Bir Koca Adam
Adım Savcı Adil Hakkatapan. Bin dokuz yüz seksen yılının on iki Eylül günü, merhum peder beyimin deyişiyle Evren Paşa’ya selam durarak doğmuşum. Askerken doğru düzgün selam vermeyi beceremediğim için üstlerimden yediğim dayakları uç uca eklesek dünyayı üç kere dolaşacağından sebep kendisinin neden ve nasıl bu kanıya vardığını bu yaşımda dahi merak etsem de kendisi buralardan gittiği için artık öğrenebilesi değilim. Ben üç yaşında besili bir bebekken rahmetli anacığım traktör altında kalıp feci şekilde can vermeseydi belki o anlatabilirdi ya; kaderim, bu soruya ancak ahirette cevap alabilmekmiş.
Oldukça mütedeyyin olan peder beyim, ikinci çocuğuna hamile anacığımın vefatından sonra bir izdivaç daha gerçekleştirmeyi düşünmemiş. Allah’tan başka her canlının bir eşinin olduğuna inanan, eşi olmayan kimsenin kanadı kırık bir kuş olduğunu düşünen bir kimse olsa da anacığımın ve doğmamış çocuğunun hatırası, kendisini bundan beri tutmuş. Malum-u âlinizdir ki o günlerde, hele ki o küçücük köy yerinde, kişilerin birbirlerini severek ve anlaşarak evlenmesi eşine az rastlanılır bir olaymış ve en güçlü evlilikler de bunlardan çıkmış. Peder beyim de yalnızca beş yıl evli kalabildiği eşinin hatırasıyla mutlu olmayı tercih etmiş, evlenmesi yönünde yapılan baskılara bahane olarak da beni öne sürmüş ve “ben evladımı, bu zavallı sabiyi üvey ana elinde yetiştirtmem” diyerek tüm saldırıları başarıyla savuşturmuş.
Ben ilkokula başlayana dek köyle ilçe arasında mekik dokuyarak geçen yıllar, ilkokula başlayacağım yılın yazında ilçeye yerleşmemizle devam etti. Peder beyimin akrabalardan uzaklaşmak için yaptığına emin olduğum bu hareketin bahanesi de yine bendim: El kadar sabi, sobası bile olmayan köy okulunda mı okumalıydı? Yok, ilçeye gönderecektiyse günün yarısını yolda mı geçirmeliydi? Hem orada ortaokul ve lise de vardı. Nasıl kendisi üniversite okumuştu, oğlu da okumalıydı. Köyde durup davarlara baka baka davar mı olsundu? Tabi ki en doğrusu köydeki kendi payına düşen arsaların birini amcama ücreti mukabilinde devredip ilçeye yerleşmekti.
İlkokula ilçede, böylece başladım. Öğretmenim, hayattaysa Allah uzun ve mutlu bir hayat versin, hâmûşâna karıştıysa rahmet-i Rahman’la sarmalansın, okulun henüz ikinci perşembe günü peder beyimi ivedilikle görüşmek üzere çağırdı. Akşam yemeğinde ne hergelelik yapmış olabileceğim konusundaki geniş hasbihalimiz sonuçsuz kalınca ertesi günü beklemenin daha doğru olduğunda kararlaştık. Konuşmanın sonunda peder beyimce ertesi gün dayak yemeye hazır olmam konusunda uyarıldım. O güne dek duymadığım bu kelimenin ne olduğunu bilmesem de o an soramadım, yenildiğine ve peder beyimin bir gün öncesinden hazırlanmamı telkin ettiğine göre güzel bir şey olması gerektiğine kani oldum ve ertesi günü bekledim.
Namazı kaçırmamak için Cuma öncesi değil sonrasında okula gelmeye karar veren, bu arada da öğretmenimle beni iki saat baş başa bırakan peder beyimi beklerken okulun karşısındaki pastanede iki poğaça bir meyve suyu alan öğretmenim, okulun kapısına doğru seğirten peder beyimi görünce beni oturduğum masada yalnız bırakmamak için bir de kazandibi sipariş ettikten sonra uslu uslu oturmamı, bir yere kaybolmamamı tembihleyerek çıktı. Belki bir saat, belki daha uzun bir bekleyişten ve bu arada ikram edilen ikinci kazandibinden sonra dükkânın camından peder beyimin yaklaştığını gördüm. Hayatımın ilk dayağını yemeye hazır bir heyecanla bekliyordum. “Aç mısın” sorusuna “açım” cevabını verme sebebim de dayağın yenen bir şey olduğunu önceki gün öğrenmemdi ya, daha fazla poğaçaya, hele ki kazandibine hayır diyecek halim de yoktu. O günün bakiyesi, dayağı bir süre poğaçanın diğer adı sanmamdı.
Peder beyim düşünceliydi. O güne dek, anacığımı andığı zamanlar yaşaran gözlerinin getirdiği burukluğun getirdiği, diğer zamanlardaysa yüzündeki gamzelerin eşlik ettiği gülümsemesi yüzünde yoktu. Bir hergelelik yapmış olduğuma kâni oldumsa da bunun ne olduğunu hala anlayabilmiş değildim. Kendisinin de bunu açıklayası yoktu. Onun yerine o gün dükkânı çırağa bıraktı, nalbur Arif amcanın külüstürünü ödünç alıp beni şehre götürdü. Ancak akşamüstü vardığımız şehirde izbelik tarafından bir otel buldu, yerleştikten sonra bir telefon bulup bir randevu ayarladı ve ömrümün geri kalanında yanımda olacak, benimse bunu henüz bilmediğim o insanla tanıştırdı: İki metreyi aşkın boyu ve yüz kilodan hallice ağırlığıyla bir devdi bu. İki yandan örülmüş, omuzlarına uzanan saçlarına eşlik eden bir sıkımlık sakalının ucunda üç boncuk asılıydı.
“Gülme bre mel’un!” diyerek bir hışımla girdi bu dev oturduğumuz lokantaya, peder beyimin gülmesine vakit bile kalmadan. “Allah senin yüzüne baktı da erkek verdi. Ben gibi kızın olaydı da öreydi saçlarını, takaydı sakalına boncukları, hele sonra diyeydi ‘çok güzel oldu sakın çıkarma’ diye, o zaman görürdüm. Gülmeyin ulan! Allah şahittir, kızımın gülümsemesinin bedeli cümlenizin ağlaması olsun, üstüne ananızı da ağlatırım!”
Bu sözleri kelimesi kelimesine hatırlamam, bu sözlerin kendisinin ağzından çıkmadığının kanıtı olsa da iki yandan örülü saçları ve sakalındaki boncukları, hatıramda kristal berraklığında durmakta.
Gür ve tok sesinde, savurduğu tehdide rağmen bir sevecenlik vardı. Peder beyim hemen arkadaşına seğirtip yanında cüce kaldığı bu deve uzun uzun, sallana sallana sarıldı, elinden tutup masaya getirdi, çektiği sandalyesine oturmasını bekledikten sonra yerine yerleşti ve bu dev adamın kim olduğunu anlatmaya başladı: Üniversiteden arkadaşmışlar. Babam bırakıp gelmiş ama arkadaşı bitirmiş. Çok nitelikliymiş, çok feyizliymiş. Cihan, İmam Ali Efendimizden beri böyle mert görmemişmiş. Onun bilgisinin zekatıyla insanlar alim diye ortada dolaşırmış. Adı da Rıfat’mış. Rıfat Peder, nam-ı diğer Ulemadan Rıfat Efendi.
İmkânım olsa o güne geri dönüp kendisinin elini bu ilk anda da öpmek isterdim. Peder beyim merhum, belki de uzunca bir aradan sonra bu can dostunu görmesi nedeniyle, bunu atlamıştı. Rıfat Efendi ise, saygıyı el öpmekten başka yerlerde aradığından olsa gerek, bu seremoniyi aklına bile getirmemişti. O genç yaşında, tıpkı şimdiki geç yaşında olduğu gibi, etrafındakilerin seviyesine inmek için hep öne eğik yürürdü ve bu, sadece boyunun değil huyunun da bir sonucuydu.
İkisi bütün akşam konuştular. Neler konuştukları, ne yazık ki, hatırımda kalmamış. Tüm bildiğim bir ara sızdığım, babamın beni otele taşıdığı ve ertesi sabah namaza kalktığında uyanıp öylece kendisini beklediğim. Kahvaltıdan sonra şehirde dolaştık, öğle vaktine dek bitmek bilmez sorularıma doğru yanlış cevaplar aldım. Sonra açılan lunaparka gittik ve akşama kadar atlıkarıncadan dönme dolaba parktaki tüm oyuncaklarla bir, bir daha, ve bir daha oynadım. Akşam yemeğinde buluşan ikili yine beni unutup sohbete daldı, pazar günü öğle namazını müteakip de ilçeye geri döndük.
Öğretmenimle olan konuşmasından sonra peder beyimde gözle görülür bir değişiklik oldu. Rahmetli anacığımın yokluğunu hissetmiyor değildim ya, okuldaki çocukların hepsinin annelerinin olması bir eksiklik yaratıyordu. Peder beyim önce kendi anasını yanına aldıysa da ailesini bozması, kendi babasıyla da arasının iyi olmaması nedeniyle kısa sürede geri yolladı. O kadar sene okutmasına rağmen bir diplomayı dahi alıp gelmemiş, ailenin ilk üniversite mezunu olmamış çocuğuyla dedemin bozuk olmasını o gün anlayamıyordum. Çocuğu her zaman çocuğu değil miydi? Babalar evlatlarını ne olursa olsun sevip korumaz mıydı?
Tabi ki her zaman sever, tabi ki her zaman korurdu. Bunu sonraları gösterdi ve çok geç kaldı.
Peder beyim babaannem merhumu köye geri gönderdikten sonra bir süre yeniden evlenmeyi düşündüyse de bunu yapamadı. Sonunda, birinci sınıfın bittiği günün ertesinde kapımızda Rıfat Efendi belirdi ve ikisi, el kadar sabinin anlayacağı muğlak şeyleri anlatmaya koyuldular: Bazen insanlar uzaklara gidermiş ve orada durmak zorunda olurlarmış. Anacığımın gitmiş olması onun artık olmaması demek değilmiş. Peder beyim var oldukça, ben var oldukça anacığım da var olacakmış… “Annem dönecek mi” diye sorduğumda peder beyim hayatında belki ilk defa, eşe dosta ikram etmek için taşıdığı sigara paketinden bir sigara çıkarıp yaktı, o ilk nefeste boğulur gibi olup derin derin öksürdü. Sonra, sigara dumanından mı yoksa verdiği cevaptan mı bilmiyorum, gözleri yaşardı ve “Rıfat abi” diyebildi sadece. Rıfat Efendi önümde diz çöküp konuştu.
“Bak evladım. Allah’ın hiçbir kulu yoktur ki gittiği yerden dönmesin. Biz burada Allah’tan uzaktayız. Annense Allah’ın yanında. Bize görünmüyor amma o bizi görüyor. Belki şuracığa, yanı başına oturmuştur şimdi, belki de nah şuradan izliyordur seni. Anasını gören çocukların anaları bazen yanında olmaz. Siz okuldayken anneleri yanlarında mı? Ama seninki yanında. Seninki hep yanında. Sen var oldukça annen hep yanı başında olacak. O sadece gözümüzden gitti. Sen sadece göz değilsin ya? Ağzın var, burnun var, kulakların var… O Allah’ın yanında, sonra biz de Allah’ın yanına gideceğiz. O vakte dek sakın annem yok, annem uzakta deme. Annen hep yanında. Yanı başında, nah şuracığında.”
“Ama ben anamı görmek istiyorum.”
“Göz, canım yavrum, göz görmez de gördüğünü sanır. Bak şu duvara, görüyor musun arkasını? Görmüyorsun. Annen de işte, nah bak şuraya, a burada. Kolunun hemen altında. Bak, hemen boynunun burasında. Annen hep burada Adil’im, annen sen neredeysen annen hep orada. Vücudunun ateşi sönene dek annen hep içinde. Her ne vakit aynaya bakarsan sadece kendini değil, anneni de göreceksin. Eğer görmezsen, işte o zaman annen gitti de gelmedi olur. Tamam mı yavrum?”
Tamam değildi. Tamam değildi ya, ısrarın boş bir uğraş olduğunu da anlamıştım. Anacığım gelmemek üzere gitmişti, peder beyim bunun böylece söylememek için ne yapacağını şaşırıyordu. Boynumu büktüm, “tamam” dedim. Peder beyim beni aldı, sarıldı. Gözünün ucundaki o çiğ tanesini tanıyordum. Ses etmedim. Ve çok sonraları öğrendim ki Rıfat Efendi de benim gibi öksüz büyümüş, peder beyim bu yüzden kendisinin de bulunmasını, hatta kendi yerine benimle konuşmasını istemiş.