden razı. ‘Tabi yapalım, hemen yapalım’ diyor büyük bir şevkle. Eşini kucaklıyor hemen, bir ağacın altını buluyor ve işlerini görüyorlar orada. Dokuz gün geçiyor, eşi bir çocuk veriyor Enki’ye. ‘Al, ben dönene kadar hatıramı canlı tutsun bu’ deyip kalkıp gidiyor.
“Bu çocuk dokuz gün sonra büyüyüp bir afet-i devrana dönüşüyor. Annesi güzellerden bir güzelken kendisi annesinden de güzel oluyor. O zaman da Enki’nin gönlüne eşiyle yatmak düşüyor ama eşi ortada yok. Ne yapayım ne edeyim derken kızını kestiriyor gözüne. Önce biraz olur mu olmaz mı diye düşünüyor. Eşi bunu öğrenirse canına okur diye korkuyor ama erkek değil mi, bir beyni çalışırken diğeri duruyor. Kızı da annesine çok benziyor zaten, ‘eşim öğrenirse ben onu sen sandım, değil miymiş diye sorar, üste bile çıkarım’ diye planını yapıp hemen yanaşıyor kızına.
“Yanaşıyor, görüyor ki kızı da kendisine doğru geliyor. ‘Bu yakışıklı da kim ola’ diye soruyor kızı. Hemen kabarıyor Enki, ‘yakışıklıyım değil mi’ diye soruyor. Kız önce pazılarını tutup sıkıyor Enki’nin, sonra bir elini sırtında, bir elini karnında gezdiriyor. ‘Taş bu taş maşallah’ diyor. ‘Yüzüne bakmaya doyulmazken hele bir de bu çelik gibi bedeni hissetmek’ diye sorarcasına söylüyor. Mesajı alıyor tabi Enki. ‘Şurada bir ağaç vardı, gel altında göstereyim bedenimi. Bacaklarım da hiç fena değildir, bir bak anlarsın’ diyor, beraberce ağacın altına gidip işlerini görüyorlar.
“Bir dokuz gün daha geçiyor ve kızından torunu oluyor Enki’nin, bir dokuz gün daha geçince de bu sefer torunu büyüyor. Ama ne büyümek! Eşi güzel, kızı ondan güzel derken torunu hepten güzel olmuyor mu? ‘Taş bu taş, kaya, kaya’ diyor, görür görmez âşık oluyor Enki. Eşini de aldatmış zaten bir kere. ‘Ha bir ha bin, artık hepsi bir’ diye düşünüyor, bu defa da torununa yanaşıyor. Eh, kız güzelse Enki de erkek güzeli. ‘Kelebek koleksiyonumu görmek ister misin’ diyor; çeliyor aklını, giriyor kalbine torununun, onu da götürüyor bir ağacın altına.
“Dokuz artı dokuz gün sonra torununun kızına da aynısını yapıyorsa da büyük torunu sabah kalktığında pişman, ‘ben Enki’nin oldum ama o önüne gelenle yatıyor, benden sonra da başkalarıyla yatacak. O halde ben de onun tohumunu taşımam’ diyor, geliyor dünyaya ve anlatıyor olup biteni büyük büyük annesine. O da ‘hemen rahmindeki tohumu çıkarıp toprağa ek’ diye nasihat ediyor, bu arada da büyük torunuyla dönüyor cennet bahçesine. Kız çıkarıyor Enki’nin tohumunu, ekiyor yere. Dokuz gün sonra da o tohumdan sekiz nebatat beliriyor yerde.
“Enki, ‘bu otlar ne ola ki, daha önce hiç görmedim’ diye düşünüp bakıyor. Birinin çayını yapıyor, diğerini bonfilenin üstüne ekiyor. Bunu gören eşi sinire kesiyor. ‘Kızımla yattın ses etmedim, torunumla yattın ses etmedim. Ama çok oluyorsun be herif, her bulduğundan kam alıp karşılığında bir şey vermemek nereye kadar? Hadi benden utanmadın, nesebimden utanmadın, bari şu nebatattan utan!’ diyerek kızıp bağırıp çağırıyor, ‘lanet olsun sana! Ettiğinin üç katı dönüp seni bulsun!’ diyor ve gidiyor.
“Enki yaptığından memnun. Kart karısı yerine gencecik kızlara ümit verip onlarla yatmış, gününü gün etmiş. Yeni otlar bulup onları yemiş, çorbasından ızgarasına yeni tatlar edinmiş. Ama eşinin okuduğu lanetten sonra gücü azalmaya başlıyor. Hasta düşüyor Enki. Çağırıyor doktorları ama hiçbiri bir çözüm bulamıyor. Bir türkü tutturuyor Enki, olanca ızdırabını satırlara döküyor:
“Nice elden bura yettim, güzellerle yattım kalktım,
Daha gencim, yaşl’olmadım, medet senden kurtar tabip!
“Bunu duyan cümle varidat ağlıyor. Gözlerinin önünde Enki ölüyor! Bir tilki ise çıkıyor kenardan. ‘Durun, ben bunu hanımıma söyleyeyim. İyi ederse ancak o eder’ diyor ve gidip Enki’nin eşini bulup olanı biteni anlatıyor. Kızmış olsa da o da seviyor eşini, kalkıp geliyor. Oturuyor yere, koyuyor Enki’nin başını iki bacağının arasına. Sonra da bir güzel sarıyor bütün vücudunu kendi vücuduyla. ‘Hadi söyle, neren ağrıyor’ diye soruyor. Enki söylüyor ağrıyan yerlerini, her birinden ağrıyı çekip alıyor, kurtarıyor eşini.
“Bunca işten güçten yorgun eşini gören, cana gelen Enki bu defa sarıyor eşini. ‘Meğer benim tek sevdiğim senmişsin, daha da başkasına bakmam. Keşke bunu ölümden korkmadan anlasaydım’ diyor, sonra mutlu mesut yaşayıp gidiyorlar.”
Hikâye bitmişti. İyi de Âdem babamızın önünde çükü var mıydı yok muydu? Ne anlamam lazımdı ki? Sorsam kızacaktı, sormasam bir şey anlamamıştım. Mecbur sordum.
“Haydut herif! Âdem babamız çükü yüzünden belaya duçar oldu, tıpkı Enki gibi. Çünkü cinsel organı yaratıldığı zaman vardı.”
“İyi ama cennette ne sevişmek var ne bevletmek. Neyine lazımdı ki?”
“Allah geçmişi bildiği gibi geleceği de bilir. Lazım olacağını bildi de koydu. Ne yapsaydı, cennetten kovulduğu zaman plastik cerrahiyle mi dikseydi? Demez miydi Âdem babamız ‘bu ne, nereden çıktı, ne işe yarar’ diye?”
“O da doğru.”
“Doğru tabi ya. Allah’ın işine akıl sır ermezse de buncacık şeyi bilmek için de allame olmaya gerek yok. Hem nereden çıktı bu durup dururken? Oturdun da bunu mu düşündün?”
“Oda arkadaşım. Sormadı da böyle, onun yüzünden geldi aklıma.”
“Ah gençlik, aklınız fikriniz nasıl işlerde!”
“Yuh, sen nereden duydun?”
“Neyi nereden duydum?”
Hah. Kendi kendimi ele vermiştim. Hiç uzatmaya da yalan söylemeye de çalışmadım.
“Evde bir kız kaldı iki gecedir. Yahu böyle, anla işte… Çocukların hali hal değil, üçü birden kafayı yedi. Kız da maşallah, elinden geleni ardına koymuyor. İki gecede üçünü birden elden geçirdi.”
“O nasıl kelam öyle! Kim ne yaparsa yapar, sana soracak değiller a? Sen dosdoğru ol, ötesi senlik değil. Ariflerden bir arif; `dünyada herkes, her şey kötü olsa da o kötülük senin kapında dursun, görevin budur` demiş. Sen kapını ona kapat, ötesine hâkim olarak Allah yeter. Yargılama ki yargılanma.”
“Yok, yargılamak değil de… Gecenin bir yarısı yarı çıplak yatağımın ucuna geldi ya. Şimdi söylemek olur mu bilmedim de benim gördüğüm ilk çıplak kadın vücudu onunki oldu. Ben böyle istemedim ki ama.”
“İblis insanı yoldan çıkarmak için çeşit çeşit dona girer. Sana da kadın olup gelmiş. Sevin ki çöldeki İsa efendimiz gibi onu eli boş göndermişsin.”
“Öyle, orası öyle ama… Anahit’e de söyledim, güldü geçti. Hiç demedi ne oldu, ne yaptın, ne düşündün diye.”
“Sen sorar mıydın?”
“Yani, sorardım tabi.”
“Neden? Kız sana güvenmiş ki nedir bile dememiş. Sen ona güvenmiyor musun ki soruyorsun?”
“Ya öyle değil de… Ne bileyim. Yatağının ucunda yarı çıplak biri olsun da istemezdim.”
“Sorsan o da istemezdi. O başka bu başka. De ki o da senin gibi buldu yatağının ucunda birini. Ne isterdin?”
“Kovsun başından isterdim.”
“Başka?”
“Başka ne?”
“Der miydin ne yaptın ne ettin diye?”
“Ya tamam, anladım da… Aman, ne bileyim işte.”
“Buna güven derler Savcı Bey. Kız sana güvenmiş, sen de o güveni boşa çıkarmamışsın. Sevineceğin yerde bir de kıza çatmaya yer mi arıyorsun?”
“Ya ne alakası var? Da doğru ama. Güvenmese neden gülüp geçsin?”
“Değil mi ya? Bak bu bir nimettir ki pek az kimseye nasip olur. Yatıp kalkıp şükür et böyle iyi kızı karşına çıkardı diye; sen de hem ona öylece güven, hem de o güvene layık ol her zaman.”
Haklıydı. Şükür ettim böyle iyi kızı karşıma çıkardığı için. Geçmiş günümü bilmesem Allah’ın sevgili kulu olduğumu bile düşünürdüm belki ya, öyle olmadığından emindim fazlasıyla.
“Bir şey daha soracağım Rıfat Efendi” dedim ama “şimdi sorma” deyip kapıyı gösterdi. Müşteri gelmişti. “Enki de Allah’ın bir veçhesi eşi de. Bunlara göre Allah Allah’la mı yatıyor” sorusu başka zamana kalmıştı.
Ben kalktımsa da o da kalktı yerinden, hatırlı kimselerden olsa gerekti. Nasılsın iyi misinlerle başladıkları muhabbet derinleşmeden araya girip izin isteyerek ayrıldım. Esas sorumun cevabını almıştım zaten, dahası lakırdı olacaktı.
Dönerken yolda Kıtmir’e rastladım. Yine öylece baktı, ne bir ses etti ne bir şey. Önceki günün imtihanım olduğuna iyice iman edip eve döndüm.