Önce bir itiraf: Tolstoy, okumayı sevdiğim bir isim değil. Savaş ve Barış da, haliyle, hazzederek okuduğum bir yapıt olmaktan bayağı, hem de bayağı uzak. Benim ilk (ve hala kenarda duran) kitabım gibi çok fazla şeyi anlatmaya çalışıyor fakat, benimkinin aksine, bunu çok daha iyi ve başarılı bir şekilde yapıyor. Sonuç olarak da iç içe geçmiş onlarca fikir yüzlerce hikaye ve binlerce sayfa tutuyor. Çok istiyorduysan birkaç kitap yazsaydın be adam! Tek cildi kocaman bir kitap boyutunda üç cild yazdın da başın göğe mi erdi?
Oyunun, bence, en büyük eksisi bu: Kitap gibi çok fazla şey anlatmak istiyor, bu nedenle de çok az şey anlatabiliyor. Şimdi bunu biraz açayım.
Kitapla İlgili Sorunlar
Her metni herkes anlayamaz. Her metnin ihtiyaç duyduğu asgari bir birikim vardır. Kimi metinleri okumak bu nedenle daha kolaydır, kimilerini okumaksa daha zor. Bazı metinlerse aslında zordur ama, katmanlı anlatımdan veya kişinin bilgisizliğinin farkında olmamasından dolayı, anlaşıldığı sanılır. İlkine örnek bir ölçüde Agatha Christie kitapları, üçüncüye örnek olarak da Eski ve Yeni Ahit gösterilebilir. İkincisinin en güzel örneklerlerinden biriyse konumuz olan Savaş ve Barış.
Metnin asıl sorununu andım: Pek çok şeyi anlatmak istiyor ve bunu ben gibi başarısız değil başarılı şekilde yaptığı için, ben gibi 80.000 değil 800.000 kelime uzunluğa ulaşıyor. Uzunluk tabi ki kendi başına bir sorun değil: Don Kişot da, Savaş ve Barış’la kıyas kabul etmese de, uzun bir kitap fakat hem aktörlerin azlığı, hem konunun sabit kalışı, hem de temada dramatik değişimlerin olmaması nedeniyle çok daha rahat okunur – ve bence çok daha kolay sahneye koyulur bir eser.
Metnin ikinci sorunu, bizden farklı ve tanış olanın az olduğu bir coğrafyada, üstüne pek az kimsenin bildiği bir tarih döneminde geçmesi. Yine Don Kişot örneğin, zamanın İspanya’sında geçiyor olsa da kahramanın ve olay akışının yapısı nedeniyle zamandan ve mekandan bağımsız bir eser olarak da okunabilir. Kahramanı alıp (örneğin) Macaristan’a koysak çok bir şey değişmeyecek.
Metindeki üçüncü sorun kahraman sayısı. Elbette böyle bir eser bir iki kişi üstünden anlatılarak yazılamazdı fakat kahraman sayısı ve kitapta bunların derinliği, ki Tolstoy’a burada şapka çıkarmamız gerekli, kişileri tanımak için bir süre harcamamızı zorunlu kılıyor.
Şimdi kitaptan sahneye geçelim.
Kitaptan Sahneye: Tekst
Bunu dümdüz söylemek gerekli sanırım: Oyunun metni olmamış. Çok zor bir kitabı sahneye koymak zaten sorun, Yüzüklerin Efendisi bile ancak üçer saatlik üç filmle, o da yine nice eksikle beyaz perdede gösterilebildi. Savaş ve Barış bundan çok daha komplike ve derin bir eser ve, haliyle, üç saatte anlatacakları sınırlı kalacaktı. Kaldı da. Peki, nasıl sınırlı kaldı?
Oyun, pek çok şeyin üstünden üstünkörü geçti. Daha açılışta “Savaş ve Barış şunu anlatan bir kitap, bunu anlatan bir kitap” diye belki beş belki on dakika harcandı, bu arada oyundaki karakterler sunulmaya çalışıldı fakat tabi ki bu yeterli gelmedi. Üstüne, oyun içinde karakterler deşilmeye çalışıldı fakat çok şeyi kısa sürede anlatmaya çalışırken olaylar da kişiler de sığ kaldı. Oyunun, benim için en büyük eksiği de bu oldu: İddialı bir yapım, iddiasız bir sonuca ulaştı ve anacağım olumlu noktalar, temeldeki bu eksikliğin kurbanı oldu.
Dekor, Kostüm ve Müzik
Dekor oyundaki bir diğer zayıf taraftı. Metnin zorluğunu yansıtır şekilde dekor, beklediğim ağırlığı kaldıramadı. İlk perdede yine mizansenlere iyi kötü ayak uydurmaya çalışsa da bir buçuk saatlik ikinci perdenin sadece pazarcı brandalarının üzerinde geçmesi benden zayıf not aldı. Hele ki beyaz plastik sandalyeler…
Kostüm ise “biz ne yaptığımızı tam bilmiyoruz” der gibiydi. Bir yanda 19. asır Rusya’sındaki üniformalar varken diğer yanda Crocs terlikler vardı. Derdimiz dönemi yansıtmak mı yoksa “modern bir yorum katmak” mı? Ben, modern sanat denen şeyin düşmanı biri olarak bu modern dokunuşları sıfır takdirle izledim. Adını bilmediğim o tül benzeri elbiseyle gezen bir kız bir yanda, plastik terlikli bir kız diğer yanda olunca, tabiri caizse gözlerim kanadı.
Oyunun müzik seçimiyse genel olarak iyiydi – yine de 19. asırda geçen bir oyunda Beatles dinlemek ilginç bir deneyim oldu. Savaş sahnesindeki hard rock Sahneye uyum sağlasa, hatta desteklese de insan bir 1812 Overture’ü aramıyor değil. Sahne yapısını düşününce bu müziğin uymayacağı muhakkak olduğundan bunun üstünde çok durmak anlamsız.
Oyunculuklar
Sahnede oyunculuğunu beğenmediğim kimse olmadı. Yan rollerden ana rollere herkesin gayet iyi bir oyunculuk sergilediğini söylemeliyim. Hal buyken tek tek isim vermek gereksiz görünse de, oyunun cast’ına şu anda tekrar baktığımda, sitedeki listeleme sırasıyla gidersem, Murat Bavli, Can Başak, Osman Kaba, Dilara Demirdüzen, Nevzat Sinan Taştan ve Hira Ogeday Erkut’u, tümü başarılı oyuncuların içinde bir tık daha önde gördüğümü eklemeliyim.
Sonuç Olarak
Eğer Savaş ve Barış okuduğunuz bir metinse, haliyle kahramanları tanıyor ve akışı biliyorsanız, dekora da çok takılmazsanız, oyunculuklar hatırına izlenebilir bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Ben, biraz da Muhsin Ertuğrul Sahnesinde oynandığı için oyundan daha fazlasını bekledim ve, belki bu yüzden, oyunculuklar haricinde hayal kırıklığına uğradım fakat “tüh ya, üç saatime yazık oldu” da demedim. En kötü ihtimalle yakışıklı beyler ve güzel hanımlar görerek sevaba girersiniz, oyunculukla ilgiliyseniz de belki tekniğinizi bilginizi geliştirirsiniz.
- Tekst: 3/10
- Dekor: 3/10
- Kostüm: 6/10
- Müzik: 7/10
- Oyunculuk: 9/10