Hızır Aleyhisselam
“Sen ne yaptın Rıfat Efendi?”
“Ne yapmışım?”
“Evlenmeyin dedin resmen. Alındı, üzüldü kız. Beni beğenmedi mi diye sordu yolda.”
“Bre mendebur deyyus, her şerde bir hayır vardır diye anlattım ben onu. Allah bir kızımı aldı ama sonunda başka bir kız verdi bana dedim.”
“Ama o öyle anlamadı ki? Ben de öyle anlamadım. Deseydin ya böyle dümdüz, neden çevirip çevirip söyledin?”
“Ben düzünü söyledim. Kızım dedim de bağrıma bastım, bundan öte söz mü ola?”
“İyi dedin ama biz seni öyle anlamazsak senin anlattığın ne iş ola?”
“Ben dediklerimden mesulüm, sizin ne anladığınızdan değil. Ama o ki kalbini kırdım, getir kızımı yanıma. İnşa herkese, imar viran edene farzdır.”
“Tamam, söyleyeyim ona. De hele, ne diyorsun? Sevdin mi gerçekten?”
“Sevdim ya. Sevmesem neden sevdim diyeyim? Allah’ın bildiğini kuldan gizlemeye ne hacet?”
“O da öyle tabi. Çok azız dedi, sende bir o dedi” derken birden aklım başıma geldi. Onda bir babası ve teyzesi, bende bir Rıfat Efendi. Bu, ailemiz küçük demek değil miydi?
Birden kalbim gümbürdemeye başladı. “Rıfat Efendi, o da beni seviyor!” diye haykırdım.
“Sabah-ı şerifler hayır olsun beyzadem, uykunuz rahat mıydı?”
“Nasıl yani? Sen ne zaman anladın?”
“A benim deli oğlum, bu kız neden benimle tanışıp konuşmak istedi?”
“Senden çok bahsediyorum ya, ondan tanışmak istedi işte.”
“Başka kimlerle tanışmak istedi?”
Düşündüm, bulamadım. Kalbim atmaya devam ediyordu. Yüzümde aptal bir gülümsemeyle sağa sola bakıyordum. Rıfat Efendi bana bakıp güldü, onu güler görünce ben de güldüm. Kırılmayan bir döngüyle o bana, ben ona gülerken kapıdan giren müşteriler de önce ne oluyor dercesine bakıp sonra bize katıldı; iki erkek biz, iki kadın onlar, dört kişi dükkânın duvarlarını çınlattık. Nihayet susmayı başardığımızdan sonra müşterilerin işini gördü ve devam etti.
“Allah Âdem babamıza öğretti, Havva anamızaysa öğrenme merakını verdi. Bu yüzden kadın arar, aradığını bildiği için de doğruyu bulur. Erkekse bilmez, Âdem babamızın o ilmi geçmedi hiçbirimize, bildiğini sanır ve aramaz. Bu yüzdendir ki kadın doğruyu içten bilir, arayıp bulur çünkü, erkekse ancak nasibi kadarını bulur. Sen ona âşık olunca nasibini arıyordun. O da sana bakıp nasibini bulduğunu gördü. Görmese, göreceğine itimadı olmasa bir bakar, ikinciye bakmazdı. Kaç zaman oldu, hep yanında. Boşuna mı durdu buncadır?”
“Doğru ya? Ben salak mıyım, neden bunu düşünmedim hiç?”
“Erkeksin çünkü. Biz evladım, sandalyeden daha düz varlıklarız. Allah bizi yaratırken düşünmedi. Sadece bir dileği vardı ve onu yaptı. Kadını yaratırkense düşündü. Kendini, Âdem babamızı, onların ikisinin arasındaki ilişkiyi, dengeyi… Erkeği yaratmak için yarattı, kadınıysa kendi gibi yaratması için. Boşuna değildir ki erkeğin milyon spermi vardır dört yana saçar, kadınınsa bir yumurtası vardır, düzgün birisi için saklar. Bunu düşünecek kadar aklın yok, olmasına gerek de yok belki.
“Alim kimse odur ki eşini bulduğu zaman ilmini tamamlar. Cümle peygamber bu yüzden evlidir. Kadın olmadan erkek eksiktir ve Allah eksik olanla kullarına seslenmez. Şimdi sen eşini buldun, ilmini tamamlamak senin elinde.”
“İyi de Musa aleyhisselam evli miydi?”
“Evli olmasa kavmine önderlik yapabilir miydi?”
“Tamam ama İsa aleyhisselam da evli değildi? Hiçbir yerde yazmaz bu?”
“Kim demiş? Koskoca külliyat var onun evli olduğunu, aile hayatını, eşini, çocuğunu yazan. Onlar yanlış mı?”
“E Hristiyanlar böyle kabul etmiyor?”
“Onlar peygamber efendimizi de kabul etmiyor? Başkasının ne dediğine göre bulunmaz doğru. O hep oradadır, ancak aramaya bulunur.”
“Herkesin her dediğine karşı çıktığını biliyorsun, değil mi?”
“Ehad kalmaz fena bulur demişler. Benim kaderim de budur.”
“Bazen kendini durdursan mı Rıfat Efendi? Başına iş gelecek sonunda.”
“Bu tevhitten murat olan cemal-i Zat’a ermektir,
Görünen kendi Zat’ıdır, değildir sanma gayrullah.”
“Yalnız azız ama bayağı da farklıyız” deyip konuyu değiştirdim. “Sen Müslüman, hem de bayağı ilimli bir kimse. Ben işte, bana kadar Müslüman. Meral Abla hakkında bir fikrim yok ama babası Pazar ayinlerini kaçırmıyor. O ise bunların hepsini reddediyor. Bir de Yahudi bulsak tam olacak, tek eksik kalmayacak”.
“Bu dünyada yalnız iki sınıf insan vardır, iyilerle kötüler. Allah hesabı ahirete saklarken gönüllerdekini bizim kantarımız tartamaz. Buna kalkışan ancak küfre girer. Hani demiş ya Allah’a borcunu öde ve dosdoğru ol, bunu yaparsan mutlak cennetliksin diye. Allah’ın hakkı Allah’ın, ona karışmak bize düşmez. Dosdoğru olup bunu teşvikten ötesine de geçilmez. Bunca yaşıma bir kişiyi sorgulamadan geldim, bundan sonra yapacak da değilim. Hem sahi, sizin çocuğunuz hangi dinden olacak? O Hristiyan, sen Müslüman?”
“Biz hangi ara evlendik, çocuk yaptık da sıra onun dinine geldi?”
“Dünya böyledir evladım. Dakikalar geçmez derken yılları geçmiş bulursun. Onun da vakti gelecek.”
“Ben kulağına ezanı okuyup aklı erince şahadet getirtirim, kiliseye de götürüp vaftiz ettiririz. Kendisi ne isterse, bize mi kalmış kararını vermek?”
“Doğrusunu konuştun. E, ne zaman istemeye gidiyoruz?”
“Haydi bismillah Rıfat Efendi, daha ‘seni seviyorum’ bile demedim.”
“Sevda bir haldir söz gerekmez. Sana baktım onu, ona baktım seni gördüm. Hayırlı işler bekletmeye gelmez. Okulun bitince gider isteriz, askerden dönünce de yaparız nikahla düğünü bir arada.”
“E sen kaderimi yazdın bile? Oldu olacak ne zaman çocuk yapacağımızı da söyle?”
“Onun var daha vakti. Önce eliniz ekmek tutsun, düzeniniz kurulsun. Ondan sonra yaparsınız bebecikleri.”
Çok ciddiydi. İçimden gülmek geldi, onun yerine oyun etmeye karar verdim.
“Kaç tane yapsak ki? Bak hiç düşünmedim bunu, biliyor musun? Peder beyim iki istemiş ama, malum… O tek çocuk, sende de üç tane vardı Allah ruhlarını şad etsin. Hangisidir doğrusu?”
İlk çocuğu yaptıktan sonra diğerleri kendi nasibine geliyor. Ben üçte, ikinci bir kızım olmayınca bıraktım. Oğullarımın biri daha kız olsaydı, yemin olsun üçüncü kız gelene kadar gerekirse ordu kurardım.”
“Asiye teyze merhum da pek hevesliydi a?”
“Hevesliydi tabi? Ben baştan söyledim bunu. ‘Üç kız isterim’ dedim, ‘üçte iki olursa üçüncü de gelir’ dedi. Ama olmadı.”
“Ne diyorsun, üç torun isterim, üçünü de kız isterim mi diyorsun?”
“Sağlıklı olsunlar, mürüvvetlerini görün de üç olmuş beş olmuş, orası Allah’ın bileceği iş.”
“Dört olmaz diyorsun yani? Tutayım ben bunu aklımda.”
“Bak hala ne diyor? Sağlıklı olsunlar diyorum, sağlıklı, Allah mürüvvetlerini göstersin diyorum. Ötesi hep boş laf. Önce kızımızı isteyip alalım, sonrasına kendiniz bakarsınız.”
“Mal mı bu, babasından istiyoruz? Demez mi siz beni satın mı alıyorsunuz diye? Ne deriz o zaman?”
“Kaç bin yıllık adet, maksat iş kitabına uysun. Ailesi de rızasını versin ki işiniz hoşlukla gerçekleşsin.”
“Aman, var daha vakti” deyip kestirdim. Sıkılmıştım bu konuşmadan. Saat de ilerlemişti, gelen giden yoktu. “Dükkânı kapatma vaktidir artık, ben de evime gideyim” dedim. “Daha vakti var, müşterim gelecek” dedi.
“Ne belli?”
“Bugünün nasibi daha kapanmadı. Sen git, ben az daha beklerim” dedi. Saatine bile bakmamıştı.
“Ne oldu, randevu mu verdiler?”
“Bazen bilirsin nasıl bildiğini bilmeden. Ben de biliyorum işte. Görürsün.”
Görürsün demesine kalmadı, kapı açıldı. Tövbe bismillah deyip baktım, karnı burnunda bir kadın içeri girdi. Hemen ayaklanıp koltuğunu verdi Rıfat Efendi. Ben yeltendimse de bırakmadı, kendisi hazırladı siparişi. Kadın alacağını aldı, elini cüzdanına dahi götürmeden koltuktan kalktı. Kapıdan ses etti ya, ne dediğini anlamadım. Kadın çıkınca “tamam, artık gidebiliriz” dedi.
“Bu neydi?” diye sordum. “Tanıyor musun”?
“Bu Hızır aleyhisselamdır.”
“Nasıl yani?”
“İnsan herkeste Hızır’ı aramalı ki o geldiğinde eli boş dönmesin. Ben onu bir defa kaçırdım, ikinciye kaçırmam.”
“Haydi bismillah, buyurun. Nasıl oldu da oldu o?”
“Bir bayram günüydü. Hanım merhume, çok ağrısı vardı o zaman, namazın bir saat evvelinden kalkmıştı. Eh, ben de peşinden tabi. Sabahın kör karanlığı, aksi gibi elektrikler de yok. Hülyam, yavrum daha bebek o zaman. İki yaşında var yok. Hanım kızla uğraşır, ben evin sağına soluna bakarım eksik gedik var mı, varsa toparlayayım diye. Önceki günden hazırlıklarımızı yapmışız ya, insan aklı bu. Şaşar, unutur. Her şey güzel, her şey yerli yerinde.
“Yolladı beni ekmek almaya. Gittim aldım. İki tane de fazla aldım ki birini yolda, birini evde kuşlara vereyim. Ondan, beş sokak ötedeki fırına gittim. Dönüşte de yavaş yavaş, ekmeği parçalayıp sağa sola bıraka bıraka döndüm. Kapıyı açtım, girdim içeri ki ‘sen mi geldin’ diye sordu. Dedim ‘tabi ben geldim, kimi bekliyorsun ya’? Meğer az önce biri çalmış kapıyı, bir parça yemek istemiş. ‘Sabahın bu saati ne yemeği’ demiş benim hanım, herhalde ağrısı yüzünden ters konuşası tutmuş, o arada da Hülya başlamış ağlamaya ve kapıdakini hepten unutmuş. ‘Ekmek isteyen eli boş gönderilir mi, ne yana gitti’ diye sordum ama kapıyı açıp bakmamış bile. Ben de gelirken görmedim?
“Hemen çıktım dışarı. Sağa döndüm yok, sola döndüm yok. Bir saat, koskoca bir saat evin etrafında döndüm durdum, yetmedi sokakları gezdik ettim. Öyle ki namazı kaçırdım. Çıkmadı ama hiçbir yerden. Sonra böylece anladım ki bu Hızır aleyhisselamdır. Geldi, göründü. Sordu, bulamadı. Bir rüzgâr olup havaya karıştı, sonraki evinin kapısına doğru uçtu gitti.”
“Belki bir apartmana filan girmiştir?”
“Baktım diyorum, baktım, bekledim. O iki kere gelir mi bilmem ya, ben ikinciye beklerim o gün bugündür. Ah ki bileydim…”
“Çok da eli açık kadındı halbuki Asiye teyze.”
“Öyleydi, toprağı bol olsun. Allah’ın kuluna rahmeti hep açık a, ah ki Hızır’ın rahmetini de kaçırmayaydık… Ölenle olana çare yok. Hem oldu hem öldü. Benimkisi biçare bir arayış, belki denk gelirse. Hadi, giyin paltonu da çıkalım.”
Askıdan paltomu aldım ama sormadan duramadım.
“Sormadın mı ‘neden misafiri eli boş gönderdin’ diye?”
“Yokmuş.”
“Ne yokmuş?”
“Nasipte yokmuş.”
“E iyi, öyle olsun. Senin de bile isteye namaza gitmediğini de böylece öğrendim. Bakalım başka ne sırların var? Ben eve geçiyorum, var mı bir istediğin?”
“Sağlığın sıhhatin” deyip iki yanağımdan iki kocaman öptü. Caddeden yukarı yürüyüp evime geldim, soyunup dökünüp hemen banyoya girip bir duş aldım ve saat on ikiye çok kala, ilginçliklerin sabahıyla başlayacağı bir gecenin uykusuna yattım.