En Uzun Gün
Sabah kapının çalınışına uyandım. Dışarısı hala karanlıktı. Kimseyi beklemiyordum, kimsenin misafir beklediği de yoktu. Yan yataktaki Serdar’ı dürttüm. “Hişt, la? Kapı çalıyor, kim olur bu saatte” diye sordum. “Ne bileyim, yoldan gelip geçenin çetelesini mi tutuyorum mına koyim” dedi; yüzü yerine ardıyla muhatap olmaya daha layık olduğumu düşünmüş olsa gerekti ki sırtını dönüp bir anlığına ayrıldığı hayal alemine geri döndü.
Diğer odaya geçip önce Mali’yi uyandırdım. Uyandırması en zor ve sabahları en sinirli olan olduğu için Hakan’ı sona bırakmıştım. “Hı, ne, kimmiş” diyerek uyanan Mali’nin cevabı da olumsuzdu ama, sağ olsun, Hakan’ı uyandırma işini üstüne aldı. “La hayvan. Alo, kalk lan kalk. Misafirin gelmiş sabahın köründe” deyip yatağı sekiz nokta beş şiddetinde salladı. Tek gözünü açan Hakan bir ona bir bana baktı, “sizi benden başka sken oldu mu” diye sordu. Kalp kırmaya ne gerek vardı ki?
“İncindim” deyip odadan çıktım, o arada da kapı tekrar vuruldu. Hırsız olsa kapıyı vurmaz, demek ki hırlı biri diye düşünüp bıçak almak için mutfağa değil direkt kapıya gittim. Gözden baktım, gençten bir kız vardı kapıda. Olduğu kadar sağı solu gözledim, kimse görünmüyordu. Ya Allah deyip kapıyı yarısına kadar açıp kolumu aralığı kapatacak şekilde koydum ve “buyurun” diye sordum.
“Merhabaaa. Hakan yok muydu?”
Yarı kırık konuşmasının sebebi olan viski kokusu burnumdan girip genzime yol almıştı bile. Baldırlarını ortalayan eteğinin bir yanı yırtıktı, diğer yanıysa neredeyse mabadına dek çekiliydi. Üstündeki montun önü açıktı ve sol memesi bluzundan çıktı çıkacaktı. Nasıl bir manyaktı bu?
“Hakan vardı da siz kimsiniz?”
“Bir dost. Ahaha” deyip kolumun altından, ne oluyoruz demeye kalmadan eve yalpalayarak giriverdi. Hemen kapıyı kapatıp kilitledim, o arada kız bizim odanın kapısını açıp içeri süzülmüştü bile. Ben yetişene dek yatağa gidip hala sırtı odaya dönük olan Serdar’ı sallayıp “Hakan, neler oldu bir bilsen Hakan” diye bağırdı. “Aman dur, o Hakan değil” diyemedim bile.
Uykusundan ikinci defa uyandırılmış Serdar tam küfür etmeye hazırlanıyordu ki karşısındakine baktı, sonra gözünü ovalayıp tekrar baktı. Muzip bir gülümseme kondurup gözlerini kızdan ayırmadan seslendi.
“Savcı, neden misafiriniz var demiyorsun la? Hoş geldiniz güzel bayan. Göbek adımın Hakan olduğunu nereden öğrendiniz?”
Mali Angaralıydı, bu layı da hepimizin diline dolamıştı. Nasıl bir kelime, nasıl bir edat, nasıl bir bağlaçsa bu; ev ahalisi olarak onsuz cümle kuramaz olmuştuk.
“La olum siktir git” deyip kıza döndüm ve özür diledim. Kızsa oralı değildi. “Hakan nerede ya” diye sorup odadan çıktı, diğer odaya girdi – Serdar da yataktan zıplayıp peşinden gitti. İki dakika önce küfür edip kıçını dönen herif birden uyanmış, kızın peşine takılmıştı.
Üçümüz birden odaya daldık. Kız yine yanlış kişiye gitti ve Mali’ye “Hakan, çok mutsuzum Hakan” diye seslenip üstündeki yorganı çekti. “Senin ağzını yüzünü skerim yavşak” deyip yataktan zıplayan Mali; karşısında kızı, arkasında da benle Serdar’ı görünce istifini bozmadı. Kıza bakıp “seni düşünürüm” dedi, “sizi düşünmem. Bela mısınız la gece gece” diye bize bakarak ekledi.
“Bayanın yanında nasıl konuşuyorsun la göt? Çok affedersiniz hanımefendi, bu ayıya nerede nasıl konuşacağını bir türlü öğretemedim” diyen Serdar, diğer yandan da parmağını Mali’ye tehditkâr bir şekilde sallıyordu. Sabahın köründe bir sirke uyanmıştım. Bu gürültüye kalkan Hakan kızı görüp “Aylin?” diye sordu. Sonunda aradığını bulan Aylin huzur içinde Hakan’ın yatağına giriverdi ve yarı ağlar bir tavırla aynı lafları tekrar etti.
“Hakan, neler oldu bir bilsen Hakan. Çok mutsuzum, çok sıkıldım Hakan. Çok mutsuzum, neler oldu var ya, hem neler neler oldu.”
Aylin Hakan’a sarılınca Hakan da kıza sarıldı. Çok mutsuz olduğunu ve Hakan’ın neler olduğunu bilmediğini gittikçe kısılan bir sesle tekrar edip duran kız, belki bir dakika bile olmadan sanki bayılmışçasına uyuyakaldı. Bir dakika önceki bağırtı dinmiş, onun yerine kızın horultulu nefes alışverişi gelmişti.
Dört sap mal gibi birbirimize bakıyorduk. İlkin Mali konuştu.
“E, ne oldu la şimdi? Hakan, kim la bu?”
“Edebiyattan bir kız. Sosyoloji miydi psikoloji miydi, ne skimse işte.”
“Ne arıyor olum bu saatte burada” diye Serdar araya girdi.
“La sus, yavaş. Uyandıracaksın. Ne bileyim ne arıyor? Şurada ne güzel uyuyordum, rüyamda Hande Ataizi’ni görüyordum. Ben de bir bok anlamadım.”
“Bizim evi nereden biliyor?”
“Biliyor lan işte.”
Soru sırası bana gelmişti, en can alıcı soru da bana düşmüştü.
“Nereden biliyor olum? Lan, lan yoksa biz yokken eve kız mı attın?”
“Düzgün konuş la it. O ne öyle kız atmak mız atmak?”
“Bak, cevap vermiyor bak. Tüh senin sıfatına emi? Korundun mu lan bari?”
Gözleri fal taşı gibi açılmış Mali’nin başka dertleri vardı.
“Ya kim sker korundu mu korunmadı mı? Lan, kendi yatağında yaptın ne yaptıysan, değil mi? Benim yatağa bir şey bulaşmadı?”
“Ne bulaşacak lan, tövbe tövbe. Bulaşmadı tabi bir şey. Burada işte, biraz salonda, sonra biraz…”
“Sonra biraz ne? Ne sonra biraz?”
“Mutfak lan işte. Söyleteceksin illa.”
“Tü Allah belanı versin. Nimetin üstünde mi tepindiniz lan?”
“Bütün evde yuvarlanmışlar kedi gibi. Bizim odaya girmediniz, dimi lan? Girmedim de, girmedim de yoksa ben sana girerim.”
“Girmedik lan sizin odanıza, ne işimiz var. Ben mutfakta kahve yapıyordum, oraya geldi. Sonra işte, odaya doğru geçerken…”
“Yavşak yavşak gülme mına koyim. Çekil de kızın üstünden, çekil. Şerefsize bak hele. Film mi çekiyorsun la üç adamın karşısında?”
“Ya olum bak… Eh ama. Lan sktirin gidin yatağınıza, sktir! Uyuyorum ben mına koyim. Hadi iyi geceler.”
Kızı duvar tarafına itip kendisi odaya taraf geçti, ardını bize dönüp, önünü ise kıza dayayıp yorganı üstüne çekti. Ses ettik, cevap vermedi. Kız daha tatlı geldi tabi şerefsize. Üç kafa kısa bir istişare sonrası ne olduğunu sonra anlamakta anlaştık. Serdar’la odamıza çekildik; Mali zavallımsa “ben bunları mı izleyeceğim” deyip yastığıyla yorganını alıp salona geçti, çıkarken Hakan’ın kafasına okkalı tarafından bir tokat atmayı da ihmal etmedi.
Salonda saate baktım, beşi beş geçiyordu. Demek ki kız beşte gelmişti. Sabah erkenden dersim vardı, uyumam lazımdı ama uyku tutmadı. On beş yirmi dakika sonra salona geçtim, Mali’yi de uyanık buldum. Odasında kendisinden başka birinin sevişmesi herifin kanına nasıl dokunmuşsa artık, evin az sayıdaki yasağının birine uyup aralık ayının o kemiklere işleyen ayazına rağmen sigarasını salonda değil balkona çıkıp içmişti.
“La olum mal mısın? Sana ne, seni mi skti herif? Ne bu tripler mına koyim” diyerek lafa girdim.
“Öyle deme lan. Eve çıktık çıkalı tık yok. Sorsan evin Damat Ferit’i benim, kızı sken bu tipsiz piç. Resmen çürüyorum genç yaşımda.”
Hakkı vardı. Sadece aramızdaki en yakışıklı adam değildi, her türlü yüzüne bakılır çocuktu. Sonradan Türkiye erkek güzeli de seçilecekti zaten.
“La uykudan kalkınca bile skmekten bahsediyorsun. Nasıl bir manyağa döndün sen ya?”
“Yok aga, bu evde büyü var. Bunun başka bir açıklaması yok. Baksana olan bitene. Bende kaç aydır tık yok, Hakan’sa huri gibi kızı skiyor. Sen gittin sevgili yaptın, Serdar’sa ibne zaten. Ne sevgilisi var ne âşık olduğu biri. Kesin ibne o. Normal mi bunlar?”
“Ne içtin la sen?”
“Yok la yok. Valla. Var bu işte bir iş. Senin efendiye evi okutalım bence. Bu gidişle cinler periler de basar burayı, hepten kafayı yeriz.”
“Senden başka kafayı yiyen yok. Yatsana la sen? Valla bak. Bir gece uyuyamadın, hepten delirdin.”
“La ne delirmesi mına koyim, anlamıyor musun? Dört sapız biz bu evde. Her saat birimiz yoksa diğerimiz var. Hangi ara bu herif yalnız kaldı da eve kız attı? Hadi attı, ben nasıl atmadım? Siz elinizi skerken benim kızların üstünde olmam lazım. Neler oluyor lan?!”
“Ben seni cins biliyordum ruh hastası çıktın mına koyim. Siktir lan, yatıyorum ben.”
“Yat yat ama yarın şu efendini çağır da gelip okusun ya. Bu olan biten hayra alamet değil.”
“Hayrını sen, alametini ben… Tamam? Hadi iyi uykular. Hadi. İçeride de içme şu boku.”
“Dört ayda bir kere salonda sigara yaktım, bir aydır konuşuyorsun da konuşuyorsun üstüne. İçmiyorum salonda, bak it gibi titredim ama dışarıda içtim. Hadi, git yat, hadi. Sinirim tepemde zaten.”
“Ben Rıfat Efendiyi getireyim yarın ama seni bir okuyup üflesin. Delirdin sabah sabah.”
“Getir, getir. Büyü yapmasa da bozmayı bilir. Getir, az okusun.”
“Allah’ın adını verdim bak, ne olur bir sus. Uyku tutmadı, beş dakika yanına geldim ama hepten kafa açtın. Ne pis bir insansın, anlamadım ki arkadaş.”
“Getir sen getir. Bu öldüyse ben de intihar ederim, başınıza kalırım” deyip önünü gösterdi. Cevap vermeden yatağıma döndüm.
Sabah evden çıkmadan olup bitenin rüya mı gerçek mi olduğunu merakla yan odaya girdim. Kız oradaydı, rüya değildi. Oturması bile rahatsız olan çekyat yatarken sağına soluna batmış olacak, Mali de yatağına dönmüştü.
Çıkıp otobüs durağına yürümeye başladım. Mahallenin sokak köpeği cinsi köpeği Kıtmir’i görünce selam veresim tuttu. Eve çıktığımız gün tanıştığım bu yakışıklı ve sessiz sakin arkadaş geceleri tanıdığı kimselerin koruması gibi davranır, biz evimize girene kadar sağı solu kolaçan edip güvenliğimizden emin olmak isterdi. Değil birini ısırmak, daha havladığını dahi duymamıştım.
Yanına seğirttim, “n’aber hacı” deyip kafasını tutup salladım. Vay sen misin başını sallayan, birden bir celallendi herif. Türkçe hav hav da hav hav, köpekçe “ben sana böyle davransam hoşuna gider mi şerefsiz” diyerek kızmasın mı? Korkup ta caddenin ucuna kadar koştum. Yarı yolda peşimi bıraksa da gözleriyle izlemeye devam etti, geriye doğru adım attığım anda tekrar havlamaya başladı. Bu arada da ben otobüsü kaçırdım, sonunda da derse, hem de iki buçuk senedir ilk defa geç kaldım. Dönemin son haftası, son derste yapılacak şey miydi bu?
Sıkıcı geçen dersten sonra iki saat ara vardı, sonrasında dönemin son dersine girecektim. İçeride canım sıkıldığı için dışarı çıktım. Kapıda bir protesto, taş çatlasın elli öğrenciye karşılıksa belki yüz polis vardı. Ne olup bittiğini anlamak için kenarda durup dinlemeye başladım. Daha bir dakika geçmemişti, ne olup bittiğini anlayamamıştım bile ki bir hareketlenme oldu. Önce karşıdaki, sonra benim de bulunduğum sol taraftaki polisler birden hareketlendi ve bir uyarı dahi yapılmadan birden coplar inip kalkmaya başladı.
Olayların ortasında kalmıştım. Hemen okula doğru döndüm ama benden hızlı davranan bir polis “nereye kaçıyorsun avradını sktiğim” deyip copu koluma indiriverdi. “Yandım anam” diye bağırıp uzaklaşmaya çalıştım ama nafileydi. Polis boşta kalan koluyla beni tuttu, bacağını arkama atıp itti ve beni yere çaldı. Arkadaşlarının eğlencesinden mahrum kalmak istemeyen iki polis daha aramıza katılıp kollarıma ve bacaklarıma vurmaya başladı. Ucundan dahil olduğum ilk eylemde polis dayağı yemenin onuruyla kendimi yere bıraktım, başımı kollarımın arasına alıp cenin pozisyonuna geçtim. Sonuncusu karnıma bir tekme olan birkaç darbeden sonra dövecek daha iyi birini buldukları için olacak, polisler beni bırakıp başka yöne geçti.
Zorlukla doğruldum ve kendimi tarttım. Ayakta durabiliyor, kollarımı oynatabiliyordum. Kırığım yoktu demek ki. Tekmeden dolayı nefes alışım biraz zorlaşmıştı ama sorun yok gibiydi. On beş sene önce adını duyduğum dayağı sonunda, o ilk günkü hevesimin zerresi bulunmaksızın yemiştim.
Okula girmeye çalıştım ama kapıdaki güvenlik izin vermedi. Tartışacak durumda değildim, hemen yana dönüp arka sokaklara gitmeye yeltendim ama başka bir polis peşimden gelip tuttu.
“Nereye kaçıyorsun lan?”
“Abi benim alakam yok. Dersten çıkıp…” diye derdimi anlatıyordum ama onun dinleyecek hali yoktu.
“Sktir lan. Alakası yokmuş. Okul mu terörist yuvası mı belli değil. Düş önüme, hadi!”
“Abi dersim var benim, son ders. Ona gireceğim.”
“Dersin varsa dersine girsene piç, burada ne arıyorsun? Ne okuyorsun lan sen?”
“Hukuk okuyorum abi, üçüncü sınıf.”
“Vay mına koyim, sen bir de çıkıp başımıza hâkim savcı mı kesileceksin lan?”
“Valla…”
“Lan sus! Yürü hadi, yürü.”
“Abi valla benim bir alakam yok. Şurada duruyordum, bak valla sor istersen.”
Bir an durdu, sağa sola baktı.
“Adın ne lan senin?”
“Savcı abi. Savcı Adil Hakkatapan.”
“Kendi kendine savcı mı oldun lan bir de göt?”
“Yok abi, peder beyim koymuş adımı. Anam merhum Adil demiş, peder beyim merhum da Savcı.”
“Allah rahmet eylesin. Terörist miydiler de öldüler ikisi birden?”
“Anacığım ben bebekken ölmüş, peder beyim de depremde gitti.”
“O ne saçma iş öyle lan. Sen de ondan teröristlik peşinde misin ondan?”
“Abi valla yok. Sor istersen, benim hiç alakam yok.”
“Ne belli lan yalan söylemediğin?”
“İstersen dekana sor abi. Ne diye yalan söyleyeyim?”
Dekan, beni tanıyan bir hocamdı. Bu lafı duyunca polis bir an daha durdu. Hevesi içinde kalmasın diye olsa gerek, son bir yumruk salladı kafama o kadar da sert olmayan tarafından, “hadi sktir git o zaman. Git, gözüm görmesin. Sktir git!” dedi. Anlayışı için teşekkür edip hemen beş metre ötedeki kapıya bir daha yöneldim. Güvenlik yine sokmamaya kalktıysa da çoktan arkasını dönüp dövecek başka birini aramak üzere uzaklaşmakta olan polisi gösterdim, salındığımı söyledim ve biraz da ısrar sonrasında içeri girebildim.
Tüm bunlar beş dakika içinde olup bitmişti. Sabahtan Aylin’le başlayıp Kıtmir’le devam eden günüm hayatımın son olmayacak bu ilk dayağıyla kreşendo yapmıştı – daha doğrusu ben öyle sanıyor, belki de umut ediyordum. Yaşadığım saçmalıklar ve yediğim dayağın acısıyla kantine gidip bir çay aldım, bir köşeye oturdum. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Aklım başıma gelip sakinleştikçe içimde koca bir öfke büyümeye başladı. Polis kim oluyordu da birini dövüyordu? Evet, bu bilmediğim bir şey değildi. Evet, daha önce haberlerden de olsa bunu görmüştüm. Ama kanlı canlı şahidi olmak, hele bir de dayak yiyenlerden biri olmak beni çok sarsmıştı.
Beynim yanmaya başlamıştı. Daha geçen gün okulu bırakmayı düşünmüştüm, şimdi daha beteri karşımdaydı. Tam da insan hakları dersi öncesinde muhteşem bir deneyim yaşamıştım. Hayır, bu konuda susamazdım. Bu sefer muhatabım, polise böyle davranmayı hak gösterenleri yetiştiren hocam olacaktı.
Oturdukça içim şişti, kantinden çıkıp kampüste bir o yana bir bu yana deliler gibi yürümeye başladım. Dışarı çıkmaktan korktuğumu fark ettiğimde öfkem daha da arttı. Kendi ülkemde kolluk beni koruması gerekirken bana düşman gibi davranmış, fiziki işkence yetmeyince sözlü işkence yapmıştı. Bu benim korumak değil daha iyisini inşa etmek için yıkmak isteyeceğim bir düzendi. Vakta ki orada bulunan herkes terörist olsa bile hakları ancak hakim eliyle verilirdi, polis de kimdi?
Sinirim öfkeye, öfkem sinire döne döne ders vaktine eriştim. Koca amfiye oturdum, hocanın son sözlerini dinledim. Sıra sorulara geldiğinde elim havadaydı. Bir olmadı, iki başka birine söz verdi ama üçüncüde sıra bendeydi.
“Hakkında hüküm bulunmayan kimselerin cezaları infaz edilebilir mi?”
“Biz size bunları iki sene önce öğretmedik mi?”
“Bu, bir dizi sorumun ilki hocam. İsterseniz tümünü bir arada, bir anda sorabilirim.”
“Sınavla alakalı mı?”
“Onun takdiri sizin hocam.”
“E tamam, sor bakayım. Dinliyorum.”
“Bize birçok şey öğrettiniz. Kanunca tanımı yoksa suç, suç yoksa da ceza yok dediniz mesela. Ancak kesinleşmiş karar sonucu cezanın infaz edilebildiğini, kararın da yetkili mahkeme tarafından ilgili mahkeme heyetinin yasaya ve vicdanlarına dayanarak alınabildiğini söylediniz. Burasının bir hukuk devleti olduğunu, mahkemelerden başka kimsenin ne ceza verme, ne de bu cezayı infaz etme yetkisine sahip olduğunu söylediniz.
“Bilmiyorum farkında mısınız; daha iki saat olmadı, bu okulun kapısında öğrenciler polis tarafından işkenceye maruz kaldı. Polisin kendi kendine verdiği hükümle suçlu oldukları sabit görüldü, ceza olarak da sözlü ve fiziksel şiddet uygulandı. Cop yediler, yumruk yediler, tekme yediler. Kim bilir kaçı, kapıda yapılan işkence yetmediği için alınıp polis merkezine götürüldü. İşbu minvalde iki sorum var hocam. Birincisi, burası bir hukuk devleti mi? Eğer bir hukuk devletiyse bu kimin, neyin hukuku? Yok, eğer hukuk devleti değilse biz burada ne yapıyoruz, nedir bu oyun?”
Ben konuşurken önce homurtular, sonra bağırışlar yükseldi. Kimi beni destekliyor, kimi karşı çıkıyor, kimileri de birbirleriyle atışıyordu. Hocam ses çıkarmadan bağırışların dinmesini bekledi. Ben de bu arada geleceğin hukukçularından çeşit çeşit hakaret, hatta tehdit işittim. 20 seneden fazladır bir tek kavgaya, hem de Kocaeli’de yetişmeme rağmen girmemiş ben, kavgaya hazırlanmaya başladım. Devletin vatansever çocukları, ben gibi teröristi savunan birine haddini bildirmeye hazırdı.
Seslerin kesilmeyeceğini anlayan hocam kürsüyü tokatlayıp amfiyi susturdu. Birkaçı hala benim üzerimde olanlardan ayrı tüm gözler hocanın üstündeydi ve hocam, aklımın bir köşesine kazınan o tiradını attı.
“Bak Savcı! Az önce Türkiye’nin küçük bir kesitini gördün. Bu sınıftaki herkes yarın adaleti tahsis edecek. Sokakta, burada gördüğün kimselerden bin beterini göreceksin. Her anlamda. Kimisi daha ateşli şekilde yanında duracak, kimiyse ölmeni dahi isteyecek. Kimisi hâkim olup hüküm verecek, kimisi savcı olup halkı korumaya yemin edecek, kimisi de avukat olup kişilerin hakkını savunacak.
“Kimisi bugün olduğu gibi kalacak, kimisi daha iyiye değişirken kimisi daha kötüye değişecek. Kimisiyle adalete güven duyulacak, kimisi yüzünden insanlar hukuktan soğuyacak. Kimisi üç kuruşa ruhunu satacak, kimisi ruhunu vermek pahasına adaletten şaşmayacak. Adalet geldiği gibi gitmeyecek, nereye gideceğiniyse ancak sizler belirleyeceksiniz.
“Polis kolluktur. Ne hüküm verme yetkisi vardır ne infaz yetkisi. Asayişi kanuni sınırlar içinde sağlar, delil toplar, ifade alır, görevi de orada biter. Polis kendini hâkim yerine, savcı yerine burada da oturduğu yerden hüküm verenler eliyle koyar. Bak, iki senede daha hukukun en temel prensiplerini dahi öğretememişiz ki sizlere; bu sınıfta, adaleti tecelli ettireceklerin bir arada olduğu bu yerde bile kimi lehte kimi aleyhte hükümler verildi, kalemler kırıldı da infaza geçildi.
“Gençler! Bayanlar ve baylar! İçim kan ağlayarak görüyorum ki biz size daha adaletin ne olduğunu bile öğretememişiz. Anayasa dersi alıp geçmiş, bu sınıfa gelmiş sizler bile adalet için siz olmaktan çıkmanız gerektiğini anlamamışsınız. Şimdi işkenceyi savunan kimileriniz iki hafta sonra kağıtlara işkencenin insan hakkı ihlali olduğunu, ne kadar kötü bir şey olduğunu yazacaksınız. Hukukçu da olsak biz burada hocayız ve kâğıtta yazana not vereceğiz. Yoksa…
“Şuranıza teraziyi yerleştirip onun bir kefesine ‘ya bu ben olsaydım’ deyip kapadığınız gözünüzü taşıyan gönlünüzü koymadıktan sonra o cop hep havada kalır, altındaki kimseler değişir sadece.”
Bana döndü. “Aldın mı cevabını Savcı” diye sordu. “Aldım hocam” dedim. “Başka sorusu olan” deyip sonraki sorulara geçti.
Cevabımı almıştım. Rıfat Efendinin Allah’la açıkladığı şeyleri o vicdanla açıklamıştı. Söyledikleri bir yana, söylemek isteyip söyleyemedikleri beni daha çok vurmuştu aslında. O an peder beyime bir Fatiha daha okudum, sonra hatırı kalmasın diye anacığım için de ikincisini ucuna ekledim. Savcı olacaktım, o anda karar verdim. Hem de adil bir savcı. O copun havadan inmesi için çalışacaktım.
Ders bitiminde hemen sınıftan çıktım ve okulun kapısında, tam da polisten dayak yediğim yerde bekledim. Hayatımın ilk dayağını yemiştim artık, bekaretimi kaybetmiştim. Kavgadan zerrece anlamasam da kaçacak değildim. Bir deli cesareti gelip üstüme konmuştu. Sadece adalet istediğim için hakkımda hüküm verilmişti o ki, ben de o kalemi kırmaya hazırdım. Bacağım hala acıyordu ama ruhumdaki acı daha baskındı. Çok lazımsa Ebu Zer gibi tek başıma ayakta duracaktım.
Birkaç dakika sonra sınıfta bana parmak sallayanlar ileriden göründü. Dördü bıyıklı ikisi sakallı altı kişilik grup bana doğru yaklaşırken Serdar’la yine bölümden Duygu’nun geldiğini gördüm. Onlar da beni görünce hemen hızlanıp yanıma geldiler, altılı grupsa gözleri benim üzerimde öylece geçip gittiler.
“İşine erken başladın Savcı” dedi Duygu, onlar uzaklaşırken.
“Geç bile kalmadık mı?”
“Bu ülke seksen yaşına yaklaşıyor, bense yirmi yaşındayım. Geç kalmak için fazla gencim.”
“Bilmiyorum, gerçekten. Hep bildiğim bir şeydi bu ama içinde olunca bir garip hissettim. Az yürümek için dışarı çıktım ve kalabalığı gördüm. Ne oluyor diye anlayayım derken ne uyarı ne bir şey, hemen atladı üstüme polis. Cop, tekme, küfür…”
“Sen siyasetle ilgilenir miydin” diye sordu Serdar. “Üç tane parti ismi say desem sayamazsın, vallahi şaşırdım”.
“Bu iş parti işi değil çünkü. Ne yani, polis birini dövünce iyi de başka birini dövünce mi kötü? Adaletin, insan olmanın, onurun, gururun, hakkın siyaseti mi olurmuş?”
“Olurmuş tabi Savcı. Hayvanları kesip yiyoruz, kimse de hayvan kestiğimiz için bize bir şey demiyor. İnsan kessek başımızda biterler de gün yüzü göremeyiz.”
“Ne alakası var kardeşim?”
“Çok alakası var. Bak Savcı, hukuku ancak egemen belirler. Biz insan olarak hayvanlar üstünde egemen olduğumuzdan onların katline izin veriyor, bunda da bir beis görmüyoruz. Hadi git sor o koyuna, ineğe, anlatsın canının nasıl değerli olduğunu. Ama bizim umurumuzda değil. Devlet de öyle, bizim üstümüzde egemen. Bize nasıl davranılacağını o belirliyor. Kimilerinin dayak yemesi de normal demek ki onun için.”
“Hayvan mıyım la ben? İsterse döver, yok ya?”
“Ben sana bunun doğru olduğunu söylemedim Savcı, buna katılıyorum demedim. Ben sana olanı söyledim. Ne güzel dedi ama hoca? O cop havada kalır, altındakiler değişir. İnsanlar budur, böyledir çünkü. O copu tutmak ister, kırıp atmak değil. Ulan seni tanımasam daha dün doğdun sanacağım.”
“Sen de iki hafta sonra işkence insanlık suçudur yazacaksın kâğıda. Değil mi?”
“Yazacağım, öyle olduğunu da bilerek yazacağım. Ama pek çoklarının bunu bilmediğini, bilse de hatırlamak istemediğini de bilerek yazacağım. İşkenceyi savunacak kadar düşmedim Savcı. Bunca zamandır tanırız birbirimizi, bilmez gibi bakma bana öyle. Ben de işkence olmasın diye çalışacağım ama yok olmayacağını da unutmayacağım. Aramızdaki fark bu.”
“Yok arkadaş, yine gönlüm hoş değil. Lüzumu oysa çıkıp bunu her yerde anlatacağız. Tutan elle değil copla bizim derdimiz diyeceğiz. Böyle olmaz.”
“Sonra da sürünüp duracaksın. Herkes gücü kadar. Savcı olursun yarın, önüne gelir dosya, toplarsın delilini, sunarsın hâkime. O yapan alır cezasını, girer içeri. Dahasını istiyorsan dahası olacaksın, senden de dahası olmaz.”
“O ne demek la?”
“Senin dediğini hukuk yapamaz. Çözemez yani. Polise ‘kırın kafasını’ diyen olduktan sonra sen her polisi cezalandır, yerine yenisi gelir ve bu düzen devam eder. Eh, sen de siyasete girip başa geçmez, sonra işkenceyi kökten yasaklamazsın. Yapmazsın, yapamazsın çünkü arkanda insanları bulamazsın. Bu düzen de böylece sürer gider.”
Haklıydı. Sinirim daha da bozulmuştu. Duygu olmasa bir de küfür sallardım ama işte, oradaydı.
“Benim karnım aç, bir şeyler mi yesek” diye sordu Duygu. Gözümün kenarından Serdar’ın kaşlarını kaldırdığını gördüm. Hevesim de yoktu zaten. “Ben polisten yedim ya, size afiyet olsun” dedim. Güldüler. İşin garibi ben de güldüm. Komedi boşuna dramdan doğmuyordu demek ki.
Sanki bir tiyatro sahnesindeymişçesine onlar giderken hemen yandan Anahit’in geldiğini gördüm. Dersi yoktu, ne işi vardı ki okulda?
“Evde canın sıkıldı da biraz da okulda sıkılayım mı dedin” diye sordum uzaktan. Ceylan gibi sekerek yanaştı.
“Teyzemi görmeye geldim, bir de seni bulmaya. Hani dünden sonra… Ama iyi misin sen, iyi görünmüyorsun?”
“İyiyim ya, bir şeyim yok. Garip bir gün geçiriyorum o kadar. Ne konuşmaya geldin teyzenle? Bir şey olmadı ya?”
“Yok, bir şey olmadı da senin neyin var?”
“Sabah beşte manyağın biri kapıyı dövüyordu, ona uyandım. Protesto varmış, ders arasında iki dakika kapıya çıktım dayak yedim. Derste buna isyan edince de hırgür çıktı. Saçma sapan işler işte.”
Ağzı beş karış açılmıştı. İyice yaklaşıp sağımı solumu kontrol ederken bir yandan da “Ne oldu, nasıl oldu, bir şeyin var mı” diye soruyordu. Yahu yoktu işte bir şeyim, olay çıkarmaya ne gerek vardı? Orada polise daha çok kızdım ve şunu fark ettim: Ne yaparsak yapalım, eğer muhatabımız sadece kendimiz değilsek mutlaka birden fazla kişiye etki ediyorduk.
“Rıfat Efendiyi soracaksın bana, değil mi? Dün akşam gittim yanına. Sevdin mi dedim, sevmesem neden kızım deyip kucaklayayım dedi. Iyi kız, güzel kız dedi” deyip durdum. Devam etmeli miydim bilmiyordum, etmeye karar verdim. “Hem sen gibi o da seni seviyor dedi” dedim.
Kızardı. “Ya” dedi, arkasını getirmedi. “Erkekler de sandalye gibidir de dedi. Artık odunuz da kadınlar yontuyor mu demek istedi bilmem”. Güldü, güzeldi. Zaten her zaman çok güzeldi.
“Başka sorunuz var mıydı genç bayan?”
“Barış Manço’yu tanıyor musun?”
“Rahmetliyi tanımayan var mı? Ülkece yas tuttuk geçen sene.”
“Ben yeni öğrendim. Ne güzel şarkılar yapmış öyle.”
“Hangi şarkısını dinledin?”
“Dönence diye bir şarkı. O neymiş öyle?”
“Neymiş?”
“Çok güzelmiş. Amerika’da bir filmde çalsa sadece bu şarkı yüzünden oskar alırmış.”
“Ne sandındı ya? Ne cevherler var burada. Ya bilinmiyorlar ya kaybolup gidiyorlar. O da bir tanesi işte. De sen Meral ablayla bunu konuşmaya gelmedin ya?”
“Yok yok. Yarın akşama yemeğe çağıracağım, onu söylemeye geldim.”
“Beni de mi çağırıyorsun? Ama gelemem, işlerim var.”
“Ne işin var?”
“Çağırıyor musun?”
“Sen amcamla tanıştın, sıra senin babanla tanışmakta mı diyorsun?”
“Takım elbise almak lazım o zaman. Çiçekle çikolata da yaptıralım mı?”
“Okul bitmeye yakın daha doğru olmaz mı?”
“Olmaz mı!” deyip hemen dibine girdim, yanağından öpüverdim. Bir an bocaladı, sonra o da beni öptü. Tutup sarıverdim bu sefer. Fazla sıkmış olacağım ki “yavaş, az yavaş” dedi, bıraktım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Lanet bir gün birden değişmiş, kara bulutlar yok olup güneş yüzünü göstermişti. Beni sevdiğini söylememişti ya, bundan daha güzel de söz olur muydu ki?
Ne yapacağımı bilemedim, o da farklı değildi. “Sen yarın teyzeni çağırıyorsun ya, ben de seni mi çağırsam?” diye sordum.
“Sen yemek yapmaktan anlar mısın ki?”
“Rıfat Efendi bile hasta benim yemeklerime. Gerçi yumurta ve et kızartmaktan başka sadece karbonlu pilav yapmayı biliyorum ama başka şeyler de denerim senin için.”
“Ben dün son etimi yedim, daha da yemem.”
“Bu kadar emin olma. Rıfat Efendi başkalarına yedirmezse doymaz, yediğinden başka şey yedirmez, etsiz de yemek yemez. Part-time vejetaryen yapalım seni.”
“Onu çağırmayız o zaman bu sefer?”
“Hadi bu sefer çağırmadın, sonra? Hiç mi aynı sofraya oturmayacağız?”
“Ama olmaz ki böyle. Ne yiyeceğimi o mu belirleyecek?”
“Adam 45 sene böyle yaşamış. Değişmek için biraz geç bir yaş. Artık sen mi ona uyarsın yoksa o mu sana uyar, o da sizin sorununuz. Her şeyi de devletten beklemeyin canım.”
“Ben derim o zaman. Et yemiyorum, en son senin yüzünden yedim derim. Kalbi kırmak olmaz, ben seninkini kırmayıp son bir defa yedim. Artık sen de benimkini kırma derim.”
“O da tamam der mi sanıyorsun?”
“Demez mi?”
“Demez. Çok geniş, çok rahat insandır ama iki konuda çok katı. Birisi de yemek. İlla ki yedirecek, illa ki de et yedirecek. Sen ne dersen de anlamaz, değişmez. Çocukları mamadan kesilince sevinip hemen et yediren adam bu.”
“Of ama. Babam da böyle. Sıkıldım ama.”
“Herkes üstüne üstüne geliyorsa onlar değil sen yanlışsındır belki de?”
“Eşref saatini bulup İsa babamıza dua edeyim o zaman. Belki düzelirsiniz.”
“Et yememek için imana gelen bir seni tanıdım, dahası da yoktur herhalde. Neyse, çağırayım mı akşama yemeğe?”
“Babam bensiz yemeyi sevmez. Zaten günde bir, en fazla iki kere yiyor. Aç kalmasın.”
Üzülmüştüm. Fark etmiş olacak, “hadi ama” dedi. “İlla bugün olacak değil ya? Babamla öğle yemeği yediğimiz bir gün ben az yerim, sonra seninle ikinci defa yerim. Olmaz mı? Hem sadece sen yapmazsın, beraber yaparız, sen de yemek yapmayı öğrenirsin biraz”?
“Karnıyarık bilir misin sen? Rahmetli peder beyim çok severdi, çok da güzel yapardı. Patlıcanlarını sen yersin, kıymalarını ben?”
“Ama yine mi et? Tamam, öyle olsun tamam. Ama Rıfat Efendi gibi etini de ye demek yok?”
“Anlaştık.”
O ara telefonu çaldı. Meral Abla arıyordu. “Hadi sen git” dedim, az önceden aldığım yüzle hemen bir daha öptüm ve yine ses etmedi. Allah’ım! Saadet tohum gibi bu en küçük şeyden çıkan kocaman bir ağaçtı sanki. Ben onu düşünürken onun aklında başka bir şey vardı. “Biliyorum istemediğini ama böyle sana ancak okulda ulaşmak da zor. Bir telefon alsak mı ki?” diye sordu. Mutluluğumun boşluğunda “tamam, alalım” demiş bulundum. Sevinçle “tamam, fiyatlarına bakıp uygun yollu bir tane alırız” dedi, “hadi ben gidiyorum, teyzem bekler” diye ekleyip arkasını döndü ve gitti.
O gün, tam da o an yirmi senedir kanımda dolaşsa da etkisini neredeyse hiç hissetmediğim hormonlarım birden hareketlendi. Arkasından bakarken gözlerim başından sırtına, oradan da aşağı indi. Belinde biten montunun altındaki pantolonu vücudunun hatlarını ne de güzel ortaya çıkarıyordu ve bu hatlar ne kadar da güzeldi. Köşeyi dönene dek onu izledim, nihayet gözden kaybolduktan sonra bir silkinip kendime geldim. Ne oluyorduk? Tövbe bismillah! “Ne yapıyorsun savcı” diye sordum kendi kendime. “Telefon mu alıyorsun? Hem de peder beyine rağmen? Hadi telefonu alıyorsun, nereye bakıyorsun la sen? Terbiyesiz herif! Öpmeye izin verdi diye sen kendini ne sanıyorsun”?
Kendimi bir şey sanmıyordum. İnsandım, vücudum insan olduğunu hatırlıyordu sadece. Bunca yıldır bunu unutmuş olmasıydı garip olan, hatırlaması değil.
Bir daha “kendine gel” dedim. Yapacak bir şeyim yoktu, otobüse yürüyüp eve döndüm. Otobüsten inince Kıtmir karşıladı. Sabah “seni buralarda bir daha görmeyeyim aslanım” diyen adam gitmiş, tanış olduğum adam geri gelmişti. O bana selam vermeden ben ona verdim; o da selamımı kuyruğunu sağa sola sallayarak değil yere pat pat pat vurarak aldı. “Ne oldu, sabah ağzıma ettin” dedim, ses etmedi. Ben de yorgundum zaten, biraz başını ve sırtını kaşıyıp eve gittim.
Eve girdiğimde yan odadan garip sesler geliyordu. Sanki biri boğuluyor gibiydi. Hemen koşup kapıyı açtığımda gördüğüm manzarayı sanırım tahmin edebilirsiniz. Mali hemen yorganın altına girdi ama Aylin işi yavaştan aldı. Aynı anda biri “la senin bu saatte evde işin ne” derken diğeri “ay sen mi geldin” diye sordu. “Allah muhabbetinizi arttırsın gençler, bu soğukta ısınmak lazım tabi” deyip kapıyı çekerken “üşüyorsan seni de ısıtırım” dedi Aylin. “Başkasıyla geç dalganı” dedim kapının aralığından. Bir an gördüğüm yüzü ciddi bakıyordu. Nasıl bir manyaktı bu?
Yan odada inşaat işleri sürerken evde oturacak değildim. Daha paltomu bile çıkarmamıştım, ben de evden çıkıp Rıfat Efendiye yollandım.
Dükkân kalabalıktı. Rıfat Efendi göz ucuyla oturmamı söyledi. İçeride beş kişi vardı ama yalnızca biri müşteriydi. Onun da misafiri vardı, orada da bana yer yoktu. Otur demesine rağmen ben de kaş göz yaparak sonra gelirim dedim, ses etmedi.
Ev yok, dükkân yok, hava soğuk, karnım da aç olduğu için Kemal Amcanın lokantasına gidip karnımı doyurdum. Yemek yerken temiz yüzlü biri kapıdan zorlukla girip “iş var mı, ne iş olsa yaparım” diye sordu. Kemal Amca bir Rıfat Efendi olmasa da fakir dostuydu, kapısına geleni boş döndürmeyi sevmezdi. Dükkân çalışıyordu, çalışana ihtiyacı yoktu ama karşısında iki büklüm şekilde el pençe divan duran bu adamın hayırı bir cevap olarak kabul etmediği belliydi. Adam ısrarla kendisinden de geçtiğini, iki çocuğunun aç olduğunu, üç aydır işsiz olduğunu, o zamandan beridir evinin kirasını ödeyemediğini, ev sahibinin kendisini evden atacağını, bir çare aradığını anlattı yana yakıla. Sözlerinde samimi olduğu belliydi ama Kemal Amca ne yapabilirdi?
Ne yapabilirdi? Adamı oturttu bir masaya, “yemek getirin evladım” diye seslendi. Adam “Allah razı olsun ama yemek verecekseniz ne olur paketleyin de çocuklarıma götüreyim” diye yalvardı. Kemal Amca adamın sırtını sıvazlayıp evinin nerede olduğunu sordu. Yakında olmadığını öğrenince çocuklarına ve eşine de yemek hazırlatacağını söyledi. Yok, yemeden bırakmazdı. Hayır, ısrarın anlamı yoktu. Yemeden kapıdan çıkamazdı.
İki dakika sonra önüne gelen büyükçe tarafından iskendere bakan adam “aman abi, bu çok. Bir tas çorba yeter” dediyse de Kemal Amca “tamam, çorbayla iştahını açarız, iskenderi sonra yersin” deyip bir de çorba söyledi. “Ekmeğe dokunma, yemeği ye” dedi, kasadaki Vedat abiye bir şeyler fısıldadı ve dükkânın arka tarafına, mutfağa geçti.
Soğuktan ve gidecek yerimin olmamasından ziyade bu yarı soğuk lokantada olup bitene duyduğum merak nedeniyle masadan kalkmadım. Adam çorbayı bir dikişte içtiyse de iskendere eli gitmedi. Ye dediler, yemedi. Çatala bile dokunmadı. Gözleri masaya bakıyor, ara ara dükkânı tarayıp tekrar eğiliyordu. İçimden Rıfat Efendiye sormak geldiyse de durup beklemeye devam ettim. Nihayet yirmi dakika kadar sonra Kemal Amca döndü. Yüzü asıktı. Adamın masasına oturup kısık sesle konuşmaya başladı. Allah’tan masa hemen yanımdaydı da duyabildim.
“Adın neydi?”
“Satılmış.”
“Bak Satılmış, birkaç tanıdığı aradım ama eleman arayan yok. Dur, asma yüzünü. Sen şimdi bana kira borcunu söyle. O kadarını bulup buluştururuz. Burada o kadar esnafız. İşini gücünü yoluna koyana dek de karnınızı burada doyurursunuz. Günün üç öğününü buradan alırsın. Gelebilir misin her gün? Tamam. Dur, dur. Teşekkür edecek bir şey yok. Her şey insanlar için. Varlık da bize, yokluk da bize. Vedat, hazır mı? Tamam. Al bunu şimdi, cebinizde biraz harçlık olsun. Faturaları da yatıramamışsındır sen, onları da hesap et ve yaz şu kâğıda. Bugüne yetişmesi zor ama yarın gel, yemeklerle beraber al parayı. Tamam? Dur, yavaş! Allah senden razı olsun, hadi. Mehmet, oğlum hazır mı abinizin yolluğu? Hah, tamam. Yazdın mı? Güzel. Hadi al götür şimdi bunu, çocuklar aç durmasın evde. Hadi. Dur kardeşim, yavaş. Hadi, Allah senden razı olsun. Hadi. Yarın saat onda açıyoruz dükkânı. Sen on bir gibi gel, artık elimizde ne varsa. Bak valla kızıyorum. Hadi, hadi var git selametle. Hadi.”
Böylece yolcu etti adamı, eline üç poşet yemek ve cebine kasadaki o günlük tüm hasılatı verip. Nasıl da hemen güvenip inanmıştı bu daha önceden tanımadığı kimseye?
Adam çıktıktan sonra biraz bekleyip yanına gittim.
“Ya adam yalan söylüyorduysa Kemal Amca?”
Masadan kaldırılmamasını istediği iskenderi gösterdi.
“Yalan olsa bu hala burada durur muydu?”
“Belki iyi yalancıydı?”
“Eğer öyleyse kendisi bilir. Ben yapmam gerekeni yaptım. O beni kandırmışsa da döner dolaşır, bulur onu.”
“Dünya sizin gibiler yüzü suyu hürmetine dönüyor hala. Allah razı olsun valla.”
“Allah’ın bu işle ilgisi yok. Çok bir şey yapmak istiyorsa insanları aç koymayarak başlayabilir.”
“Yani ben…”
“Ne demek istediğini biliyorum ama her işi Allah’a bıraka bıraka bugünlere geldik. Her gün kaç kişi geliyor ‘abi açım, iki lokma yiyeyim’ diyerek. Birini doyur, ikisini doyur, üçünü doyur… Kimde var o zenginlik? Tamam, insanlık görevidir diye kimseyi boş çevirmemeye uğraşıyorum ama nereye kadar?”
“O kadar aç var mı ki?”
“Hem de nasıl. Dur, daha kötüsü de gelecek bunun. O ülkücüler daha neler yapacak, bak gör sen. Aha buraya yazıyorum.”
“Başbakan Ecevit değil mi ki ya?”
“Adama ne yaptırıyorlar ki? Bak, deprem oldu. Senin de baban, Allah rahmet eylesin. Herif çıktı, Yunan’ın, Yahudi’nin kanı Türk’ün damarında gezmez dedi de gelen yardımı çevirdi. Bunlar ne yapmasına izin veriyor sanıyorsun?”
Hatırıma geldi, içimden okkalıca sövdüm. Biz orada bir kişiye canlı ulaşmak için uğraşırken böyle işlerle uğraşan bir Sağlık Bakanı vardı, ne mutluydu bize! Kemal Amca ise durmadı, devam etti.
“Bunlar yine bir şey yapacak. Bilmiyorum ne olduğunu ama bak gör. Ülke tutuşmak için yer arıyor, bunlar da o fitili ateşleyecek. Ne yapacaklar bilmiyorum ama bu olacak. O zamana hatırına gelsin, Kemal Abi söyledi dersin.”
Allah kararını vermiş gibiydi. O güne kadar siyasetle işi olmayan, daha doğrusu elinden geldiği kadar uzak duran beni illa politize edecekti diye düşünürken üçü hatırladım. Hayır, henüz erkendi. Allah ancak üçüncü denemede başarılı olacaktı. Hoş, Âdem babamızı yarattığında nasıl ilk seferde tutturmuştu, polis eliyle beni de çoktan etmişti ya, bir hak daha vermeye karar verdim.
“Adamın borcunu ödeyecek misin gerçekten?”
“Ben ya söz vermem ya da ondan dönmemek için ne dediysem yaparım. Ödeyeceğiz tabi. İyi dedin bak. Vedat, bak bir oğlum” diye seslendi ama durdurdum. “İşim yok şimdi, ben gezeyim istersen” dedim. Beni tanıyan vardı tanımayan vardı, olur muydu ki? Hemen bir kâğıt alıp iki satır karaladı, altına gördüğüm en afili imzayı atıp elime tutuşturduktan sonra kimlere gideceğimi bir bir söyledi. Yedi dükkân gezecektim ama içinde Rıfat Efendi yoktu. “Peki Rıfat Efendi” diye sordum, “ona zaten kendin gidersin. Söylemeye ne hacet” diye sordu. Haklıydı, ses etmedim.
“Sen neden Rıfat Efendi diyorsun? Hani amca, abi, neden başka bir şey değil de efendi? Tarikat şeyhi filan mı?”
“Yok, ne alakası var? Peder beyim merhum, ilk tanıştırdığı zaman bu Rıfat amcandır demedi, Rıfat Efendi dedi. Ben de onu öyle tanıdım, o gün bugündür Rıfat Efendi derim.”
“Allah rahmet eylesin. Böyle durmadan efendi deyince bir garip kaçıyor. Kaçtır soracağım, şimdiye denk geldi.”
“Âmin, cümlemizin ölmüşlerine. Peder beyim çok sever, çok da sayardı. Ben de sordum bir sefer, neden Rıfat Efendi dedim, ‘bir gün böyle takıldım, hoşumuza gitti, o günden sonra da adı Rıfat Efendi kaldı’ dedi. Buymuş yani, öyle tarikatlık şeyhlik filan bir şey değil.”
“Anladım. E iyi o zaman.”
Ayağa kalkıp yemeğin parasını çıkardım, mesaimin karşılığı olsun diyerek almamak istediyse de “geniş günümde böyle yapmayayım ki dar günümde soracak yüzüm olsun” dedim. Yine yok diyecek olduysa da üsteledim, iskontolu tarafından da olsa kabul etti ve ödeyip çıktım.
Dükkânları gezmem yarım saatimi aldı, ne olur ne olmaz diye her kişiden aldığım miktarı bir kâğıda yazdım. En son Rıfat Efendiye gittiğimde cebimde fena sayılmaz bir miktar vardı ama yeter miydi bilemedim.
“Rıfat Efendi, hesabı tahsil etmeye geldim.”
“Bak hele, Azrail mi oldun başıma?”
“Kendisi istifa etmiş. Başvuru yaptım, deneme babında sana gönderdiler. Zorluk çıkaracak mısın?”
“Emr-i ilahi karşısında boynum kıldan ince. Hemen şimdi, burada mı alacaksın?”
“Tutumunu sevdim, bu yüzden sana bir şans vereceğim. Hemen şimdi kasadaki bütün parayı ver yoksa olacaklardan ben sorumlu değilim.”
“Gel, kendin al o zaman” deyip çekmeceyi açtı. Baktım, kasada sadece bir milyon vardı.
“Sen beni kandırmaya utanmıyor musun?”
“Kasadaki bütün parayı ver dedin, ben de gel al dedim. Neyini kandırmışım?”
“E kasa boş?”
“Çocuklar yılbaşı kutlayacak diye bu ay burslarını erkenden verdim, bende kalan da işte bu. Hayırdır, sen para istemezdin? İsteme diye demiyorum, tabi ki lazım olursa ilk bana geleceksin ama şimdi yanlış günü seçtin. Hayır olsun?”
“Sen yılbaşı kutlamazsın ki, nereden çıktı bu?”
“Ben kutlamam diye kimse mi kutlamasın? Alırım çekirdeğimi, izlerim televizyonumu, ederim duamı, yatıp kalkıp yeni yıla başlarım. İlla herkes böyle yapacak değil a?”
“Yok, değil tabi de… Çok başka birisin, biliyorsun değil mi?”
“İnsanların olmasını istediğim şeyi olmaya çalışıyorum o kadar. Söyle hele, arayayım mı sağı solu?”
“Yok, yok. Kemal Amcadan geliyorum. Biri geldi, iş istedi. Kira borcu varmış, çocukları varmış. Kemal Amca iş aradı bulamadı, bari kira borcunu ödeyelim de az nefes alsın diye düşündü. Esnafı gezdim, biraz bir şey topladım. En son da sana geldim sormaya.”
“Dur o zaman” deyip telefona sarıldı, elinden alıp kapattım. “Gerek yok, iyi kötü topladım. Elimdeki yeter şimdi, dahası lazım olursa o zaman sorar sana yine” dedim. Biraz düşündü, sonra mantıklı gelmiş olacak ki “tamam” dedi.
“Tahsilatı yapamadım ama, o nasıl olacak?”
“Kemal ‘sen gel, yemeğini artık burada yersin’ dedi, değil mi?”
“Eşinin, çocuğunun yemeğini de vereceğim diye de ekledi.”
“İyi adam bu Kemal, iyi adam. Böyleleri kalmadı artık; eli açık, mert adam. Sen ona de ki yemeklerin hesabını tutsun, yarısı da benden olsun ki hepsi onun sırtına yük olmasın.”
“Sen de iyi insansın Rıfat Efendi, kendine haksızlık etme.”
“Sen de mübalağa etme.”
“Sen de neyin varsa paylaşıyorsun ama.”
“Benim nasibim, Allah’a şükür genişti, hep çoktu. Ben ilim isteyince hoşnut olmuş olacak, kesemi de hiç boş koymadı, ben de fazla fazla geleni emrini dinleyip asıl sahibine ilettim. İsa efendimiz demiş ya bu kadın sizden üstündür çünkü siz varınızdan verdiniz ama o yokunu paylaştı benimle diye, benim bir fazlam yok. Ancak gereğini, en fazla gerektiği kadar yaptım. Oysa öyle değil. O varını da veriyor yokunu da. Ben böyle gördüm, böyle bildim. Allah da ondan razı olsun.”
“Allah’la arası pek yok gibi ama.”
“Bak yine… Sana mı düşmüş bunu yargılamak?”
“Yok, ondan değil…”
“Kıyameti dünyaya taşıma. O kantarın ayarını bir o, bir de bir avuç kimse ancak kendilerine bildirildiği kadar bilir. Hesapta yanlış yaparsan o yükün altında kalırsın. Hem hadi, çok konuştuk. Var git, böylece söyle Kemal’e. Yok derse üsteleme, biz hallederiz aramızda.”
“Tamam, ben kaçtım o zaman.”
“Kaçma, selametle git.”
“Sen de selametle kal Rıfat Efendi” deyip çıktım. Kemal Amcaya gidip bir zarfa doldurduğum parayı verdim, Rıfat Efendinin dediğini de söyledim. En son da kâğıdı çıkardım ama bakmadan bir çakmak isteyip yaktı. Nedenini sordum, “insanlığın hesabı olmaz” dedi. İçeriden bana bir çay söyledi ama eve döneyim deyip almadım. Yorgundum, biraz uzanmak istiyordum. Mali’yle Aylin’in işi artık bitmişti herhalde, neredeyse bir saattir dışarıdaydım.
Eve dönünce doğru olduğumu gördüm. İşleri bitmişti. Mali balkonda sigara içiyordu, Aylin de salonda oturmuş televizyondaki beşinci sınıf bir diziyi izliyordu. Kikirdeyip “sana da ayıp oldu ama ödeşiriz sonra” dedi. “Size afiyet olsun” deyip odama çekildim, üstümü değiştirip yatağa girdim. Bacağımda hala ağrı vardı, polislere içimden küfür ederken Mali girdi içeri.
“Tam da vaktinde geldin ha. Salaklık bende, kapıyı kilitleyip anahtarı üstünde bırakmadım ama sen de bok var atladın hemen.”
“La ne bileyim, garip gurup sesler geliyordu. Sabah deli gibi geldi kız, bir şey oluyor sandım.”
“Oldu, bir şey değil çok şey oldu. Olum kız çok iyi lan. Bak…” diye devam ederken “la sus, ne yaptıysanız afiyet olsun. Bana neyini anlatıyorsun” diye çıkıştım. “Senin için dedim la. Kız birkaç gün bizde. Artık hani” deyip güldü. “Sabah öyle demiyordun” dedim, “sen nasıl malsın” dedi. “La siktir” deyip odadan kovdum.
Güneş batıyordu. Ortalık hepten kararana kadar biraz kitap okudum, sonra uykuya daldım. Ruhum mu yoksa bedenim mi daha yorgundu bilmiyordum. Dinlenmem lazımdı.
Bir saat kadar sonra Serdar’ın gelişine uyandım. İyiydi, hoştu ama gürültücüydü. Uyuyan mı var demezdi.
“Günaydın beyzadem, akşam akşam ne uykusu bu?”
“Yoruldum, biraz bir dinleneyim dedim.”
“Kız içeride hala.”
“Daha burada da kalacakmış.”
“He, biliyorum. Mali anlattı da, şenlik var la şenlik.”
“Ne şenliği la? Hepiniz mi kafayı yediniz?”
“Asıl sen kafayı yemişsin. İçeride az oturdum. Geldi yanıma sokuldu, böyle memeler filan.”
“Sizi bana sayıyla mı verdiler la?”
“Senin için dedim olum. Tamam aşıksın filan ama gelen fırsat da tepilmez.”
“Ya bir sktir git Serdar.”
“Malsın olum sen. Ben içeri gidiyorum, ne bok yersen ye.”
Ne bok yiyeceğimi bilemeden yatakta biraz uzandım. Uykum kaçmıştı, akşam vakti uyumayı da sevmiyordum zaten. Salona geçtim. İçeride bayağı derin bir muhabbet vardı, gelişimi umursamadan devam ettiler.
“Ben de Anıl’ı Merve’yle öyle görünce ne yapacağımı bilemedim, sinirle çıktım. Ya biri erkek arkadaşım biri arkadaşım, ne yapsaydım? Ben de kalktım buraya geldim işte. En yakın burasıydı zaten.”
“Sen bizim evi nereden biliyorsun” diye sordum. “Daha önce gelmiştim ki” dedi Aylin. “Hakan’a bak sen” diye düşündüm ve birden tüm günün sinirini kızdan çıkarmaya karar verdim.
“Anıl seni öyle görseydi?”
“Ya o başka bu başka.”
“Yeri mi bu muhabbetin canım kardeşim” diye araya girdi Mali. Ama yok, başlamıştım bir kere ve duracak değildim.
“Nesi başka? Yok anlamadım, tam olarak nesi başka?”
“Ben oradayım ya. Ben yokken ne yapıyorsa yapsın da yanında ben varken başkası ne alaka yani?”
“Savcı, sen az sussan mı” diye bu sefer Serdar girdi araya. Tam o an fark ettim ki Aylin’le yan yana oturuyorlardı ve üstlerinde bir battaniye vardı. Battaniyenin altında ne olup bittiğini merak ettim.
“Üşüyor musunuz?”
“Tabi, ev soğuk değil mi” diye sordu Aylin. Tamam, ev sıcak değildi ama…
“Lan yoksa” diye bağırdım. “Yok artık mına koyim” dedi Serdar. Var mıydı yok muydu bilmiyordum, öğrenmeyi de istemiyordum. Duracak da değildim ama.
“Sen de Anıl’dan intikamını almaya geldin?”
“Yok. O kim ki intikam alayım? Allah’ından bulsun.”
“Sen de Mali’den bulasın.”
“Bulayım valla” deyip güldü. Mali ona, Serdar da Mali’ye eşlik etti. Ortamın namus bekçisi gibi hissettim. Heriflerin içinden bir yaratık çıkmıştı sanki. Daha da terslerine gitmek yerine oyun edesim geldi.
“Anıl da hak etmiş ama.”
“Değil mi? Ya ben oradayım, ben. İçerideyim. Hadi azdın, ben varken başkasına nasıl bakarsın? Ben olmasam derim ki tamam, o da erkek. Ama ben varım ya.”
“O yokken sen de başkasına bakarsın tabi. Hakkın.”
“Değil mi işte? Ben de onu dedim. Ne dese beğenirsin? Benden daha güzelmiş zaten. Benden ya, benden. Sen bana kurban ol dedim. Daha da böyle güzelini zor bulursun dedim. Bak, şu bacaklara bak” deyip battaniyeyi üstünden atıp ayağa kalktı, altındaki Mali’nin kendine beş beden büyük gelen eşofmanını indirdi. Üstünde kazak altında külotla bir sağa bir sola döndü, çeşit çeşit poz verdi. “Tamam, güzelsin tamam” dedim. Benden başka herkes mutluydu. “Allah’ım beni neyle sınıyorsun” diye düşündüm. Hormonlarımın halaya kalktığı günde bu ne işti?
“Ama bak, bakmıyorsun. Bak bak, Yunan sütunu gibi değil mi? Ya sen bundan iyisini nerede bulacaksın? Salak işte. Tüm erkekler salak. Hakan hariç. Mali de hariç. Serdar da hariç.”
“Ben hariç değilim?”
“Ay hadi, salaksın demeyelim de zevksizsin diyelim.”
“Büyük lütuf bahşettiniz, Allah razı olsun.”
“Senden de canım.”
Hala yarı çıplak ayaktaydı. Ortamdaki altı gözün dördü üstündeydi ama yetmiyordu. Tek eksiğimiz vardı, kapının sesiyle onun da tamamlandığını anladım: Hakan gelmişti.
Aylin hemen içeri, odaya girdi. Serdar’la Mali, güneşten gözlerini alamayan günebakanlar gibi kızın ceylan misali sekişini izledi. Ne olmuştu şimdi?
“Olum tamam, azdınız da kafayı da bu kadar mı yediniz” diye kısık sesle sordum.
“Ne olmuş lan” dedi Mali.
“Ne ne olmuş? Utanmasanız salonun ortasına yatıracaksınız kızı hayvanlar.”
“Yok la, o kadar da değil.”
“E iyi madem.”
“Yerler soğuktur, çekyat dururken yere ne hacet?”
“La Allah belanı vermesin” dedim ki Hakan içeri girdi. Konseyi toplanmış bulunca selam bile vermeden öyle dikildi, tek gözünü kırparak yüzümüze baktı. Alemin malı da ben olduğum için elimle gel işareti yaptım, yanıma oturunca da kısık sesle konuştum.
“Bu kız hala burada, biliyor musun?”
“He, biliyorum?”
“Daha da duracakmış, öyle demiş. Biliyor musun?”
“He, biliyorum?”
“Lan bu bir tek bana mı garip geliyor?” diye bağırdım. Serdar “Ya bir sktir git” derken Mali “cins misin la” diye sordu.
“Kaç yaşında la bu kız?” dedim.
“Birinci sınıfta işte. 18-19 filan.”
“18 değilse götünüzden kan alırlar, biliyorsunuz değil mi?”
“18 de olmuştur la. Üniversite okuyor. Hem niye kan alıyorlarmış, sanki tecavüz ettik.”
“Az sal kendini la. Millet arar bulamaz, sen buldun aranıyorsun” dedi Mali. Sabah en çok küfür eden adam şimdi kızın en ateşli savunucusu olmuştu. “Sanki” diye de Serdar ona destek oldu. Hakan’a döndüm, “sen ne diyorsun” diye sordum.
“Malsın diyorum. Lan kız ev arkadaşıyla kavga etmiş, gelmiş buraya sığınmış. Kovacak mıyız?”
“Ne kadar da engin gönüllüsün be Hakan.”
“Öyleyimdir huyum kurusun.”
“La ben size hiçbir şey demiyorum. Abazan pezevenkler sizi. Benden uzak tutun da ne bok yiyorsanız yiyin. Sonra ama, aman aids oldum, aman bel soğukluğu kaptım diye ağlamayın.”
“Neden kapalım lan? Allah Allah. Prezervatif denen bir şey var.”
“Mali’ye sor hele, var mıymış öyle bir şey. Var mı la Mali?”
“Bir seferden bir şey olmaz” dedi Mali. “İçine boşalmadın dimi lan? Bak hamile kalırsa kız da başına kalır” dedi Hakan.
“Yok mına koyim, tabi içine boşalmadım.”
“Ne yaptın lan o zaman?” diye ben sordum. “Peçete buldum mına koyim, konuşturacaksın illa.”
“Sağın solun anasını skmeyin de” dedim, lafım bitmeden kapı çaldı. Birbirimizin yüzüne baktık. Kimse kimseyi beklemiyordu. “Anıl geldi, hepinizi skecek” deyip kalktım. Heriflerin beti benzi atmıştı bir anda. Sonunda iyi bir şey demiştim, gülüp kapıya gittim. Gelen Anahit’ti. Hemen gözümü ovuşturup bir daha baktım, vallahi oydu.
“Sen bizim evi nereden öğrendin” diye sordum kapıyı açar açmaz. Yüzündeki gülümseme kayboldu. “Ben sürpriz olsun diye gelmiştim, bir de… Yanlış zamanda mı geldim?” diye sordu. “Yok yok, gel içeri. Ya da sen az bekle, ben giyineyim çıkalım. Yok ya, kapıda beklemek olmaz. Gel sen içeri, ben hemen giyineyim öyle çıkalım” deyip içeri aldım.
Anahit’i sadece Serdar tanıyordu, diğer ikisiyse sadece adını duymuştu. Hakan içeri odasına, Aylin’in yanına geçmişti bile ama Mali hala salondaydı. Yanımda bir kızla içeri girdiğimi görünce ben daha ağzımı açmadan “o, anlayalım Savcı Bey” dedi. Anahit’in yanında küfür etmemek için kendimi zor tutup “tanıştırayım, bu Anahit. Serdar’ı tanıyorsun zaten, bu da Mali” deyip tanıştırdım ama geç kalmıştım bile. Anahit’in yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Geç sen otur, ben hemen hazırlanırım” dedim, o arada Mali’nin yanına yanaşıp “Senin ağzını skeceğim olum” diye fısıldadım.
Odaya koşup giyinmem bir dakika sürdü sürmedi ama o arada, gelenin kim olduğunu merak etmiş olsalar gerek, Hakan’la Aylin de tekrar içeri geçmişti bile.
Salondaki manzara muhteşemdi. Hala altına bir şey giyinmemiş, üstündeki kazakla muhteşem bir tezatla oturan Aylin, yanında Hakan’la tekli koltuğa yarımşar göt sıkışmıştı. Çekyatın bir ucunda Mali diğerinde Serdar oturuyordu, diğer tekli koltukta da Anahit vardı. “Ben de Hakan” diyordu kapıyı açıp içeri girdiğimde. Hemen çıkmak olmazdı, yanlış anlayabilirdi, durmaksa daha az kötü değildi. Hemen bir karar vermek zorundaydım, seçimimi ilkinden yana kullandım. “Gel çıkalım, anlatırım ben” dedim ama “Sizin işiniz varsa ben rahatsız etmeyeyim” dedi. Yanlış anlamıştı bile. “Gel, anlatacağım ben” dedim ve kapıya yöneldim, arkamdan da o geldi. Aylin’in “Bak bu kız çok güzel mesela” dediğini duydum. Duyulur duyulmaz bir lan dedim, hemen ayakkabıları giyinip kapıya kendimi attım.
Anahit ne olduğunu anlamamıştı henüz. “Öyle kaçar gibi çıkmamıza gerek yoktu, zaten beş dakika durup gidecektim” dedi.
“Sen evi nereden buldun?”
“Rıfat Efendiye gittim, o söyledi. Sen söylemedin malum.”
“Değil mi? Benimki de soru. Ya saçma sapan bir anda geldin, nasıl anlatayım bilmiyorum. Dümdüz anlatayım mı?”
“Anlatacak ne var ki? Hem önce söyle, iyi misin? Ağrın sızın var mı?”
“İyiyim, iyiyim de mevzu o değil. Evin salonunda yarı çıplak bir kız var. Bence anlatacak bir şeyler olmalı.”
“Ben sana güvenmesem seninle konuşur muyum? Hakan’ın kız arkadaşı işte. Tamam, biraz garip bir görüntü ama herkes farklı farklı.”
“Yok, öyle değil” dedim apartmandan çıkarken. Caddeden aşağı, dükkâna doğru yürürken de olan biteni dümdüz anlattım. Sabahki olayı, Mali’yle Aylin’i basmamı, sonra tartışmamızı… İnanmayacağından korkuyordum, oysa beni kahkahalarla dinledi. “Öyle işte. Şimdi bir de bizde kalacakmış bir zaman” diye bitirdim. Gülmeye devam ediyordu.
“Rahatsız olmadın mı?”
“Neden rahatsız olayım ki? Çocuklar mutluysa, kimsenin kimseye zararı yoksa benlik ne var ki?”
“Ben de orada yaşıyorum. Hani, anla işte.”
“Ben sana güvenmesem şimdi burada olur muydum?” diye sordu olanca ciddiyetiyle. Haklıydı aslında. “Ben seni hak edecek ne yaptım” diye sorup elini tuttum. Rıfat Efendinin dükkânından önceki sokağın köşesine gelmiştik, oradan geri döndüm.
“Ben de sormadan etmeden geldim, benim de hatam” dedi. “Tek değilsin nihayetinde. Sadece senin değil, onların da müsait olup olmadığını bilmem gerekti. Heyecanlanınca işte…”
“Sahi, sürpriz dedin. Ne sürprizi?”
Elini elimden çekti, çantasını açtı ve bir kutu çıkardı. “Yılbaşı geldi, bir hediye bakıyordum zaten. Sonra bugün sen de tamam deyince bekleyemedim, sana bıraksam yine vazgeçersin diye düşündüm” deyip kutuyu elime tutuşturdu.
“Ama neden zahmet ettin, ne ki bu” deyip paketi açtım. Cep telefonu almıştı. “Ama bu çok pahalı” dedimse de dinlemedi. Mahcup olmuştum. Hattı da almıştı bile. Hemen telefona takıp onu aradım. Numarası ezberimdeydi. “Alfası sensin, omegası sen” dedim. Gülümsedi.
“Beğendin mi?”
“Beğenmek ne kelime? Çok pahalı ama bu. Ne gereği vardı, alırdım ben.”
“Hadi hadi. Almazdın, sen de biliyorsun. Tamam dedin bugün, kararından vazgeçmeden ben almak istedim. Pahalı da değil hem. Artık sana gelmeden önce evin müsait olup olmadığını da sorabilirim böylece.”
Güldü. Hem de kahkaha atarak güldü.
“Sorma, bir de bu çıktı tam da finaller öncesi. Allah’ın manyakları.”
“Genciz, normal olan bu değil mi?”
Yürürken birden durdum. Allah mı yoksa Şeytan mı bilmiyordum ama o günün, İsa aleyhisselamın çöldeki kırk gününün küçük bir varyetesi olduğuna o an emin olmuştum. Bu kadar şeyin tek bir günde üst üste gelmesinin mümkünatı yoktu. Sınavdan başarılı çıkıp çıkmadığımı bilmiyordum, bu sonuncusu ise en büyüğü gibi gelmişti.
Belki bir, belki iki saniye tüm bunlar aklımdan geldi geçti. “Yani” dedim kısa bir es verip düşünebilmek için. “Normal tabi de hani, üçü birden tek bir kıza, tek bir kızla. Ne bileyim” dedim. Nasıl konuşacağımı bilmiyordum. O ise benden daha rahattı bu konuda ve bunu tam da o an öğrendim.
“Erkekler, kadınlar gibi ve kadar seçici değil. Hele ki gençken. Bir kızla beraber olmak için söylemeyeceği, yapmayacağı şey pek az olur. Hele ki böylesini bulmuşken kaçırmazlar. Hadi ama, erkek olan sensin. Benden iyi bilirsin bunu.”
Nedense bu sözlerinden cesaret aldım. O güne dek hiç konuşmadığım bir konuydu, üstüne bile düşünmüş değildim ama kendi kendine döküldü sözler ağzımdan.
“Benim hormonlarımda bir sorun olsa gerek, bunca sene hiç umurumda olmadı bunlar. Senden önce hiç âşık olmadım ben. Ne birini sevdim ne birini istedim. Senin bile önce yüzüne, sonra haline tavrına âşık oldum. Sonra işte…”
“Sonra?”
“İlla konuşturacak mısın?”
“Utanacak bir şey yok ki? Hepimiz insanız, bu da doğamızın bir parçası. Değil mi?”
“Öyle ama işte, nasıl denir bilmiyorum ki. Yalan söylemek yok ve gizlemek de yalan, değil mi? Tamam öyleyse. Bugün, bu öğlen ilk defa. Seni hani, öyle bakarken arkandan. Anla işte. Nasıl diyeceğimi bilmiyorum. Aramızdaki kültür farkını biliyordum ama ilk defa böyle büyük olduğunu gördüm şimdi. Bir garip geldi, ne yalan söyleyeyim?”
“Sen de tutucu birisi değilsin ki?”
“Ben de öyle olduğumu sanırdım. Ne babamdan ne Rıfat Efendiden böyle bir şey gördüm zaten. Ama sadece aile değil demek ki bu, toplum da bizi şekillendiriyor. Baksana, konuşamıyorum bile.”
“Burada ikimiz varız, başka kimse yok. Benimle konuşamayacağın bir şey neden olsun? Hem senin beni istemen gerekmez mi zaten?”
Tamam, haklıydı haklı olmasına ama bu, hele ki bugün konuşulacak şey miydi? Daha yeni polisle ve içimdeki erkeklikle tanışmıştım, uyuyup bu lanetli günü bitirmek istiyordum. Kim ve ne olduğunu bilmediğim şeyinse benimle ilgili planları henüz bitmiş değildi. Ben de akışa uydum, kafam bu kadar çalışmayı artık kaldırmıyordu.
“Gerekir herhalde. Gerekir ya, tabi. Ben işte, dedim ya, hiç yaşamadım bunu bugüne dek. Bugün ama… Çok güzelsin ama sen!”
“Ne oldu, kızı öyle görünce mi değiştin” deyip güldü. Ne alakası vardı ki ama?
Durağa gelmiştik. Otobüs çabuk mu gelsin yoksa geç mi gelsin istiyordum bilmiyordum.
“Yok. Öğlende işte, sen giderken. Arkandan baktım, sonra gözlerim aşağı doğru indi… Ya anla işte, her şeyi söylemek gerekmez ya illa?”
Mutluydu. Annesizliğimden mi yoksa çevremde pek az kadın olmasından mıydı bilmem, neden mutlu olduğunu anlayamıyordum henüz.
“Gerekir tabi. Ben kendi düşündüğüm kadar anlarım, senin kafanın içinde oturmuyorum ya? Her şeyi söylemek gerekir. Bazı söylenmişleri tekrar etmek gerekir, söylenmemişleri zaten söylemek gerekir.”
Durdu. Devam edecekti, belliydi, ben de bir şey demedim. Aşağıdan otobüsün sesi duyuldu. Geliyordu. Her ne idiyse o diyeceği, çabuk olması lazımdı. Onun yerine bekledi. Otobüs iyice yaklaşınca “seni seviyorum Savcı Bey” deyip öptü. Hem de yanağımdan filan değil, dudağımdan öptü. “Sen söylemiştin, ben susmuştum. Şimdi cevap verdim” dedi gülümseyip.
Kalktı, kolundan tuttum gitme dercesine ama eve dönmesi lazımdı, biliyordum. “Telefonun var artık, konuşuruz” deyip otobüse bindi. Bir şey diyemedim, durakta öylece oturup giden otobüsün arkasından bakakaldım. Canı sıkılmış olsa gerek, caddede gezinen Kıtmir geldi beni buldu, kafasını dizime koydu. “La şerefsiz, sabah ağzıma sıçtın şimdi ne yapıyorsun” deyip olanca mutluluğumla kaldırıp kucakladım herifi. Hem öpmüş hem de seni seviyorum demişti, değil mi? Yanlış değildim, böyle yapmıştı?
Çok şey geçiyordu içimden, hiçbir şey yapmayaysa mecalim yoktu. Gücüm olsa giden otobüsün peşinden koşup Anahit’e sarılırdım ama yoktu işte. Suratımda en aptal sırıtışımla Kıtmir’le oynuyordum ancak. Mutluluğumu onunla paylaşmak istedim. Kucağımda koca köpekle bir markete girip yarım kilo salam aldım. Hemen yiyip yüzüme baktı, bir yarım kilo daha aldım. Ona kalsa tüm dükkânı yerdi ya, bende para yoktu. “Yeter bu kadar, bunu başkalarıyla da paylaşmam lazım” deyip durağa bıraktım, koşarak Rıfat Efendiye gittim. Müşterisi vardı, onun çıkmasını bekledim, kapı kapanır kapanmaz “seni seviyorum dedi Rıfat Efendi, seni seviyorum dedi” diye bağırdım. Aklım başıma gelmeye başlamıştı, yerimde duramıyordum. Otur dedi oturamadım. Küçücük dükkânda yaylana yaylana bir sağa bir sola yürüyor, aptal aptal sağa sola bakıp gülüyordum. “Ay deli oğlan, başımı döndürdün. Az otur” dediyse de oturacak halim yoktu. Az önce gücüm olmadığı için otobüsün arkasından koşamayan ben şimdi duramıyordum. Ah salak kafa, ne olurdu on dakika önce böyle olsaydı?
İki müşteri geldi, hemen onların siparişlerini yapıp yolladım. O an kimseyi istemiyordum. Anlamış olacak, kapıyı kilitleyip üstündeki açık yazısını dışarıdan içeri döndürdü, kızarmış gibi yapıp “otur ulan, kıçında yılan varmış gibi ne gidip geliyorsun öyle” dedi.
“Seni seviyorum dedi diyorum Rıfat Efendi, kolaysa sen otur!”
“Bilmediğimiz bir şeyi mi söyledi sanki?”
“Tamam, bilmiyordum değil ama söyledi işte. Halle değil sözle söyledi!”
“Ne mutlu işte evladım, kendi de bunu tasdik etmiş. Hayırlı olsun, Allah bir yastıkta kocatsın.”
“Sadece seviyorum da demedi, öptü de!”
Çok mu lazımdı bunu demem?
“Seven insan tabi öper, bundan doğal ne var?”
“Öyle değil. Dudağımdan öptü.”
“Ben de başka bir şey demedim ki?”
“Ne bileyim, olur mu öyle şey filan dersin sandım.”
“Bre deyyus, ben ne zaman öyle şey demişim?”
“Ya tamam, dememişsin de işte… Seni seviyorum dedi, bana dedi hem de, beni seviyormuş dedi!”
Telefona uzandı. Yüzüne baktım. Kimi arıyordu ki?
“Başbakanı arıyorum, bugünü bayram ilan etsinler.”
“Etsinler valla. Dış işlerini de ara, elçiliklere faks çeksinler.”
“Kendileri halleder o kadarını. Top da atalım mı, kırk bir pare top atsınlar?”
“O kadarına gerek yok ya. Bayram ilan etmeleri yeter. Beni seviyor Rıfat Efendi, beni seviyor!”
“Bende Mecnun’dan füzûn âşıklık istidâdı var,
Âşık-ı sadık menem, Mecnun’un ancak adı var.”
“Fuzuli.”
“İyi bildin. E, sen uyuyamazsın da bu gece?”
“Uyumam tabi! Sen olsan uyur muydun?”
“Ben Asiye’ye âşık olup evlenmedim. Tanırdım iyi kötü, okulla askerlik bitince artık vaktidir deyip gittim yanına. Açtım niyetimi, yok demedi. Sordum dileği nedir, söyledi. Sordu dileğim nedir, söyledim dileğimi. Baktık mutabıkız, Allah’ın emri peygamberin kavliyle girdik dünya evine.”
“Çok severdin ama merhumeyi?”
“Ben sevmezdim demedim ki? Benim ona aşkım evlilikle doğup büyüdü. Yeni evli zamanımızdı, bir akşam eve döndüm yorgun argın. Baktım yüzü asık. ‘Ne oldu hatun, yaz baharın solmuş yüzünde’ diye sordum. Anlattı. Dertlenmiş işte bir şeylere. Kimseye de konuşmamış, benim gelmemi beklemiş. Koca akşam öylece oturduk divanda. Başını koydu göğsüme, sardı belimden. Ben de aynı şekilde. Orada anladım ki o beni sever, ben de onu. Sonra da öylece geçti zamanımız. O bana yar oldu, ben de ona.”
“Allah rahmet eylesin.”
“Âmin.”
“Hem bak” dedim, cebimden telefonu çıkardım. “Bana hediye almış, telefon. ‘Sana kalsa almazsın, ben de aldım geldim’ dedi”.
“Biliyorum ki.”
“E ama, bunu da mı biliyorsun?”
“A kerkenez, senin evini sormak için kalkıp ta bana kadar geldi kız, gelmişken de söyledi. O da Rıfat amcasını sevmişse demek.”
“Sevmiş tabi, sevmemiş olur mu? Bak yılbaşı da geldi. Ben ona ne alacağım ki?”
“Onu da bana mı soruyorsun?”
“Doğru dedin. Ben ne dediğimi biliyor muyum ki?”
“İyi misin diye sordu, anlamadım. Bir şey olmadı ya?”
“Yok yok, bir şey olmadı. O da beni seviyor, olmuş olsa kaç yazar artık!”
“Geceyi gündüze çevirir yüzün,
Kömürden karadır zeytuni gözün,
Aşığın mest eyler bal misal sözün.
Ey yar! Canım sana nice kurbandır!
Bir ben değil alem sana hayrandır.”
“Bak bunu bilmiyorum.”
“Ben yazdım ben söyledim, tabi bilmezsin.”
“Sen yazar mıydın?”
“Sen yazmaz mısın?”
“Artık yazarım herhalde. Dahası da var mı sende?”
“Ne yapacaksın, benden duyup da Anahit’e mi söyleyeceksin?”
“Ya ne alakası var?”
“O zaman gerisi bende kalsın.”
“Yazsana sen bunları?”
Omuz silkip “bakarız” dedi. “Seni seviyorum dedi Rıfat Efendi, seni seviyorum dedi” diye bir daha söyleyip kilitli kapıyı açtım, bir istediği olup olmadığını sordum. “Sağlığın” dedi, “haydi selametle o zaman” deyip çıktım. Aklımda eve gitmek vardı ama yine Aylin’in etrafında dönüp duran pervaneleri görmek istemedim. Mikail “öyle mi” dercesine kapıyı geçtiğimde önüme beyaz bir kar tanesini düşürdü, arkadaşları da onu takip etti.
Yapacak bir şey yoktu, eve döndüm. Manzara neredeyse değişmemişti, üç sap bir de Aylin salonda oturuyordu. Şimdi yanında olan Serdar’dı o kadar. “Eğlenceniz bol olsun gençler” deyip odama girdim, üstümü değiştirdim. Hala uyumak için erkendi, içimdeki heyecanlı mutluluk da uyumama engeldi. Ne yapsam diye düşünürken şiir yazayım dedim. Tabi ya, şiir yazmalıyım. Bak, Rıfat Efendi bile yazıyordu, benim neyim eksikti?
Büyük bir hevesle oturdum masaya, aldım elime kalemi, çektim önüme kâğıdı ve düşünmeye başladım.
“Ey yar senin… Bu ne la küfür eder gibi? Dur, baştan. Karadır kaşların benzer kömüre. Türkü la bu? Eh ama. Tamam. O zaman… Dağların karıyla yuvsam gönlümü. Oha, çok iyi oldu, oha. Tamam, buradan devam. Dağların karıyla yuvsam gönlümü, aşkının korunu söndüremez ki. Yuh, resmen şair varmış ya içimde? Devam, devam. Dağların karıyla yuvsam gönlümü aşkının korunu söndüremez ki. Gönlümü, ne kafiye yapar bununla? Lümü. Lümü. Ölümü? Yok, o olmaz. Gülümü? Hah, bu oldu. Ne ama gülümü? Altı-beş olmadı, dört-dört-üç mü yapsam? O zaman da başı gider ama. Dur bir dakika… Goncadan çiçeğe dönen gülümü? Oldu, valla oldu. Geldi şimdi en önemli mısra. Dağların karıyla yuvsam gönlümü aşkının korunu söndüremez ki, goncadan çiçeğe dönen gülümü tohuma kimseler döndüremez ki. E, oldu ama güzel olmadı. Dur ben bunu bir yere yazayım yine de, günü gelir kullanırım.
Başka türlüsü lazım. Böyle güzel, neşe dolu. Bakalım… Yanakları gamzeli, boyu yerden az uzun. Hah, bak bu komik de güzel de, buradan yürünür. Yanakları gamzeli boyu yerden az uzun, gözünün karasına… Yok. Gözünün karasını gören zeytin utanır. Oha, resmen şairmişim ya ben? Yanakları gamzeli boyu yerden az uzun, gözünün karasını gören zeytin kıskanır. Tabi, böyle daha iyi. Utanır ne? Şimdi, uzunla kafiye. Uzun, özün, gözün? Özün olsun, daha şimdi gözün dedim. Hüzün? Bak tam şair kelimesi, bunu kullanayım. Senin sesini duymak bırakmaz keder, hüzün. Oha abi oha, valla şairim ben! Tamam. Ne dedik? Yanakların gamzeli boyun yerden az uzun, gözünün karasını gören zeytin kıskanır. Senin sesini duymak bırakmaz keder, hüzün, sonra ne olur? Ne olur? Hiçbir şey olmaz. O zaman şurayı değiştirelim, güller kızarır yapalım. O halde… Kendini güzel sanan cümle eller kızarır. Oldu, valla oldu! Dur bakayım, bir daha:
“Yanakları gamzeli boyu yerden az uzun,
Gözünün karasını gören güller kızarır.
Senin sesini duymak bırakmaz keder, hüzün,
Kendini güzel sanan cümle eller kızarır.”
“Oldu lan, oldu! Vallahi de oldu billahi de oldu! Benim hemen Anahit’i görmem lazım. Ama, bir dakika. Telefon, telefonla yazayım. Nasıl yazayım” diye düşünüp telefonu çıkardım ve yüzüne bir süre salak salak baktım. Neyse ki kullanım kılavuzu yanındaydı. Orasına burasına bakıp sonunda mesaj yazmayı anladım, hemen ilk şiirimi yazıp gönderdim ve cevap beklemeye başladım. Bir dakika, iki dakika, üç dakika derken on beş dakika sonra cevap geldi.
“Seni çok seviyorum şair Savcım benim!”
Oturduğum yerden zıplayıp kalktım. Bunca zaman duymak istediğim şeyi aynı akşamda iki kere söylemişti ve içim içime sığmıyordu. Hemen kâğıdın başına oturdum, ikinci bir dörtlük yazmaya çalıştım. Belki yarım saat sonra becerdim ve onu yolladım.
“Seni görene kadar ben aşk nedir bilmezdim,
Şu aklımı başımdan aldı gözün karası.
Kal-u beladan beri böyle içten gülmezdim,
Meğer hasretin imiş bu gönlümün yarası.”
Yine beklemeye başladım. Hiçbir şey yapamadan öylece telefonun ekranına bakıyordum. Allah’tan bu sefer çok sürmedi cevap vermesi.
“Öyle gülmemek deme, artık sen benimsin ben de senin. Bir de böyle uzun uzun yazma, kontörün biter sonra.”
Bu kadar didaktik olmak zorunda mıydı sanki? Aman, neyse neydi canım. Beni seviyordu işte! İyiden iyiye de uykum gelmişti zaten. İçeri bir bakıp yatmaya karar verdim.
Bana hiç sormadan masayı kurmuşlardı bile. Serdar’la Aylin ortak olmuş batak çeviriyorlardı. “Eğlenceniz bol olsun baylar ve bayan” dedim. Beni çok takmadan oyunlarına devam ettiler. Biraz oturup izledim. Mali, kaybetmek pahasına yanlış kartlar atıyordu. Şerefsiz, kız kazansın diye maymun olmuştu resmen. Daha garibi, aramızdaki en iyi oyuncu olan Hakan da farklı değildi. Neyine oynadıklarını sordum, eğlencesine cevabını aldım. İyiydi. Ertesi gün Aylin’le ortak olup yine birikmeye başlayan bulaşıkları Mali ve Hakan’a kilitlemeye karar verdim. İkinci el bitince iyi geceler dileyip odaya çekildim, bir iyi geceler şiiri için bir yarım saat daha uğraştım.
“İyi geceler olsun, rüyam seninle dolsun,
Gecemi gündüzüme ulaştıran tek yolsun.”
Bu şiir işini sevmiştim. Neden daha önce hiç yapmamıştım ki? Hem bak, resmen içimde bir şair vardı bunca zamandır keşfedilmeyi bekleyen. Yazık olmamış mıydı? Tamam, bu son beyitim güzel değildi ama olsun, şiir şiirdi işte. Hem beğenirdi de zaten ya, neden beğenmesindi ki sanki?
Telefonun ekranına bakarak yatağa girdim. Garip başlayıp kötü devam eden gün en güzel şekilde bitmişti. Telefonun ekranına bakarken uyuyakalmıştım.
Ben gün bitti sansam da günün bitmeye niyeti yoktu. Gecenin bir yarısı garip gurup seslere uyandım. Hakan ve Mali’yi sıradan geçiren Aylin şimdi de Serdar’ın yatağındaydı. “La Allah belanızı vermeye, en azından salona gidin” diye uykulu kafayla sesimin çıktığı kadar bağırdım. “Sen uyumuyor muydun la” diye Serdar’ın ardından Aylin’i duydum: Kızma ama yakışıklı, ben sana da yeterim deyip üstündeki battaniyeyi aşağı indirdi. Çıplaktı. Hayatımda gördüğüm ilk çıplak kadın bedeninin onunki olmasına mı yanayım, öğlende olduğu gibi şimdi de bana abuk subuk konuşmasına mı yanayım bilmiyordum.
Dün Mali’ye olan bugün bana olmuştu. Başkaca bir şey demeden yastık yorganımı alıp onun gibi salona geçtim. “Bir günde üçünü birden halletti, ne kızmış ama” diye düşündüm. Maşallah ne libidosu düşüyordu ne de enerjisi bitiyordu. Sıra bana da gelir miydi? Yok artık. Hiçbir şey olmasa Anahit’i görmüştü, o kadar da olmazdı. Tamam, deli olduğu belliydi ama yuh artıktı yani.
İçeride olup biteni düşünürken aklıma Anahit düştü ve aşağıda bir hareketlenme oldu. Gözümün önünden kış gelmeden önceki görüntüleri geçiyordu. Bacakları, memeleri, o kocaman yanakları… “Ulan Savcı sakın! Gecenin bir yarısı, tövbe tövbe” diye düşündüm ama yok, para etmiyordu. Aylin kendi bacaklarına sütun demişti ama Anahit’i görmemişti işte. Görseydi ağzını mi açabilirdi? Hele ki memeleri…
O an fark ettim ki iyi geceler şiirime ne cevap verdiğini görmemiştim. Telefon da içeride kalmıştı, gidip alamazdım da. Hay anasını avradını deyip bir güzel sövdüm. Küçük beynimse durmaya niyetli değildi. Görüntüler gözümün önünden akıp gidiyordu. Ne yapayım, nasıl uyuyayım diye düşünürken odanın kapısı açıldı. Sırtım odaya dönüktü, kimin çıktığına bakmadım. Oysa gelip yatağın ucuna oturdu. Kafamı çevirince karşımda Aylin’i gördüm.
“Ama sen beni neden sevmedin” diye sordu. Altında külotu vardı, gerisi çıplaktı. Büyük ve küçük beynimin oyun oynadığı bu gece tam da görülecek manzaraydı bu. Gözlerimi yüzünden ayırmadan “seni sevmedim değil, böyle ulu orta görmeyin işinizi. Yoksa bana ne” dedim. Kalkıp gitsin diye dua ediyordum ama pek niyeti yoktu.
“Sence ben güzel değil miyim” diye sordu bu sefer. Allah’ım, nasıl bir sınavdı bu? Güzeldi, bir Anahit değildi tabi ama güzeldi. Peki, bunu söylemeli miydim? Hangi cevap daha yanlıştı bilmiyordum. Evet dersem mi daha da üstüme gelecekti yoksa hayır dersem mi? İlkinde karar kıldım. “Sen güzelsin, ama ben Anahit’e aşığım” dedim.
Yüzünde bir gülümseme belirdi. Doğru cevabı verdim sanıyordum ama yanlış cevabı verdiğimi hemen anladım. “Ama o şimdi burada değil” deyip elime doğru uzandı. Saliselik bir refleksle elimi çektim, “benin kalbimde olduğu sürece o hep yanımda” dedim. Durdu. Azıcık bir düşünmeden sonra “tamam” deyip kalktı. Çekyattan öteye iki adım attı, saçlarını dalgalandırıp göğsünden karnına doğru vücudunu okşayıp “sen kaybedersin” dedi ve tuvalete gitti.
O gitti ama ben hala küçük beynimle baş başaydım. O bana küfür ediyordu ben de ona. Erkek olmanın ne zor olduğunu o anda fark ettim. Aşağıdaki şerefsiz seçici değildi meğer, fakat yukarıdaki de ona boyun eğmemeyi başarmıştı işte. Hemen fırsattan istifade odaya girdim. Serdar bir şeyler diyecek gibiydi, susturup hemen telefonu aldım ve odadan çıktım. Aylin tuvaletten çıkınca bana baktı bir daha. “İstersen benim yatağım boş, ben burada yatacağım” dedim. “Sağ ol şekerim” deyip başka bir şey eklemeden odaların birine girdi. Hangisi olduğuna bakmamıştım bile.
Sonunda salonda yalnız kalınca hemen telefonu çıkarıp baktım. Cevap yazmıştı işte, bir mesaj görünüyordu. Hemen açtım.
“İyi geceler Savcım. Rüyanın değil yastığın ve yorganın birbirimizle dolacağı günlere bir gün daha yaklaştık.”
Yastık, yorgan, yatak, bacakları, memeleri… Yirmi senedir durup bekleyen hormonlarım coşup patlamak için ne de güzel bir günü bulmuştu!
Anahit’i düşünmemek için her şeyi düşündüm ve her düşündüğüm daha da ve daha da onu aklıma getirdi. Döndüm durdum sağıma soluma ve sonunda gün ağarırken zorla uykuya dalabildim. Yatmadan da son mesajımı yolladım Anahit’e.
“Günaydın güzelin sözlükteki resmi! Şu anda yatağımda bir kız yatıyor.”