Bugün Ne Öğrendim?
Sabah Mali’nin beni dürtmesine uyandım. “Ne yatıyorsun la burada, yerine gitsene” diyordu.
“Aylin yatıyor orada, ben de buraya geldim.”
“Vay, aslanım benim!”
“Ya ne alakası var! Gece Serdar’a gelmişti sıra. Onların gürültüsüne uyandım, kalktım buraya geldim. Kıza da sen burada yat dedim verdim yatağımı işte. Mal mısın nesin.”
“Kız Hakan’ın yatağında yatıyor şimdi la, kalk git yerine. Olum afet la bu afet. Ben böylesini görmedim. Dün…” diye devam ediyordu ki susturdum. Önceki sabah küfür üstüne küfür eden herif gitmiş, bu tanıdığım Mali geri gelmişti. Tanıdığım ilk sevişse rahatlayacak insanı oydu, sonuncusuysa olmayacaktı.
O giderken ben de yastığımı yorganımı aldım. Çekyat canıma okumuştu, dört yanım tutulmuş durumdaydı. Odamın kapısını korkarak araladım. Doğruydu, kız odada değildi. Telefona baktım, saat daha sekiz buçuktu ve kalkmaya gerek yoktu. Bak, Anahit bile uyuyordu zaten ki bir şey yazmamıştı.
On birde Anahit’in telefonuyla uyandım.
“Günaydın Savcım. Akşam çok yoruldun herhalde, hala uyuyorsun?”
“Neler oldu Anahit bir bilsen, ah bir bilsen neler oldu!”
“Ne oldu?” diye sesini dalga geçercesine değiştirip sordu.
“Akşam erkenden yattım, gece Serdar’la kızın sesine uyandım. Kalktım salona geçtim, çok sürmedi kız da geldi böyle üstünde sadece külotla. Namusuma göz diktiyse demek. Zor kovdum.”
“Başkaları arar bulamaz, sen buldun da kovdun mu? Hem de ne güzel kızı?”
“Ben aradığımı buldum ki.”
Güldü. “Sonra da salonda mı yattın?” diye sordu.
“Öyle yaptım. Dört yanım ağrıyor şimdi, çekyat değil işkence aleti. Sabah Mali kaldırdı, git yerine yat dedi de geri döndüm yatağıma.”
“Sığdınız mı bari yatağa?”
“Hiç şaka kaldıracak halde değilim, gerçekten. Belim sırtım tutulmuş.”
“Onlarınki de iş değil ama. Salon boş, oraya gitsenize?”
“Değil mi ama? Bendeki de salaklık, onları yollamam lazımken…”
“Hadi yat dinlen sen. Uyandırdım ben de, uyanmışsındır diye düşündüm.”
“Olsun ya, sesini duydum işte ne güzel. Buluşsak mı bugün?”
“Bugün işlerim var biraz. Teyzem gelecek, ona hazırlık yapacağım. Sınavlar da geldi, çalışmamız lazım.”
“Doğru diyorsun. Tamam, bugün azat ettim seni o zaman.”
“Seni çok seviyorum Savcım.”
“Ben de seni seviyorum kara dutum.”
“Seviyorsun ama çok sevmiyor musun?”
“Kim demiş!”
“Şaka yaptım şaka. Hadi yat sen, iyi uykular sana.”
İyi uykulardı bana ya, uykum kaçmıştı. Buz gibi suyla elimi yüzümü yıkayıp binde bir olan uyuyakalma ihtimalimi de ortadan kaldırdım, kahvaltı niyetine üç yumurta haşlayıp masaya oturdum. Bir adam boyu kule yanımda duruyordu. Notlarımın birini öylesine çektim, kamu maliyesi geldi. Saat ikiye, Serdar uyanana dek ona çalıştım.
Saat ikide Serdar uyandı. Yarı aralık gözlerle bana bakıyordu, tam açık gözlerimiyse ondan uzak tutuyordum. On, on beş dakika kadar o yatakta öylece durdu, ben de çalışmaya devam ettim. Nihayet sonunda konuştu.
“Medeni usul mü?”
“Yok, kamu maliyesi.”
“Of, o da var dimi? Yemin ediyorum bıktım.”
“Ticaret hukukundan iyidir en azından. Ben cezacı olmak istiyorum, neyime lazımsa bu maliye, ticaret, vergi filan.”
“Yasal olarak nasıl vergi kaçırılır, onu öğreniyoruz işte ne güzel. Daha ne istiyorsun?”
“Ne bileyim. Şu kanunun bu istisnası, öteki kanunun bilmem ne özel hükmü. Bıraksınlar akşama kadar cezaya bakayım ama şunlarla uğraştırmasınlar işte ya.”
“Uğraş Savcı, sen bu devleti koruyacaksın.”
“Ben artık bu devleti korumam. Korursam ancak bu milleti korurum, onun da hepsini değil sadece ezilenini korurum. Gerisi korksun benden.”
“Almazlar ki seni savcılığa o zaman. Mal gibi kalırsın dışarıda, avukatlık yaparsın.”
“O zaman avukat olurum ben de. Dedektif mi olsam aslında ya? Bizde yok böyle bir şey, ilk olurum hem.”
“Senden dedektif olmaz ki. Hem onu polisler yapsın, senin ne işin var?”
“Orası da öyle tabi. Ne bileyim ya, dünden sonra çok değiştim ben. Öğle vakti sokak ortasında insan dövmek nedir?”
“Hala mı? Olum yeni mi doğdun sen, bu ülkeye yeni mi geldin? Hadi televizyon izlemezsin, gazete de mi okumuyorsun? Bak, senelerdir Cumartesi Anneleri lisenin önünde öylece oturup duruyor. Kaç kere geçtin gittin önlerinden. İlla dayak yemen mi lazımdı onların neden günlerini, haftalarını, aylarını, yıllarını orada öylece geçirdiğini anlaman için?”
“Demek ki bu lazımdı mına koyim. Demek ki ben bunca zaman maldım da dün uyandım. Böyle oldu işte. Ne yapayım, artık bildiğimi bilmezden mi geleyim?”
“La gelme, bilmezden gelme ama böyle çocuk gibi de olma. Çok meraklıysan sen tut o copu. O kırılmaz çünkü. Kırılırsa başka birisi alır bir dal, onu cop yapar. Devlet de bu demek değil mi zaten?”
“Terör la bu, mafya. Bu mu devlet?”
“Bu değil mi devlet? İnsanların canı sıkılıyordu da bir araya gelip devlet mi kurdular? Birileri başka birilerini aldı tahakkümü altına, tutmak için de tüm copları kendi ellerinde topladılar. Valla şaka gibisin.”
“La tamam, tamam da” dedim ama devamını getiremedim. Gözümün önünden satırlar geçiyordu. Locke, Hobbes, Machiavelli, Rousseau, Schmitt, Kant, Weber… Hepsi bunu söylüyordu zaten. Bazen biraz yumuşak, bazen biraz sert, ama nihayetinde hep aynı yere çıkılıyordu: Devlet odur ki gücü bireylerden ve nihayetinde toplumdan alıp yöneticilere veren, sonra bunu meşru kılmak için çeşit çeşit yöntemler deneyen, kendisi için kendi insanından dahi vazgeçmekten çekinmeyen devasa varlık. Leviathan, o devasa korkutucu yaratık.
“O zaman biz de devleti değiştiririz” dedim son bir can havliyle. “O copu hak edenlerin kafasında kırarız, sonra kırıkları bantlayıp devam ederiz. İnsan varsa sorun var, sorun çıkaranın hakkını veririz”.
“Şimdikiler de onu yapıyor zaten. Onlara göre kim kötüyse onun başında kırıyorlar copu. Ah, seninle uğraşamayacağım Savcı. İki dayak yedin ne hale geldin. Bir de komünist filan olsan neler olacak Allah bilir.”
“Benden komünist olmaz” dedim, duraklayıp devam ettim. “Solcu olur ama. Zaten peder beyim de öyleydi herhalde. Konuşmazdı hiç siyasetten ama hali tavrı öyleydi. Rıfat Efendi de farklı değil zaten, baksana.”
“Müslümanın solcusu da bir başka olur.”
“Değil mi? Bak şimdi uyandım, Ebu Zer’in hikâyelerini pek severdi peder beyim, çocukken az anlatmadı bana. Ondan ala solcu mu var?”
“Ben o kadarını bilmem.”
“Dünden sonra ben dahasını da bileceğim.”
“Dün dedin de, Aylin burada mı?”
“Ne oldu, gece yetmedi mi?”
Pis pis sırıttı. Şerefsiz birden nasıl da değişmişti. “Olum var ya…” diye bu sefer Serdar başlıyordu ki susturdum. “Bir kız gördünüz feleğiniz şaştı mına koyim”.
“Bir kız mı? Afet lan afet. Ben böylesini görmedim. Gece bir geldi…” diye devam ediyordu, yine susturdum. Ters ters baktı, “Anahit olmasa ibne olduğunu sanırdım” dedi.
“Ne olurmuş ibne olsam?”
“Bir şey olmaz olum, beni skmeye çalışmadıktan sonra ne yaparsan yap. Bana ne? Önüne gelen böyle nimeti tepmeni anlamıyorum.”
“La sen dün Duygu’yla yemeğe gitmedin mi?”
“Gittim?”
“Sevmiyor musun sen bu kızı?”
“Yani, seviyorum?”
“Çükün başkasına nasıl çalışıyor o zaman?”
“Çük olum bu. İstediğine çalışır. Hem ben daha çıkma teklif etmedim ki. Hala bekarım, hala başım bağlı değil. Aldattın filan diyeceksin ama onun için önce beraber olmamız lazım değil mi?”
“Öyle mi?”
“Öyle tabi. Mesela bir mağazaya gittin, bir şeyi beğendin. Parasını ödemeden o senin olur mu? Bu da aynı şey. Ben onu beğeniyorum ama o benim değil. Ben de onun değilim haliyle. Başka mağazada başka alete baktım diye neden kötü olayım?”
“Yuh Allah senin belanı versin la. Kıza mağazadaki alet mi dedin sen?”
“Misal verdim şerefsiz. Su-i misal emsal olmaz demişler. Örneğe takılma, esasa takıl.”
“Sen Duygu’yu severken başkasıyla yattın mına koyim. Bundan ala esas mı var?”
“Ben de insanım, hem de erkek bir insanım bu bir. Hadi bunu anlamıyorsun diyelim geçelim. İkincisi, aramızda bir sözleşme yok. Suçta ve cezada kanunilik ilkesi ne diyor? Suç yoksa ceza yok, hiçbir suça da kanundakinden fazla ceza verilemez. Bekar ve kimseye sadakat sözü olmayan birisinin sadakatsizlik suçu işlemesi mümkün mü?”
“Tamam, Duygu’ya karşı suçun yok diyelim. Kendine karşı da mı yok? Böyle birini severken başkasıyla yatmak oluyor mu?”
“Neden olmasın? Anlamıyorum arkadaş, neden olmasın yani?”
“La bana garip geliyor işte.”
“Bana gelmiyor arkadaş, Alla Halla. Ben gider konuşurum, hislerimi açarım, o da aynı şekilde karşılık verir. Ondan sonra bir şey yaparsam gel söyle. Şimdi ne olmuş, ne varmış yani?”
“Peki sen söylesen. Desen ki ben sana aşıkken başka biriyle yattım. Ne olur?”
“Onu neden söylüyorum?”
“Ya mevzusu geçti söyledin diyelim.”
“Her şeyi bilmek zorunda değil ki mına koyim. Bunu da bilmeyiversin, ne olacak?”
“Nasıl ne olacak? Bunu bilmesin, onu da bilmesin, öbürünü de sen bilme. E?”
“Ne e? Sen senin kızın her şeyini biliyor musun?”
“Bilmiyorum. Yani bilmediğim de gizlediği için değil, henüz yeri gelip öğrenmediğim için. Hem bak, gizliyorsun. Yasal olsa bile doğru değil, sen de farkındasın.”
“Ya arkadaş… Lan! Sana ne mına koyim, bir uykundan uyandın diye saçma sapan… Sana ne la?”
“Bana ne zaten, onu demiyorum ben. Dünden beri yeni şeyler öğreniyorum. Öğrenmek de değil de tam, fark etmek. Hani gözümün önünde olan ama böyle ‘harbiden lan’ dediğim şeyler. Bu da birisi işte.”
“Bu neymiş peki? Neye ‘harbiden lan’ demişsin?”
“Çüke güven olmaz, onun ucuna takılıp insan her boku yiyebilir.”
“Bak hala… Olum ben bok filan yemedim. Daha önce de başka kızlarla yattım. E? Ne oldu, Duygu’yu sevemez miyim şimdi?”
“Ben öyle mi dedim?”
“Ne dedin?”
“Birini severken başka biriyle yatmak garip geliyor dedim.”
“Tamam. Sana garip gelir, bana garip gelmez. E? Sorun ne? Benim seninle aynı olmamam mı?”
“Yok. Bence çok genelgeçer şeylerin aslında öyle olmaması. Bu yaz staj yaparken bunu hissetmiştim, şimdi hepten ayan oldu. Bir dosya vardı, karmakarışık. Kadın adamı aldatıyor, adam boşanma davası açıyor. Bundan sonra kadın ‘sen misin’ deyip hepten cozutuyor. Bir gün biriyle, bir gün başkasıyla… Sonunda çocuğu bir gün geliyor adama, annem şöyle böyle yaptı ben evdeyken diyor, orada da atıyor adamın kafası. Tartışma büyüyor, sonunda adam kadını öldürüyor. Savcı taammüden diyor, avukatsa haksız tahrik var. Davasına girmeyeyim, ben de çok az biliyorum zaten. Tüm dosyayı okutmadılar bana da gizlilik ve güvenlik gereği. Ama işte, anladın. Hangisi doğru bunların? Bence ikisi de. Doğruyu bilen sadece adam, o da işine geleni anlatıyor sonuçta.”
“Yani?” deyip yüzüme baktı.
“Yani ben cinayette kusura inanmam mesela. O yönden savcıya hak veriyorum. Ama avukat da doğru söylüyor, burada tahrik de var. İkisi birdense doğru olamaz. Hangisi doğru? Gel de çık işin içinden.”
“Anlattığın kadarıyla avukat haklı. Öldürecek olan adam gidip dava açmaz. Anladığım kadarıyla evlerini de ayırmışlar, yani adamın niyeti öldürmek olsa öyle beklemez. Dava da uzadıysa demek ki kadın ayrılmak istememiş. Neden istememiş?”
“Adam zengin, ondan herhalde.”
“Ayrılmak istemiyor, adamdan özür dilemiyor, üstüne başka başka kimselerle yatıyor, sonra iyice azıtıp çocuğunun önünde işini görüyor. Çok saçma. Var burada bir açık. Adam da aldatıyordu bence.”
“Olabilir, bilmiyorum. Benim gördüğüm kadarında böyle bir şey yazmıyordu ama olabilir, ona da şaşırmam.”
“Tabi bak, böyle olursa mantıklı oluyor hikâye. Adam kadını aldatınca kadın da adama yapıyor aynısını. Adam bunu yediremeyip dava açıyor, kadınsa şimdi eşit olduk deyip boşanmaya karşı çıkıyor. Adam ısrar edince de kadın böylece deliriyor. Başta öldürme niyeti olmasa bile sonradan bu doğuyor, adam da işini görüyor. Haksız tahrik yok, karşılıklı bir iş var. Sonunda da öldürmek için gidip öldürüyor.”
“Öldürmek için gittiği kısmı hariç doğru olabilir ama onu da kanıtlamak gerekli. Adam dava açmış, kaç ay hiçbir şey de yapmamış. Niyeti bu olsa neden dursun?”
“Bilmem. Çocuğunun dediği bahanesi olmuştur belki de. Boşanmada kadın ne demiş? O da beni aldattı demiş mi?”
“Yok. Öyle bir şey söylememiş. Bak, görüyorsun ya, bir sonuca ulaşamadık. Bizim yargılarımız da kişisel çünkü. Herkesten aynısını bekliyoruz ama kimse biz değil. Çok garip değil mi?”
“Çok normal değil mi?”
“Çok normal, garip olma sebebi de bu zaten. Ben de her zaman bildiğimi sandım herkesin farklı farklı olduğunu. Üstüne hiç düşünmedim bunun. Sonra azıcık düşündüm, çok garip geldi.”
“Sen yazsana bunları? Yirmi yaşında beş yaşına döndün resmen. Bir defter tut böyle, bilip bilmediklerim diye yaz. Komedi olur da az güleriz.”
“Aman çok komik. Sana anlatanda hata.”
“Ciddiyim la. Şeyi yaz mesela, kadınların çükü yok, onun yerine memeleri var. Bunun üstüne de düşünmedin bence hiç.”
“Sktirip gider misin?”
“Gidemem bebeyim, benim de finallerim geliyor ve çalışmam lazım.”
“Aylin’den vaktin kalırsa.”
“Kalır kalır.”
“Olum senden tiksiniyorum şu anda ya. Tamam, neyse hadi. Döndüm ben derse.”
Döndüm derse ama dediği de mantıklı geldi. Bir kâğıdı çekip üstüne herkesin farklı olduğunu anladım yazıp önceki günün tarihini attım, güzelce katlayıp bir kenara koydum. Tam derse dönüyordum ki Serdar’ın dedikleri geldi aklıma. Sahi, Allah Âdem babamızı yarattığında çükü var mıydı ki?
Düşünmeye başladım. Rıfat Efendiye daha önce hiç sormamıştım, o da bunu hiç anlatmamıştı. Derse dönmeye çalıştımsa da soru aklıma takılmıştı bir defa. Serdar’a küfür ede ede üstümü giyindim. Rıfat Efendiye gidiyordum, bu sorunun cevabını almadan rahat edemeyecektim. Hem “bugün ne öğrendim” kağıdıma ikinci bir şey eklemiş olacaktım, fena mıydı?