You are currently viewing Savcı Adil Hakkatapan’ın Maceraları: Gençliğin Son Günü

Adem Babamızın Evliliği

Ertesi gün konuyu Anahit’e açtım. Kesin bir dille reddedince, biraz da Rıfat Efendinin etkisiyle bu fikirden vazgeçtim.

“Rıfat Efendiye senin tanışmak istediğini söyledim.”

“Ne dedi?”

“Elimi öpmesine izin vermem, misafirim olursa başımın üstünde yeri var dedi.”

“Çok güzel! Gidelim mi dersten sonra?”

“Hemen bekler mi, bilmem ki?”

“Bekler, bekler. Senden onu dinlemekten iyi değil midir kendisini dinlemek?”

 Doğruydu. Dört buçukta dersi bitti, yarım saati az geçe yanındaydık. Rıfat Efendi büyük bir sevgiyle karşıladı. Ayağa kalktı, Anahit onun eline uzanamasın diye koltuk değneğine koltuk altından tutunup iki kolunu iki yana açıp sarıldı, sonra onu yanına, beni de karşısına oturttu. Selam faslı bitince kelam faslını Anahit açtı.

“Sizin hakkınızda çok şey duydum, bir de sizi sizden dinlemek istedim.”

“Savcı oğlum lütuf buyurmuş, aciz bir ademi kim bilir nasıl aksettirmiş ki yolunuzu çevirip ta buraya getirmiş.”

“Böylesi sevgi ve saygıyla pek az kimseden bahseder. Sırrı kendinden olsa başkalarını da böyle anlatırdı.”

“Kabeyse maksudun Rahman sendedir kızım. Ben ancak sırrı dökülmüş bir aynayım. Bende ne ararsan onu görürsün. Savcı da bana bakıp kendini görüyor. Yabana gitmenize hiç gerek yok. Her ne arar iseniz inanın sizdedir.”

Gözleri Anahit’in üstündeydi. Anahit bana baktı, ben de Rıfat Efendiye. Birbirine silah çekmiş üç silahşor gibiydik.

“Sizin için ulemadandır dedi, bunu da kendinde aradığı için demedi ya?”

“Bilakis. İlim bir hazinedir ki herkes ondan nasibini arar. Bazı ben bilirim o bilmez, bazı o bilir ben bilmem. Keramet ne onda ne bundadır. Keramet yalnız aramaktadır. O, bendeki bilgiyi değil kendinde de olan aramayı, bilmeye açlığı sever.”

“Fakat siz de bilirsiniz.”

“Öğrenmek susuzluk gibi değildir. Susayan su içer, susuzluğu geçer. Öğrenen bir öğrenir, bin yeni bilinmez gelir. Sonsuz bilginin olduğu yerde bir öğrensek ne, bin öğrensek ne? Sonsuzdan bin değil milyar eksilse sonsuz yine sonsuz değil mi?”

“Tüm bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir…”

“Sokrat doğru diyecekmiş ama eksik demiş. Bu, bilmenin ilk değil ikinci merhalesidir ancak. O, böyle deyip esas sırrı gizlemiş.”

“Peki, sır nedir?”

“Haddini bilmek. Sokrat haddini bildiği için aslında hiçbir şey bilmediğinin farkındaydı ama bunu aşikâr etmek yerine gizlemeyi seçti. E, de hele güzel kız, neden bu sırrı açmadı?”

Gamzelerine eşlik eden mahcup bir gülümseme belirdi, gözleri de bana döndü. Sınavda kopya çekmeye çalışan bir öğrenci gibiydi ya, bu sorunun cevabı bende de yoktu. Bilmiyorum manasında kaşlarımı kaldırıp boynumu hafiften yana eğdim. Benden hayır gelmeyeceğini anlayıp Rıfat Efendiye baktı ama onun da yüzünden hiçbir şey okunmuyordu.

“İnsanlar anlamaz diye mi düşündü?”

“Aşk olsun, vallahi bravo. O, sırra erenlerdendi. Hakikati pek çoğu arar, pek azı bulur. O, hakikati bulanlardandı. Bir defa hakikati bulan, insanların sınıf sınıf olduğunu bilir. Kimisi herkesin kendi gibi yanmasını diler, kimiyse bunu murat edene verir. Sokrat, sır içre sırrın birini verip marifet kapısını açtı, birini tutup hakikat kapısını yalnızca araladı.”

“Siz o sırra erdiniz mi?”

“Sırra eren bilmez, bilen sırra eremez. Seni kandırsam kendimi, kendimi kandırsam O’nu kandıramam. Bir zaman erdiğimi sandım. Demiş ya yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile, yüz göz olmuş bu çocuklar ölümün şahsı ile diye, aynen öyle hissediyordum. Aklımda başka hiçbir şey yoktu, yalnız ölüm vardı. O benim üstüme geldikçe ben ona güldüm. Yendim sandım, ölümü yendim. Yunus pirimden ödünç duam kabul oldu; orada değil burada, dirilikte öldüm sandım. Ölmek demek olmak demek, ben artık ereğime vardım sandım.”

Durdu. Gözleri yerde öylece durdu. Sözünün devamını ben de merak ediyordum, bana bunu daha önce anlatmamıştı. Nefesi önce yavaşladı, sonra ağırlaştı. Bir derin ahla çektiği nefesini bitmez bir ofla bıraktı. Gözlerini kaldırdı ve devam etti.

“Allah her şeyi affeder de bir hadsizliği affetmez. Kişi kendin bilmek gibi irfan olmaz diye boşuna dememişler. Ben oldum sanırken üç gün geçti sadece. Üçüncü gün ölüm geldi. Ölüm… Enkaz altında günler, sonra cenazelerini görmediğim çocuklarım ve eşim. ‘Hadi’ dedi Allah, ‘yendin mi ölümü? Hadi. Al, sen istedin ben de verdim. Hadi, göster olmuşluğunu’.

“O duvarlar altında bekledim, evvel sabır sonra şükür ettim. Bacağımı kestiler, evvel sabır sonra şükür ettim. Halbuki şükür evvel sabır ahirdir. Çıkardılar hastaneden, aradım taradım. Koskoca bir ipte bir düğüm gösterip ‘bunlar da ailen’ dediler. İşte orada isyan ettim. Eyüp aleyhisselam nasıl ‘ben bir suç işlemedim, senin yaptığın adil değildir’ deyip isyan etti, ben de aynısını yaptım. ‘Bu adil değildir’ dedim, isyan ettim. Sonra günahımı getirdi hatırıma, sustum. Ben ettim, o da ettiğimi buldurdu.”

“Bu biraz fazla olmadı mı Rıfat Efendi” diye sordum. “Biz sizi imtihan edeceğiz der demesine ya, bu da fazla değil mi”? Onun cevap vermesine kalmadan Anahit girdi araya.

“Ölümü bir imtihan, hele ki bir ceza olarak görecek bir tanrıya nasıl iman edersiniz?”

“Boğanın önce budunu, sonra başını kesip attıkları zaman Gılgamış’ın hikayesi sürdü, Enkidu ise onun için kurban edildi. Kısasta hayat vardır. Hem o bilir, biz bilmeyiz. Bilmezken bilirmiş gibi hadsizlik edemem. Herkesin nefesi sayılı, cümle cihan bir araya gelse ne bir eksik olur, ne bir fazla. O, benim günahım yüzünden vermedi bana bunu. Daha en baştan böyle olacağı belliydi zaten. Günahımı bildi, ondan böyle yazdı kaderlerimizi. Yazdı demek de yanlış aslında. Biz yazdık, o mührü vurdu üstüne.”

“Fakat size tokat atana diğer yanağınızı çevirin demiş İsa babamız.”

“Amenna ve saddakna. Onun işlerine akıl sır ermez. Bize düşen şükür ve sabırdır”. Başını bir salladı, yüzüne bir tebessüm kondurdu. Gözlerinin kızarıklığı yanaklarına inmişti tekrar. “Bu da bir şıkışıkiyedir, geldi geçti. E, söyleyin hele. Aranız nasıl”?

“İyi. Yani, iyidir bence. Değil mi?”

“Öyle” deyip kızardı yine. Önce bana, sonra ona bakıp bir kahkaha attı Rıfat Efendi. “Durduk yere üzdüm sizi, haydi biraz da neşelenelim. İster misiniz” diye sordu. İsterdik tabi. Masaya kollarını dayayıp anlatmaya başladı.

“Âdem babamız ve Havva anamız cennetten kovulmuş. Sabah akşam mağarada duadalar. Ne yiyorlar ne içiyorlar, durmadan bahçeye geri dönüp bir ellerinde kuzu budu, diğer ellerinde patlıcan kızartması, önlerinde kırmızı şarapla zevk-u sefaya dalmak için yalvarıp duruyorlar. Ama kızdırmışlar bir defa, Allah dinliyor ama ‘tamam’ demiyor.

“Geçiyor böylece bir zaman. Sonunda mağaradan çıkmaya, arpa suyundan bira, üzümden şarap yapmaya başlıyorlar. Bu arada da İblis onları günaha çekmek için uğraşıp duruyor. Bir isyan ettirse rahat edecek ama ikisi de isyan etmiyor. Sinirden bir o cini tokatlıyor, bir bu şeytanı tekmeliyor. Derken ‘buldum’ diyor, ‘buldum. Vallahi de ne yapacağımı buldum’.

“Hemen alıyor yanına güzel tarafından bir cin, takıyor peşine bir dizi ufak şeytan, gidiyor bizimkilerin yanına insan donunda. Kısmetine sadece Âdem babamıza denk geliyor. Havva anamız mağarada üzümleri ezmekte, oysa yeni üzümler topluyor. Cennetteki gibi değil tabi bu üzümler. Oradakiler yakut gibi parlak, her biri nah bu kafam kadar. Dünyadakilerse ufacık. Şarabın tadını almış ama bir defa, bırakamıyor Âdem babamız.

“Karşıdan geliyor İblis ve şürekası. Gözlerini ovuşturuyor Âdem babamız. Dünyada bir tek ikisi var sanırken bunları görünce şaşırıyor. ‘Kimsiniz, nesiniz’ diye soruyor hemen. ‘Biz’ diyor İblis, ‘Allah’ın yarattığı diğer insan kullarıyız. Sizden razı gelmeyince bizi yarattı, sonra size eşlik etmemiz için dünyaya saldı. Bahçeden çıkarken de bize evlenin, bebeciklenin, torununun torununu gören mutlak cennetliktir dedi. Siz de geç kalmadan evlenin, bebecikler yapın, torununuzun torununu görmeden ölürseniz cennete değil ancak İblis’in yanına cehenneme gidersiniz’ diyor.

“Âdem babamız şaşkın. ‘Size kim evlenin dedi’ diye soruyor. ‘Allah söyledi’ diyor İblis. ‘Melekleri gelip bildirdi bunu. Onlar da beni elçi kıldı, gidip onlara kendinizi gösterin, sonra da Allah’ın emrini onlara tebliğ edin dediler. Bana inanmıyorsan şu günahsız sabiye sor’. Dönüyor Âdem babamız sabiye. Başını aşağı yukarı sallayıp ‘he valla’ diyor şeytan. ‘Babamla tavla atıyorduk, ben de duydum. Aynen böyle söyledi’.

“Düşünüyor Âdem babamız. ‘Allah bana küstü, konuşmuyor herhalde’ diyor. ‘Melekleri bile benimle konuşmuyor, vay ben nereye gideyim ne yapayım’ diyor, başlıyor ağlamaya. Feryadından rahatsız olan İblis bir tokat aşk ediyor tam da kulağının üstüne. Sadece ağlaması değil sarhoşluğu da kesiliyor Âdem babamızın.

“Bir daha düşünmeye başlıyor: Bunlar hakikaten Allah’ın elçileri olsa gerek, onlardan başka kimse bana tokat atmaz. E iyi ama, Havva? Onunla mı evleneceğim? Ben dağ gibi adamım, oysa kara kuru bir şey. Bana bakan bir daha bakar, bense onu görmemek için akşama kadar burada toprakla uğraşıyor, akşam da kafayı çekip uyuyorum hemen. Zaten gül gibi adamım, halim vaktim yerinde. Hem bak, başka insanlar da varmış. Elimi sallasam ellisi. Ben ona mı kaldım? Hele ki çocuk yapmak. O benim etimden ettir, benim kanımdan kandır. İnsan hiç kendisini? Tövbe tövbe. Yok, vallahi yok. ‘Ben onunla evlenmem, hele çocuk hiç yapmam’ deyip bir nara atıyor, dövüp kovuyor İblis ve şürekâsını.”

Anahit’le birbirimize baktık. Yüzü düşmüştü. Haksız da değildi hani, resmen evlenmeyin demiş gibiydi Rıfat Efendi. Bizi birbirimize mi yakıştırmamıştı yoksa onu mu beğenmemişti? Devam eder mi diye bekledim ama etmedi.

“Ne diyorsun, evlenmek şeytan icadıdır mı diyorsun Rıfat Efendi? Eğer öyleyse sen neden evlendin, bunca kimse neden evleniyor?”

Birden gürüldedi.

“Ben onu mu dedim deyyus? Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer vardır dedim. Bundan sonradır ki Âdem babamızla Havva anamız, hem de Allah’ın izni ve dahi peygamber efendimizin kavliyle dünya evine giriyor. Onu dedim. Tövbe tövbe…”

Yine birbirimize baktık. Oysa hiç oralı olmadan telefona uzanıp pideci Âdem abiyi aradı, altı kuşbaşılı pideyle altı ayran söyledi. Anahit tam ağzını açarken susturup kasadaki parayı saydı; Erhan abiyi arayıp bir büyük pasta, üç porsiyon da baklava istedi. Ancak sonra bize tekrar dönüp “kasa ancak bu kadarına izin veriyor. Bugün bunu bulduk bunu yeriz, Hak kerimdir yarına” dedi.

Hak yarına kerim miydi değil miydi bilmiyordum ama Anahit’in vejetaryenliğe merak saldığını, koyuna yapılacak en büyük işkencenin tüylerini kırpmak, çok ileri gitmek gerekirse de kulağını ısırmak olduğunu düşünmeye başladığını biliyordum. Daha geçen gün bana, parası olsa kahvaltıda biftek, öğle yemeğinde antrikot, akşam bonfile yiyecek olan bana elimde tuttuğum dönerin bir zamanlar canlı bir hayvan olduğunu anlatmıştı. İneklerinki can da başaklarınki patlıcan mı, neden etin içinde olduğu ekmeğe bir şey demiyorsun diye sorduğumdaysa bir aman çekmişti. Sebebi sorumun saçma olması mıydı, hazır olmadığı bir soru sormam mıydı yoksa dönerden bir ısırık aldıktan sonra dolu ağızla yarı anlaşılır şekilde konuşarak sormam mıydı emin değildim.

Baktım kendisinden ses çıkmıyor, mecburen ben konuştum.

“Rıfat Efendi, Anahit et sevmez.”

Et yemez diyememiştim. Anlamazdı çünkü.

“Öyle mi? Dur o zaman, tavuk söyleyeyim” deyip telefona uzanıyordu, durdurdum.

“Yok Rıfat Efendi, et sevmez et.”

“E tamam, tavuk söylüyorum ben de? Hem sen avukatı mısın, ağzı dili yok mu kızımın? Sen söyle yavrum, tavuk mu söyleyeyim?”

“Ben vejetaryen olmaya karar verdim de…”

“O ne ola ki?”

“Et yememek işte.”

“Tamam, ben de onu dedim. Sana da tavuk söyleyelim, o ki et yemiyorsun?”

“O öyle bir şey değil Rıfat Efendi. Hepsi et. Tavuk eti et değil mi?” diye sordum. Anlamayacağını biliyordum. Boşa kürek çekecektik, onu da biliyordum ama elden gelir bir şey yoktu.

“Tavuk et olsaydı ona da et derdik. Ete et diyoruz, tavuğa tavuk. Ben anlamadım bunu.”

“Onların da canı var. Bizim için ölmek zorunda değiller. Öldürüp cinayet işliyoruz. Ben bunun bir parçası olmak istemiyorum, bu yüzden de et yemiyorum.”

“Ruhullah üflendikten beridir can almadan can verilmez. Cansızdan can yaratmak ancak Allah’a mahsustur. Yediğimiz hangi şeyin canı yoktur? Daldan elma koparıp yerken bile bir can alırız. Yiyip kenara attığımız elmanın çekirdeğinde koskoca ağaç gizli. O elmanın canı yok mu? Ağzı dili yok diye onu öldürmek helalken diğerini öldürmek haram mı?”

Sessiz bir of çeken Anahit düşündü fakat bir şey diyemedi. Dersine daha iyi çalışması gerekti herhalde.

“O zaman pide mi tavuk mu?” diye sordu Rıfat Efendi. Lanet olsun, pideydi tamam. Her türlü et yiyordu o ki, bari tadı daha güzel olsundu. Rıfat Efendi, “kızım küçük ve tatlı, kendi gibi küçük olan tavuğu korudu bak” deyip bir kahkaha patlattı. Övgü mü sövgü mü olduğunu anlamayan Anahit bana baktı. Gülümsedim, övgü olduğunu anlayıp o da güldü.

Yemekler gelene kadar Habil ve Kabil’in hikayesini anlattı Rıfat Efendi. Allah, çobanı çiftçiye boş yere üstün tutmamıştı. Antika insan da böyle söylüyordu zaten: İnanna boşuna mı Temmuz’u istemiş, Enkimdu’yu beğenmemişti? Çobanlıkta rahmet vardı. Ondandı ki cemali ile değil celali ile baktığı zaman Enten’i Emeş’e üstün görmüştü. O bile eti seçerken biz de tabi ki eti seçmeliydik.

Yemekte okuldan konuştuk, tomurcuklu çayla da Rıfat Efendi kendi okul anılarından bahsetti. Özellikle peder beyimle olan kısımları atladığını fark etmiş, uzun senelerdir gidip görmediği Ankara’yı hala avucunun içi gibi bilip hatırlamasına şaşırmıştım. Saat geç olunca Anahit izin istedi, ben de beraber kalktım. Otobüse doğru yürürken “e, ne diyorsun?” diye sordum. Aylar sonra ilk defa siz değil sen demiştim ama o oralı değildi.

“İyi biri ama kafası biraz kırık sanki?”

“Biraz mı? Ben daha kendisi gibisini görmedim. Deli olmadığı muhakkak, deli değil demek de mümkünatsız. Arafta sanki. Olacakmış ama olamamış. Veya o olmuş ama biz anlamıyoruz. Bilmiyorum.”

“Beni beğenmedi mi?”

“Ne münasebet! Kızı öldüğünden beri ilk defa birine kızım dediğini duydum. Hem, gördün a, lafını sakınmaz. Öyle olsa söylerdi. Çok insancıldır zaten. Bir zalimleri sevmez, o kadar. Hem senin neyini neden beğenmesin ki?”

“Ne bileyim. Babamdan yadigâr diyorsun. Bizim de hani…”

O da mı sen demişti sonunda?

“Çok dert ediyorsan ben akşam eve gitmeden uğrarım yanına, sorarım senden. Yarın da boşuna evham yaptığını söylerim sana. Ne diyorsun?”

“Konuşsan ya gerçekten? Sende bir o, benim sadece babamla teyzem. Çok azız.”

“Tamam, dönüşte yanına gideceğim. Boş yere kendini darlama ama. Ben tanıyorum onu. Sevmemek ne kelime, çok sevdi seni. Görürsün bak.”

“Sağ ol” deyip iki eliyle elimi aylar sonra bir daha tuttu. O kısa yolu böylece el ele bitirdik. O bir şey demedi, ben de sessizliği bozmadım. Bir otobüs koltuğunda, dünyanın içinden öylece geçtik. Tüm hissettiğim huzurdu ve başka bir şey aramıyordum da.

Taksim’den Kurtuluş’a yürüdük yine, eli elimde. Caddede yine el sıkışarak ayrıldık ve ben hemen Rıfat Efendiye koştum.